20 Nisan 2024 Cumartesi

Harbî Müslümanlık

 

“Sizin Allah’tan başka taptıklarınız, Allah’ın kendileri hakkında hiç-bir delil indirmediği, sizin ve atalarınızın ad olarak adlandırdıklarınızdan başkası değildir. Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru din işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler” (Yûsuf 40).

 

“Şu-hâlde yüzükoyun sürünerek yürüyen mi daha çok hidâyete erer, yoksa dosdoğru yol üzerinde dümdüz yürümekte olan mı?” (Mülk 22).

 

Harbî: “Doğru, yalansız, hîlesiz, mert, temiz, güvenilir (kişi, söz, nesne)”. Arapça “ḥarba”, kısa mızrak, “harbı”, tüfek namlusu içine fişek sürmek için kullanılan metâl çubuk.

 

Bir de tüfeklerin namlularını temizlemek için kullanılan âlet vardır ki onun adı da “harbi”dir. Namluyu temizlemek için en uygun araç budur. Çünkü namlunun içinde dümdüz hareket eder ve hiç şaşmaz ve yamulmaz. İşte harbî müslümanlar da bunun gibidirler, istikâmetlerinden hiç şaşmazlar ve dosdoğru yolda dosdoğru bir şekilde giderler.  

 

Modern zamanlarda harbî müslüman bulmak çok zordur. Çünkü modern zaman mekânlarda harbî müslüman (yâni mü’min ve müslim) olmak çok zordur. Modern kentlerde harbî müslüman olmak neredeyse yasaklanmıştır ama “yamuk müslüman” olmak çok kolaylaştırılmış ve kolaylaşmıştır. Modern kentler, “harbî yaşamlar”ın blôke edildiği, “yalandan yaşanılan” yerlerdir. Kent-merkezleri “şehir ve memleket” değildirler. Modern kentler “yaşanılan yerler” değil; insanların orada “bulunmak” zorunda olduğu yerlerdir. Modern kentler, “yaşanmışlık”ın yok edildiği merkezlerdir. Yaşanmışlık yoktur ki harbî yaşanmışlık ve harbî müslümanlık olsun.

 

Sistem-içi dindarlar tam bir münâfıktır, post-modern olanları ise kâfir, müşrik ve İslâm-Kur’ân düşmanıdır. Sistem-içi(n) dindarlar modern hayat ne getirmişse baş-tâcı ederler ve sistemin bâriz yanlışlarına karşı bir eleştiri bile getiremezler, bir îtirâz ortaya koyamazlar ve bir isyân yükseltemezler. Sistem-içi dindarlar yâni harbî olmayan müslümanlar beşerî-kâfir sistemi ve onların kurucu ve destekleyici tâğutlarını sürekli överler ve onların sözcülüğünü yaparak desteklerler. Üstelik onlara uyarak gerçek Kur’ân ve Sünnet-merkezli olan harbî dindarları kötülerler ve hem Allahsız sistemi hem de sistemin kurucularının, mü’minlerden daha doğru yolda görürler ve üstün olduklarını söylerler. Onlar bu yüzden harbî müslüman olamazlar da gevşedikçe-gevşerler, yavşadıkça-yavşarlar.

 

Müslümanlığı seçmek, hayâta 1-0 yenik başlamayı kabûl etmek demektir. Çünkü müslümanlığı seçmek, “bâtılın hâkimiyeti içinde İslâm’ı seçmek” demektir. Zîrâ İslâm, “bâtılın hâkimiyetine karşı hakkı söylemek, savunmak ve bâtılı yok edip hakkı hayâta hâkim kılmak” mücâdelesidir. Bunu herkes yapamaz. İnsanların ekserisi bu yüzden ucundan-kıyısından îman eder ve “müslüman” olur fakat “harbî mü’min” olamazlar. Zîrâ harbî mü’minlikte hak ile bâtılın bir-arada olması imkânsızdır.

 

Peki harbî müslümanlık yâni mü’minlik ve müslimlik nasıl olur ve harbî müslümanların özellikleri nelerdir?. Kur’ân harbî müslüman ların özelliklerinden şöyle bahseder:

 

Fecr

 

18- Ki o, malını vererek temizlenip-arınır.

19- Onun yanında hiç kimsenin karşılığı verilecek bir nîmeti (borcu) yoktur.

 

Necm

 

3- O, hevâdan (kendi istek, düşünce ve tutkularına göre) konuşmaz.

 

32- Ki onlar, ufak-tefek günahlar dışında, günahın büyük olanından ve çirkin utanmazlıklardan kaçınırlar.

 

İnsân (Dehr)

 

7- Adaklarını yerine getirirler ve şerri (kötülüğü) yaygın olan bir günden korkarlar.

8- Ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler.

 

17- Sonra îman edenlerden, sabrı birbirlerine tavsiye edenlerden, merhâmeti birbirlerine tavsiye edenlerden olmak.

18- İşte bunlar, sağ yanın adamlarıdır (Ashâb-ı Meymene).

 

Furkân

 

63- O Rahmân (olan Allah)ın kulları, yeryüzü üzerinde alçak-gönüllü olarak yürürler ve câhiller kendileriyle muhâtap oldukları zaman ‘selam’ derler.

64- Onlar, Rablerine secde ederek ve kıyâma durarak gecelerler.

67- Onlar, harcadıkları zaman, ne isrâf ederler, ne kısarlar; (harcamaları,) ikisi arasında orta bir yoldur.

68- Ve onlar, Allah ile berâber başka bir ilaha tapmazlar. Allah’ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmezler ve zinâ etmezler. Kim bunları yaparsa ‘ağır bir cezâ ile’ karşılaşır.

 

72- Ki onlar, yalan şâhidlikte bulunmayanlar, boş ve yararsız sözle karşılaştıkları zaman onurlu olarak geçenlerdir.

73- Onlar, kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman, onun üstünde sağır ve körler olarak kapanıp kalmayanlardır.

74- Ve onlar: ‘Rabbimiz, bize eşlerimizden ve soyumuzdan, göz-aydınlığı olacak (çocuklar) armağan et ve bizi takvâ-sâhiplerine önder kıl’ diyenlerdir.

 

Meâric

 

23- Ki onlar, namazlarında süreklidirler.

24- Ve onların mallarında belirli bir hak vardır:

25- Yoksul ve yoksun olan(lar)için.

26- Onlar, din-gününü tasdik etmektedirler.

27- Rablerinin azâbına karşı (dâimî) bir korku duymaktadırlar.

29- Ve onlar, ırzlarını (ferç) korurlar;

32- (Bir de) Onlar, kendilerine verilen emânete ve verdikleri ahde (harfiyyen) riâyet edenlerdir.

33- Şâhidliklerinde dosdoğru davrananlardır.

34- Namazlarını (titizlikle) koruyanlardır.

35- İşte onlar, cennetler içinde ağırlananlardır.

 

Neml

 

3- Ki onlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve onlar, âhirete kesin bilgiyle îman ederler.

 

A’raf

 

201- (Allah’tan) sakınanlara şeytandan bir vesvese eriştiğinde (önce) iyice düşünürler (Allah’ı zikredip-anarlar), sonra hemen bakarsın ki görüp bilirler.

 

Secde

 

16- Onların yanları (gece-namazına kalkmak için) yataklarından uzaklaşır. Rablerine korku ve umutla duâ ederler ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infâk ederler.

 

Ra’d

 

20- Onlar Allah’ın ahdini yerine getirirler ve verdikleri kesin sözü (mîsâkı) bozmazlar.

21- Ve onlar Allah’ın ulaştırılmasını emrettiği şeyi ulaştırırlar. Rablerinden içleri saygı ile titrer, kötü hesaptan korkarlar.

22- Ve onlar-Rablerinin yüzünü (hoşnutluğunu) isteyerek sabrederler, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli ve açık infâk ederler ve kötülüğü iyilikle savarlar. İşte onlar, bu yurdun (dünyânın güzel) sonucu (âhiret mutluluğu) onlar içindir.

 

Kasas

 

55- Boş ve yararsız sözü işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve: ‘Bizim yapıp-ettiklerimiz bizim, sizin yapıp-ettikleriniz sizindir; size selam olsun, biz câhilleri benimsemeyiz’ derler.

 

Nâhl

 

42- Onlar sabredenler ve Rablerine tevekkül edenlerdir.

 

Lokman

 

4- Onlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler. Ve onlar kesin bir bilgiyle âhirete inanırlar.

 

Zümer

 

18- Ki onlar, sözü işitirler ve en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah’ın kendilerini hidâyete erdirdiği kimselerdir ve onlar, temiz akıl-sâhipleridir.

 

Enbiyâ

 

49- Onlar, Rablerine karşı gayb ile (O’nu görmedikleri hâlde) bir haşyet içindedirler ve onlar, kıyâmet saatinden içleri titremekte olanlardır.

 

Mü’minûn

 

1- Mü’minler gerçekten felah bulmuştur;

2- Onlar namazlarında hûşû içinde olanlardır;

3- Onlar, tümüyle boş şeylerden yüz çevirenlerdir;

4- Onlar, zekata ilişkin (söz ve görevlerini mutlakâ) yerine getirenlerdir;

5- Ve onlar ırzlarını (iffetlerini) koruyanlardır;

8- (Yine) onlar, emânetlerine ve ahidlerine riâyet edenlerdir.

9- Onlar, namazlarını da (titizlikle) koruyanlardır.

 

Fussilet

 

33- Allah’a çağıran, sâlih amelde bulunan ve: ‘Gerçekten ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kimdir?.

 

Şûrâ

 

37- (Bunlar,) büyük günahlardan ve çirkin -utanmazlıklardan kaçınanlar ve gazablandıkları zaman bağışlayanlar,

38- Rablerine icâbet edenler, namazı dosdoğru kılanlar, işleri kendi aralarında şûrâ ile olanlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infâk edenler,

39- Ve haklarına tecâvüz edildiği zaman, birlik olup karşı koyanlardır.

 

Hacc

 

35- Onlar ki, Allah anıldığı zaman kâlpleri ürperir; kendilerine isâbet eden musîbetlere sabredenler, namazı dosdoğru kılanlar ve rızık olarak verdiklerimizden infâk edenlerdir.

 

41- Onlar ki, yeryüzünde kendilerini yerleştirir, iktidar-sâhibi kılarsak, dosdoğru namazı kılarlar, zekatı verirler, ma’rufu emrederler, münkerden sakındırırlar. Bütün işlerin sonu Allah’a âittir.

 

Bakara

 

3- Onlar, gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infâk ederler.

4- Ve onlar, sana indirilene, senden önce indirilenlere îman ederler ve ahirete de kesin bir bilgiyle inanırlar.

 

46- Onlar, (mü’minler), şüphesiz, Rableriyle karşılaşacaklarını ve (yine) şüphesiz, O’na döneceklerini bilirler.

 

156- Onlara bir musîbet isâbet ettiğinde, derler ki: ‘Biz Allah’a âit (kullar)ız ve şüphesiz O’na dönücüleriz’.

 

274- Onlar ki, mallarını gece, gündüz; gizli ve açık infâk ederler. Artık bunların ecirleri Rableri katındadır, onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.

 

Enfâl

 

2- Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir. O’nun âyetleri okunduğunda îmanlarını arttırır ve yalnızca Rablerine tevekkül ederler.

3- Onlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infâk ederler.

4- İşte gerçek mü’minler bunlardır. Rableri katında onlar için dereceler, bağışlanma ve üstün bir rızık vardır.

 

Nûr

 

62- Mü’minler o kimselerdir ki, Allah’a ve Resûlü’ne îman edenler, onunla birlikte toplu(mu ilgilendiren) bir iş üzerinde iken, ondan izin alıncaya kadar bırakıp-gitmeyenlerdir. Gerçekten, senden izin alanlar, işte onlar Allah’a ve elçisine îman edenlerdir. Böylelikle, senden kendi bâzı işleri için izin istedikleri zaman, dilediklerine izin ver ve onlar için Allah’tan bağışlanma dile. Şüphesiz Allah bağışlayandır, esirgeyendir.

 

Âl-i İmran

 

16- Onlar: ‘Rabbimiz şüphesiz biz îman ettik, artık bizim günahlarımızı bağışla ve bizi ateşin azâbından koru’ diyenler.

17- Sabredenler, doğru olanlar, gönülden boyun eğenler, infâk edenler ve seher vakitlerinde bağışlanma dileyenlerdir.

 

114- Bunlar, Allah’a ve âhiret gününe îman eder, ma’ruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar sâlih olanlardandır.

 

134- Onlar, bollukta da, darlıkta da infâk edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar (daki hakların)dan bağışlama ile (vaz) geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever.

135- Ve çirkin bir hayâsızlık işledikleri yada nefislerine zulmettikleri zaman, Allah’ı hatırlayıp hemen günahlarından dolayı bağışlanma isteyenlerdir. Allah’tan başka günahları bağışlayan kimdir?. Bir de onlar yaptıkları (kötü şeylerde) bile-bile ısrâr etmeyenlerdir.

 

191- Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) ‘Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azâbından koru’.

192- ‘Rabbimiz, şüphesiz Sen kimi ateşe sokarsan, artık onu ‘hor ve aşağılık’ kılmışsındır; zulmedenlerin yardımcıları yoktur’.

193- ‘Rabbimiz, biz: ‘Rabbinize îman edin’ diye îmâna çağrıda bulunan çağırıcıyı işittik, hemen îman ettik. Rabbimiz, bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi de iyilik yapanlarla birlikte öldür’.

194- ‘Rabbimiz, elçilerine vâdettiklerini bize ver, kıyamet gününde de bizi ‘hor ve aşağılık’ kılma. Şüphesiz Sen, vaâdine muhalefet etmeyensin’ diyenlerdir.

 

Ahzâb

 

22- Mü’minler (düşman) birliklerini gördükleri zaman ise (korkuya kapılmadan) dediler ki: ‘Bu, Allah’ın ve Resûlü’nün bize vâdettiği şeydir; Allah ve Resûlü doğru söylemiştir’. Ve (bu,) yalnızca onların îmanlarını ve teslîmiyetlerini arttırdı.

 

39- Ki onlar (o peygamberler) Allah’ın risâletini tebliğ edenler, O’ndan içleri titreyerek-korkanlar ve Allah’ın dışında hiç kimseden korkmayanlardır. Hesap-görücü olarak Allah yeter.

 

Mâide

 

83- Elçiye indirileni dinlediklerinde hakkı tanıdıklarından dolayı gözlerinin yaşlarla dolup taştığını görürsün. Derler ki: ‘Rabbimiz inandık; öyleyse bizi şâhidlerle birlikte yaz’.

 

Tevbe

 

20- Îman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerin Allah katında büyük dereceleri vardır. İşte ‘kurtuluşa ve mutluluğa’ erenler bunlardır.

 

Harbi olmayan müslümanlığın kıymet-i harbiyesi yoktur vesselam.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Nîsan 2024

Devamını Oku »

Size Bir İyi Bir De Kötü Haberim Var

 

“Şüphesiz: 'Rabbimiz Allah'tır' deyip sonra dosdoğru bir istikamet tutturanlar (yok mu); onların üzerine melekler iner (ve der ki:) korkmayın ve hüzne kapılmayın, size vaâd-olunan cennetle sevinin” (Fussilet 30).

 

“Âhirete inanmayanlara gelince; biz onlara kendi yaptıklarını süslemişiz, böylece onlar, ‘körlük içinde şaşkınca dolaşırlar’. İşte onlar; en kötü azab onlarındır ve Âhirette de en büyük kayba uğrayanlardır” (Neml 4-5).

 

Evet; size bir iyi bir de kötü haberim var. Peki ilk önce hangisinden başlayayım?. Âdettendir; ilk-önce kötü haberden başlayayım. Çünkü kötü haberin arkasında gelen iyi haber kötü haberin etkisini biraz yada bâzen tamâmen söndürür ve giderir.

 

Kötü haber şu ki, Allah, Dünyâ’da emir ve yasaklarına göre yaşamayanlar için Dünyâ’da zor bir hayat, âhirette ise sonsuz bir azap hazırlamıştır:

 

“Yoksa siz, Kitab’ın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).

 

Allah, indirdiği vahiylerle ve gönderdiği peygamberlerle insana hangi merkezde düşünmesi, nasıl konuşması ve nasıl davranması gerektiğini açıkça bildirmesine rağmen buna aldırmadığında ve şeytana, nefse ve tâğutlara uyarak adâlete, eşitliğe, hakka-hakîkate ve de ahlâka aykırı yaşadığında insanı Dünyâ’da rezilliğe, âhirette ise acı azâba mahkûm edecektir ki bu “çok kötü bir haber”dir. Dünyâ’da Allah, âhiret, gayb, vahiy, peygamber yâni İslâm-merkezli olmayanlar ve İslâm’a göre yaşamayanlar Dünyâ’da büyük bir boşluk içinde bir süre -ki bu kısa bir süredir- yaşayıp, öldükten sonra âhirette derin pişmanlıklar ve ağır acılar içinde kalacaklardır.

 

Bundan tabî ki de korkun ama çok da ümitsizliğe kapılmayın. Çünkü Allah’ın rahmeti gazâbını geçmiştir ve kendine gelen, kendini toparlayan ve kendini değiştirerek adâlete-eşitliğe, hakka-hakîkate, ahlâka ve tevhide göre yaşamayı seçenlerin tüm günahlarını affedeceği gibi, tüm hayatları boyunca İslâm-merkezli yaşadıklarında Allah onları sürekli destekleyeceği için hem Dünyâ’da iyi bir yaşamları olacak hem de âhirette onlar için korku ve hüzün olmayacaktır. Çünkü Allah onları sonsuz ve ebedî nîmetlerini bahşedeceği cennetlerine alacaktır ki onlar orada sonsuz bir huzûr, mutluluk ve şükür içinde yaşayacaklardır. İşte bu da çok iyi bir haberdir. Çünkü Allah şirk dışındaki tüm günahları affedebilir:

 

“(Benden onlara) de ki: Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü aşan kullarım. Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, esirgeyendir. Azab size gelip çatmadan evvel, Rabbinize yönelip-dönün ve O’na teslim olun. Sonra size yardım edilmez” (Zümer 53-54).

 

Âyetin dediği gibi, Allah hiç kimseye zulmetmez ve tüm günahları affeder. Fakat -sünnetullah ve imtihan gereğince- öyle bedâvaya da affetmez. Bu nedenle de 53. âyetten sonra 54. âyette; “azab size gelip çatmadan evvel, Rabbinize yönelip-dönün ve O’na teslim olun” der.

 

İyi ve güzel ve büyük haber şudur ki, Allah’ın rahmeti gazâbını geçmiştir. Allah, tevbe ederek O’nun emir ve yasakları doğrultusunda yaşayanlara Dünyâ’da ve âhirette iyilikler verecek ve onları ebedî nîmetlerin olduğu cennetine alacaktır.

 

Şimdi çoğunuz, bu kötü ve iyi haberi çok da takmadınız değil mi?. Neden?. Çünkü Allah, vaadi gereğince, sünnetullah ve imtihan nedeniyle size nîmetlerini Dünyâ’da vermekte, şeytanın ve nefsin doğrultusunda ve tâğutların düzenlediği bir Dünyâ’da zâten keyfinizce yaşıyorsunuz değil mi?. Bu yüzden mi yâni?. İyi ama bu hayat hem garanti değil, hem de çok kısa. Üstelik de öyle hızlı akıp gidiyor ki.. Doğmuşsunuz, sonra bir bakmışsınız okula başlamış, sonra işe başlayıp evlik, çocuklar, anne-babanızın ölümü, yakınlarınızı ve sevdiklerinizi kaybetmek, emeklilik, torunlar, yaşlılık, çeşitli hastalıklar ve en sonunda da kaçınılmaz olan şey: Ölüm.

 

Aslında Dünyâ-hayâtı hem çok kısa, hem çok hızlı geçiyor, hem uzun yaşamanın garantisi yok hem de aslında tadından ziyâde acısı ve derdi, huzûrundan çok tasası, rahatından çok yorgunluğu, sefâsından çok cefâsı var. Bu kötü bir haberdir. Fakat hayâtınızı İslâm-merkezli olarak yaşarsanız hem Dünyâ’yı mevcut şekliyle anlamlandırabilir ve keyifli hâle getirirsiziniz hem de âhirette hesâbı kolayca verip çeşitli nîmetlerin olduğu sonsuz cennetlerle sevinirsiniz. Bu da iyi haber.

 

Bakın Dünyâ vâr olduğu gibi âhiret de vardır, cennet vâr olduğu gibi cehennem de vardır. Bunlar size saçma, anlamsız ve uzak mı geliyor?. İyi de şöyle bir bakınca ve düşününce mevcut kâinât ve Dünyâ’nın varlığı da basit ve normâl bir şey değil. Yaratılmış hiç-bir şey normal ve basit değil ki’. Siz yaratılmadan önce Allah, “kâinâtı yaratacağım, orada Dünyâ-hayâtı olacak, akıllı insanlar bulunacak vs. bu da size uzak ve olanaksız gelirdi.

 

Size kötü bir haberim var; Dünyâ’da Allah’ın emir, yasak ve tavsiyelerine göre yaşamayanları âhirette derin pişmanlıklar ve ateş bekliyor:

 

“Onlar cennetlerdedirler; birbirlerine sorarlar. Suçlu-günahkârları; ‘sizi şu cehenneme sürükleyip-iten nedir?’. Onlar: ‘Biz namaz kılanlardan değildik’ dediler. ‘Yoksula yedirmezdik, (Bâtıla ve tutkulara) dalıp gidenlerle biz de dalar giderdik. Din (hesap ve cezâ) gününü yalan sayıyorduk. Sonunda yakîn (kesin bir gerçek olan ölüm) gelip bize çattı’. Artık, şefaat edenlerin şefaati onlara bir yarar sağlamaz. Buna rağmen, bunlara ne oluyor ki öğütten yüz çevirip duruyorlar?. Sanki onlar, ürkmüş yaban eşekleri gibidirler; aslandan korkup-kaçmışlar. Hayır; her biri, kendisine açılmış sahifelerin verilmesini ister. Hayır; onlar şüphesiz âhiretten korkmuyorlar” (Müddesir 40-53).

 

Fakat size kötü haberi blôke edecek iyi bir haberim de var. Allah’ın emir, yasak ve tavsiyelerine göre İslâm-merkezli olarak yaşayanlar Dünyâ’da iyi bir hayat sürecekleri gibi, asıl önemlisi, âhirette hesâbı çok kolay vererek sonsuz nîmetler içinde olacakları cennete gireceklerdir:

 

“Ki onlar, namazlarında süreklidirler. Ve onların mallarında belirli bir hak vardır: Yoksul ve yoksun olan(lar)için. Onlar, din gününü tasdik etmektedirler. Rablerinin azâbına karşı (dâimî) bir korku duymaktadırlar. Ve onlar, ırzlarını (ferç) korurlar; (Bir de) Onlar, kendilerine verilen emânete ve verdikleri ahde (harfiyyen) riâyet edenlerdir. Şâhidliklerinde dosdoğru davrananlardır. Namazlarını (titizlikle) koruyanlardır. İşte onlar, cennetler içinde ağırlananlardır” (Meâric 23-35).

 

“Çalışanlar işte bunun için çalışmalıdır” (Sâffât 61).

 

İşte siz bir iyi bir de kötü haber. İnsanlar bu kötü ve iyi haberi konuşup duruyorlar ve bu konuda çeşitli görüşler ortaya atıyorlar. Kötü ve iyi haberin sonucu îman edenler için kesindir ve bu haber Dünyâ’da görebilenlere, âhirette ise herkese apaçık olacaktır:

 

“Birbirlerine hangi şeyi sorup duruyorlar?. O büyük haberi mi?. Ki kendileri hakkında anlaşmazlık içindedirler. Hayır; pek yakında bileceklerdir” (Nebe’ 1-4).

 

“De ki: ‘Bu (Kur’ân), büyük bir haberdir’. Sizler ise, ondan yüz çeviriyorsunuz” (Sâd 67-68).

 

“Şüphesiz, bu bir öğüttür. Artık dileyen Rabbine bir yol bulabilir” (Müzzemmil 19).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Nîsan 2024

 

 

Devamını Oku »

Yorum Farklılıklarının Nedeni

 

“Yeryüzünde birbirine yakın komşu kıtalar vardır; üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar da vardır ki, bunlar aynı su ile sulanır; ama ürünlerinde (ki verimde ve lezzette) bâzısını bâzısına üstün kılıyoruz. Şüphesiz, bunlarda aklını kullanan bir topluluk için gerçekten âyetler vardır” (Ra’d 4).

 

Nefis-sâhibi olsun-olmasın, bilinçli yada bilinçsiz, hareketli yada hareketsiz, yaratılmış olan her-şeyin kendine has bir yorumu vardır. Bu yorum Allah’ın o şeye yüklemiş olduğu yaratılış özelliklerinin kendisinde tezâhür etmesi durumudur. Meselâ meleklerde nefs yoktur ama şuurludurlar ve yorum yapabilirler. Allah’a: Biz seni tesbih ve takdis edip dururken orada fesat çıkaracak ve kanlar akıtacak bir yaratık mı yaratacaksın?” (Bakara 30) diye soru biçiminde bir yorum yapmışlardı. Şeytan ise “secde et” emrine karşı: (Allah) Dedi: Sana emrettiğimde, seni secde etmekten alıkoyan neydi?. (İblis) dedi ki: Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın” (A’raf 12) diyerek bir yorum yapmıştı. Netîcede melekler secde etmişken İblis secde etmemişti de şeytanlaşarak kovulmuştu.

 

Kâinatta yıldızların, gezegenlerin, Güneş’in, Ay’ın, rüzgârların, bulutların, yağmurun, dağların, taşların, toprağın, denizlerin, göllerin, derelerin, ağaçların, bitkilerin, hayvanların, cinlerin ve insanların kendilerine has yorumları vardır. Şeytan, cinler ve insanlar hâriç tüm varlık, mutlak ve kesin şekilde tam da Allah’ın yaratışına uygun yorumlar yapar ve hareketlerde bulunur. Şeytan, kendisi secde etmediği gibi cinlerin ve insanların da secde etmemesi için elinden geleni yapar. Bu-bağlamda onlara fısıldar durur ve dostlarına vahyeder ve böylece fıtrata, doğala ve normâle aykırı yorumlar ortaya çıkar. Yaratılmışlar içinde fıtratına, doğaya-doğala ve normâle aykırı yorum yapan varlılar şeytan, cinler, nefs ve insandır. Fakat biz insanın din ve dünyâ hakkında yaptıkları yorumların farklılıklarının nedenini konuşuyoruz.       

 

İnsanların yorumlarının belli bir dereceye kadar farklı olması normâl ve doğaldır. Fakat tartışmalara, düşmanlıklara, kavgalara ve savaşlara sebep olacak derecede aşırı yorum farklılıklarının bâzı nedenleri vardır. Bu nedenlerin başında kanımca coğrafya ve iklim gelir. “Coğrafya kaderdir” sözü mutlak anlamda olmasa da doğrudur. Çünkü insanlar ilk-başta tek bir ümmet iken ve belli bir bölgede birlikte yaşarlarken, aralarında tartışmalara, kavgalara ve düşmanlıklara sebep olacak yorum farklılıkları olmuyordu. Çünkü aynı bölgede yaşadıkları için yaşam-şekilleri de aynı yada benzerdi. Aynı yada benzer şekilde yemek, içmek, giyinmek, çalışmak; aynı yada benzer şekilde düşünmeyi, konuşmayı ve davranmayı getiriyordu. Fakat zamanla sayıları çoğaldıkça insanların birbirlerinden uzaklaşmaları zorunlu hâle ve birbirlerinden uzaklaşıp farklı coğrafyalarda ve iklimlerde yaşamaya başladıklarında, o coğrafyaya ayak uydurmak zorunda kaldılar ve coğrafyanın özellikleri ve iklimin farkı insanlarda farklı yeme, içme, giyinme, barınma, çalışma ve dolayısıyla farklı düşünme, konuşma ve davranış şekilleri ortaya çıkardı. Böylece farklı hattâ bambaşka yorumlar ortaya çıktı. İnsanlar ilk-başta aynı şekilde yorumladıkları şeye farklı yorumlar yapmaya başladılar. Bu, sünnetullah ve imtihan gereğince böyle olmak zorundaydı. Yoksa başka türlü “film” dönmezdi.

 

Farklı coğrafyalar, farklı yaşam-tarzları ve düşünceler, dolayısıyla farklı ve bambaşka yorumlar ortaya çıkardı. Farklı coğrafyalar farklı bilgiler ve düşünceler ortaya çıkardı. Yorum farkları böyle ortaya çıktı. Allah ise insanların yorumunun doğal ve normâl derecede farklı olmasından râzı olsa da, bambaşka farklı yorumların yapılmasına ve böylece adâletsizliğin, eşitsizliğin, haksızlığın, ahlâksızlığın, şirkin, küfrün, nifâkın, fitnenin, fesadın ve zulmün ortaya çıkmasından râzı olmayacağı için, insanlara her alanda ona göre düşünmek, konuşmak ve davranmak için vahiyler indirdi ve vahyin örnek uygulayıcıları olan peygamberleri gönderdi ki böylece ideâl bir düşünme, konuşma ve davranışın nasıl olacağını da bil-fiil göstermiş oldu. İşte insanın imtihanı da böyle başlamış oldu. Artık insan ya şeytana, nefse ve tâğutlara göre akıl, insan, beşer, madde, eşyâ ve Dünyâ-merkezli bir düşünme, konuşma ve davranış üzere olacaklar yada Allah, âhiret, gayb, vahiy, kitap ve peygamber yâni İslâm-merkezli olacaktır. Artık yorum ya Allah’a yada insana göre olacaktır.       

 

Coğrafyanın özelliklerinin insanlarda düşünme, konuşma, davranış ve yorum farklılarını nasıl ortaya çıkardığını ve farklı dinlerin nasıl oluştuğu hakkında bir yazıda şunlar söylenir:

 

“Aryanlar Hint ve Îran işgâlinden sonra büyük kültürler, medeniyetler ve dinler kurdular. Hindistan’da Vedaizm ve Budaizm, Îran’da Mitraizm, Maniizm ve Zerdüştlük bunun örnekleridir. Hint Aryanları göç ettiklerinde Hindistan’da verimli topraklar ve ormanlar bulurlar, yaşam olanakları kolay olduğu için burada gelişen dinler genel olarak soyuttur ve insanın kendi iç hesaplaşmasına dayalı olarak gelişmiştir. Îran Aryanları ise geldikleri topraklarda kuraklık ve çetin koşullarla karşılaşırlar bu nedenle dînin gelişimi burada daha çok akılcı ve maddî yönde olmuştur.

 

Göçebe olan Perslerin inanışları genel olarak doğa güçlerine dayanıyordu ve Mitraizm ön-plândaydı. Mitraizm ateşe ve Güneş’e tapma esâsına dayanır. Göçebe olmaları nedeniyle kurban verme geleneği vardı fakat yerleşik hayâta geçmeyle birlikte ürün yetiştirmeye başlanması ve hayatı idâme ettirme zorunluluğu nedeniyle kurban verme geleneği masraflı bir hâle geldi, yâni yerleşik hayâta geçme dînî yapıda değişikliğe neden oldu.

 

Hint Aryanları akrabâları olan Îran Aryanlarının aksine ‘bu dünyâcı’ bir dînî görüşe sâhip olmamışlardır. Aryanlar Hindistan’a girdiklerinde verimli topraklar ve bol su kaynakları olan bir bölgeyle karşılaşmışlardır, bu durum aryanları gündelik kaygılardan uzaklaştırmış ve yerleşik hayâta geçmeyle birlikte oluşturulan dinler genel anlamda mâneviyat ve ruhsal zenginliği arttırma yönünde ilerlemiştir. Hindistan’daki dinlere genel olarak bakacak olursak maddiyattan çok tinsel zenginliğe önem verilmiş ve bu yönde bir arayış hâkim olmuştur. Bunun temel nedeni bulunduğu ortamın dış-dünyâya kapalı olması ve verimli olması nedeniyle insanların günlük kaygılar yaşamamalarıdır. Böyle olunca insanlar daha farklı arayışlar içerisine girip ruhsal zenginliğe yönelmişlerdir”.

 

Dînin ve inancın yorumunun sertliğini ve yumuşaklığını, insanların yaşadığı coğrafyanın verimli-sulak, yada verimsiz-kurak  olup-olmaması belirler. İnsanların yaşamlarının rahatlığı yada zorluğu, dînin ve inancın yorum-şeklini belirler.

 

Görüldüğü gibi, verimli coğrafyaya gidenler ve orada yaşayanlar, geçim kaygısı taşımadıkları için düşünceleri, konuşmaları, davranışları ve de dinleri kurak yerlere göre çok daha farklı ve hattâ tam aksi şekilde olmuştur. Böyle coğrafyalarda yaşayanlar yumuşayıp gevşeyince dış-âlemle çok da ilgilenmeye gerek olmadığı için iç-âleme yönelmişler ve sürekli olarak ruhsal ve mânevi olana odaklanmışlardır. Fakat kurak yerlerde yaşayanlar mecbûren daha gergin ve sert karakterde olmuşlardır. Böylece yorumlar da elbette birbirlerinden çok farklı hâle gelmiştir. Farklı düşünme, konuşma ve yaşam-tarzları farklı ve bambaşka yorumların ortaya çıkmasına ve sonuçta da birbirine aykırı din ve inanışlar ortaya çıkmıştır.

 

Bu durum modernizm ile yâni Allah, doğa ve din-merkezlilikten, akıl, insan ve madde-merkezliliğe dönüş ile birlikte, coğrafya ve iklim çok da fark-etmeksizin “daha çok kazananlar”la “daha az kazananlar” arasındaki farklar olarak tezâhür etmiştir-etmektedir. Eskiden doğadan kaynaklanan farklar, modernizm ile birlikte ortadan kalkmış, farklı kazançlar ve yaşam-biçimleri olarak farklılaşmıştır. Adlında doğal farklılıklar, modernizm ve post-modernizmin ortaya çıkardığı şekilde birbirinden aşırı derecede çok farklı düşünce, konuşma ve davranış biçimlerine neden olmuyordu. Çünkü doğala göreydi ve doğaya uygundu. Modernizm ise onlarca ülkenin gücü ve serveti oranında bir gücün ve servetin tek bir kişinin eline geçmesine neden olarak şeytânî düşünüşleri ve davranışları ortaya çıkardı. Böylece târihte hiç olmadığı oranda insanlar birbirlerine düşman hâle geldiler.

 

Lâkin bir İslâm-merkezlilik vardır. İslâm, doğu-batı, kuzey-güney, soğuk-sıcak, verimli-verimsiz, tüm zamanlar, tüm mekânlar ve her şart için cârî olan âyetlerini indirmiş, peygamberler de hep vahiy-merkezli örneklikler ortaya koymuşlardır ki her peygambere gelen âyetler farklı-farklı olmamış, sâdece bâzı geçici ve temel ilkelere aykırı olamayan küçük değişiklikler olmuştur. Allah her bölgeye, coğrafyaya, iklime ayrı ve bambaşka şekilde vahyetmemiş, yarattıklarını en iyi kendisi bildiği için en uygun düşünme, konuşma, yorumlama ve davranış-şeklini belirlemiş ve en sonunda da, son peygamber Hz. Muhammed ile mührü vurup sınırları kıyâmete kadar belirlemiştir. Çünkü insanın fıtratına, doğala ve normâle göre yaşayabileceği en ideâl bilgileri taşıyan vahiyleri indirip tamamladığı gibi, vahiy-merkezli en ideâl yaşam-şekli olan ve Sünnet denilen güzel örnekliği de ortaya koymuştur. Üstelik Ahzâb Sûresi 21. âyette bu örneklik “tâkip edilmesi gereken en ideâl örneklik” olarak belirlendiği için, bu örneklik de kıyâmete kadar bağlayıcı hâle gelmiştir. Artık tüm zamanlarda vahiy ve peygamber-merkezli olan ideâllik, Peygamberimiz ile birlikte Kur’ân ve Sünnet-merkezli düşünme, konuşma, yorumlama ve yaşama-şeklinde nihâyetlenmiştir.

 

Herkes kendi coğrafyasında, ikliminde, bölgesinde, köyünde, şehrinde, fıtratına, doğala-doğaya ve normâle uygun şekilde insanca ve İslâmca yaşayacak, doğal farklılıklardan başka sûnî ve yapay coğrâfî, düşünsel, söylemsel ve eylemsel farklıklar ortadan kalkacaktır. Çünkü İslâm’da “rızıkta eşitlik” olduğu gibi “adâlette eşitlik” de vardır. Coğrafyadan yada iklimden dolayı meydana gelen farklılardan kaynaklanan zorluklar ise hem Dünyâ’da hem de âhirette Allah tarafından kolay hâle getirilecektir. İmkânlardan herkes aynı ölçüde yararlanacak, zorlukların yükünü ise herkes eşit olarak omuzlayacaktır. Böylece aşırı yorum farklıkları ortadan kalkacak ve aynı yada benzer düşünce, yorum, konuşma ve yaşam-tarzları hayâta hâkim olacaktır ki bu imtihanı ve sünnetullahı ortadan kaldırmasa da olumsuzlukları en minimuma kadar indirecektir.

 

Bu-bağlamda, İslâm dîni, düşüncesi, yorumu ve düzeni hâkim olduğunda, meselâ yahudilerin; “Allah bize şu-şu bölgeleri ‘vaat edilmiş topraklar’ kıldı” diyerek ve gücü de ele geçirince -sözde- vaâd-edilen topraklarda yaşayanlara zulmedemeyecektir. Çünkü o bölgede yaşayanlar da bâzı doğal, coğrâfî ve iklimsel farklılardan dolayı farklı yaşamları ve yorumları olsa da, orada yaşayanlar aç, susuz, çıplak, evsiz, işsiz, ilaçsız, ezik, perişân ve zavallı bir şekilde yaşamak zorunda kalmayacaktır.

 

İşte bunu sağlayacak olan tek şey İslâm’dır. İslâm Dîni, düşüncesi, yorumu ve düzeninden başka bunu gerçekleştirebilecek hiçbir düşünce, yorum ve sistem yoktur, olmaz da. Çünkü Allah katındaki tek hak din İslâm’dır. Tüm kâinât işte bu İslâm denilen düzen ve nizam ile ayakta durur, muhteşem döngüsünü devâm ettirir ve nizâmını korur. İslâm bu döngüyü, düzeni ve nizâmı Dünyâ’da da kurmak ve hâkim kılmak isteyen tek din, düşünce ve yorumdur. Zâten İslâm’dan başka hiç-bir sistemin ve dînin böyle bir düşüncesi, hedefi, amacı ve yorumu yoktur. Zîrâ onlar farklılaştıkça-farklılaşan ve bambaşka hâle gelen düşünce ve yorumların içinde keşmekeşlik içinde yaşamaktadırlar. 

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Nîsan 2024

Devamını Oku »