Önsöz
İnsanlar psikolojik olarak târihe meraklıdır. Olayın
ne zaman olduğunu öğrenme dürtüleri vardır. Bu yüzden de her alanda bunu
araştırırlar. En merâk edilen ise, bakıldığında muazzam bir büyüklüğe sâhip
olduğu kolayca görülebilen uzayın yaşıdır. Aslında insanlar ilk başta doğal
bakışın vermiş olduğu sonuçla kâinâtın yaşının çok da büyük olmadığını
kestirmişler, dînin verilerini de hesâba katarak bu yaşı belirlemişler ve
evrene en fazla 7-8 bin yıllık bir yaş biçmişlerdir. Gök-bilim araştırmalarında
“nasıl” sorularına/araştırmalarına zamanla “ne zaman” sorusu de sorulmaya
başlamış, fakat bu soru, “aydınlanma” ile başlayan seküler bir ideolojik
ön-kâbul ile sorulduğu için daha en başta “ne zaman” sorusuna “uzak, hem de çok
uzak” bir geçmiş cevâbı vermek nefse hoş görünmüştür. Çünkü uzaya
seküler/din-dışı bir bakış-açısıyla bakıldığı için nefsin uzaklaştırma
psikolojisi bunu kabûl etmeye meyyal olmuştur. Zâten Şeytan’ın görevi de
“uzaklaştırmak”tır. Ayrıca yine seküler düşüncenin kabûl ederek desteklediği
Evrim Teorisi de uzun zamanlara ihtiyaç duyduğundan, evrenin yaşının çok-çok
uzak bir geçmişte başladığını düşünmek ve kabûl etmek câzip hâle gelmiştir. Artık
araştırmalar hep eski bir târihi kanıtlayacak argümanlar aramak şeklinde
seyretmiştir. Hattâ bu zorlanmıştır. Ayrıca insanların büyük kesiminin çok kötü
şartlarda bulunmasından doğan îtirazları, bilimin ama özellikle de gök-bilimin
verileri (yalanları demek çok daha doğru olur) kullanılarak hem görsel/işitsel
hem de psikolojik etkenlerle savuşturulmaya çalışılmıştır ve bu sorun
insanların “boşluk”a düşürülmesiyle ber-taraf edilmiştir. Çünkü evrenin yaşı
büyüdükçe boşluk da arttığından dolayı “önce” ve “sonra”dan umut kesilmiş,
bencillik ve bireysellik öne çıkarılarak herkesi kendi derdine düşürmenin sosyal
planları da uygulanmıştır. Bu, hâlen devam ede-gelen bir taktiktir.
Binâenaleyh, bu teori sâdece fiziği ilgilendiren bir teori değil, sosyal
yansımaları da olan bir teoridir.
Bu teorinin evren için yaklaşık 15 milyar yıllık bir
yaş belirlemesi hem seküler ideolojilerin hoşuna gittiğinden, hem de insanların
anlamadığından ve sâdece manşetleriyle ilgilendiklerinden ve sosyal sonuçlarının
olası kötü durumlarını ön-göremeyeceğinden dolayı bir îtirazla karşılaşmamıştır.
Dindar olanlar tarafından da, materyâlistlere karşı “yaratılış” tezini öne
çıkardığını düşündüklerinden dolayı desteklenmiştir. Ateist bilim-adamlarının
îtirazları ise cılız kalmıştır.
Evet; “bu teori ideolojik bir teoridir” diyoruz.
“Zamânın” teorisidir. Öyle bir kurgulanmıştır ki her kesime ve
ideolojiye/düşünceye/inanışa hîtap edebilecek şekildedir. Zâten sâdece fikrî
bir teori olduğu için ve kesin olarak kanıtlanmayacağı için istenildiği gibi bilimsel
ve sosyâl şekillendirilmesi devâm eden bir teoridir. Sürekli poh-pohlanan bir
teoridir. Öyle ki insanlar artık şüphelenemeyecek duruma getirilmiştir. Îtiraz
etmeye utanılacak hâle gelmiştir. Anlamayanlar bile ateşli bir şekilde
savunuyorlar. Öne çıkarılmayan îtirazlar vardır sâdece. İşte biz de kendimizce
baktık, ölçtük-biçtik ve bu önermenin koca bir yalan olduğunu anladık ve
gördük. Îtiraz etmek ve bizce doğrusunu göstermek üzere bu kitabı hazırladık. İddia
ettiğimiz şeyin mutlak/kesin doğru olduğunu söylemiyoruz. Fakat yeni ve doğru
ufuklar açacağından emîniz. En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Big-Bang
Teorisi (Büyük Patlama Teorisi) Nedir?
Mehmet Yılmaz “teori”nin târifini şöyle
yapar;
“Teori kelimesinin etimolojisi eski Yunaca theoria=θεωρία (seyretmek, seyirci,
gösteri) kelimesine uzanır. Teori, bilimsel-gerçek demek değildir. Bilim-adamı
seyrettiği olaylar arasında bir bağ olduğunu düşünürse bir teori oluşturur.
Teorisine destek bulabilirse popüler olur. Ama herkesin onu desteklemesinin
bilimsel bir değeri yoktur.
1920’lerde birbirlerinden bağımsız
olarak, Rus matematikçi Alexander Friedman ve Belçikalı astronom Georges
LeMaître, matematik denklemlerden hareketle genişleyen bir evreni ön-gören
çözümler formüle ettiler. (Big-Bang Teorisi biraz da, râhip olan Georges LeMaitre’nin
“yaratılışı ispât etmek istemesi nedeniyle” zorlanarak ortaya atılmıştır).
1929’da Amerikalı astronom Edwin Hubble, uzak galaksilerden gelen ışık
spektrumunun sistemli bir şekilde kırmızı ucuna kaydığını gösterdi. Bu
kırmızıya kayma, ışık kaynaklarının görüş alanında uzaklaştığını gösteren bir
Doppler etkisi olarak değerlendirildi. Evrenin bir başlangıcı olduğunu varsayan
teori, 1949 yılında da Big-Bang adını aldı. (Big-Bang
terimi ilk kez İngiliz fizikçi Fred Hoyle tarafından 1949’da, “Eşyanın Tabiatı”
adlı bir radyo (BBC) programındaki konuşması sırasında kullanılmıştır).
1920’lerde Rus kozmolog ve matematikçi Alexander Friedmann ve Belçikalı fizikçi papaz Georges Lemaître tarafından ortaya atılan, evrenin bir başlangıcı
olduğunu varsayan bu teori, (sözde) çeşitli kanıtlarla desteklendiğinden bilim-insanları arasında, özellikle fizikçiler arasında geniş ölçüde kabûl görmüştür.
1929 yılında California
Mount Wilson gözlem evinde, Amerikalı astronom Edwin Hubble, kullandığı dev
teleskopla gökyüzünü incelerken, yıldızların, uzaklıklarına bağlı olarak kızıl
renge doğru yaklaşan bir ışık yaydıklarını saptadı. Bu buluş bilim-dünyasında büyük yankı uyandırdı. Çünkü bilinen fizik-kurallarına göre, gözlemin yapıldığı
noktaya doğru hareket eden ışıkların tayfı mor yöne doğru, gözlemin yapıldığı
noktadan uzaklaşan ışıkların tayfı da kızıl yöne doğru kayar. Hubble'ın
gözlemleri sırasında ise yıldızların ışıklarında kızıla doğru bir kayma fark
edilmişti. Yâni yıldızlar bizden sürekli olarak uzaklaşmaktaydılar.
Hubble, çok geçmeden çok önemli bir şeyi
daha keşfetti: Yıldızlar ve galaksiler sâdece bizden değil, birbirlerinden de
uzaklaşıyorlardı. (Bunu nasıl anladıysa..). Her-şeyin birbirinden uzaklaştığı
bir evren karşısında varılabilecek tek sonuç, evrenin her-an
"genişlemekte" olduğuydu. Evren genişlediğine göre, zaman içinde geriye doğru
gidildiğinde evrenin tek bir noktadan başladığı ortaya çıkıyordu.
Yapılan hesaplamalar, evrenin tüm
maddesini içinde barındıran bu "tek nokta"nın, "sıfır
hacme" ve "sonsuz yoğunluğa" sâhip olması gerektiğini gösterdi.
Evren, sıfır hacme sâhip bu noktanın patlamasıyla ortaya çıkmıştı. Evrenin
başlangıcı olan bu büyük patlamaya İngilizce karşılığı olan
"Big-Bang" ismi verildi ve bu teori de aynı isimle anılmaya başlandı.
10.000 Teorisi
Nedir?
10.000 Teorisi, evrenin kompleks/tamamlanmış bir
şekilde, oluşmasının aşama-aşama değil, bir-anda yaklaşık 10.000 yıl önce
“yaratıldığı”nı iddia eden bir teoridir. Bu teoriye göre yaklaşık 10.000 yıl
önce tüm kâinât orijinâl şekliyle (ki bu şekil yaklaşık şimdiki uzay görünümüne
benzer) bir mûcize olarak, yâni yaratılış ânı açıklanamayacak bir şekilde “bir-anda” yaratılmıştır. Kur’ân buna
“ilk-yaratılma” der: “Allah yaratmayı
(ilkin) başlatır, sonra onu iâde eder”
(Rum 11). “Niçin 10.000” sorusunun cevâbı zâten kitabın konusudur ve aşağıda ayrıntıları
ile anlatılmıştır.
İNDİRGENEMEZ
KOMPLEKSLİK
Atom-altı
parçacıklardan başlayıp molekül düzeyine; oradan, proteinin çok karmaşık
yapısından eşsiz bir fabrika olan hücreye; daha sonra gerek bitki ve hayvan ve
gerekse mükemmel bir varlık olan insana kadar canlılık sürecinde mükemmel bir
komplekslik göze çarpar. Hem de bu komplekslik indirgenemez bir kompleksliktir.
Öyle ki; bu yapılarda oluşacak mikro-boyutta bir eksiklik bile o yapının daha
başlamadan bitmesine neden olur.
İndirgenemez
komplekslik nedir? Michael
Behe, “indirgenemez kompleks” (irreducible complex) sistemi şöyle târif eder:
“Temel bir işleve katkıda bulunan, hayli uyumlu, etkileşim
içinde olan parçalardan oluşmuş ve her-hangi bir parçanın çıkarılması
durumunda sistemin işlevinin fiilen sona erdiği bir sistemdir. Daha genel
bir ifâdeyle “indirgenemez kompleks” bir sistem, birbirleriyle etkileşim içinde
olan ve her-hangi birinin çıkarılması durumunda sistemin artık çalışmayacağı
öğelerden oluşan sistemdir”.
“Canlı” dediğimiz organizma, değişik
işlevli organlarıyla koordine edilmiş bir bütündür. Bir parçasında oluşan bir
aksaklık organizmanın tümünün işleyişini etkiler. Bilim-felsefecisi Caner
Taslaman;
“Canlıların var olması için gerekli olan şartlar sıradan
şartlar değildir. Ancak çok-çok kritik değerlerin seçilmesi sonucunda bütün
canlıların ve biz insanların varlığı mümkün olmuştur. Evrende canlılığın
oluşabilmesi için proton ve elektronun kütleleri mevcut şekilde olmalıdır. Eğer
protonun kütlesinin elektronun kütlesine oranı 1836/1 oranında olmasaydı,
canlılığı mümkün kılan uzun moleküller oluşamazdı. Evrende mevcut olan bu
hassas ayarların “hepsinin birden” gerçekleşmesiyle ancak canlılığın
mümkün olduğuna dikkat edilmelidir. Bütün olasılıkların çarpımının, amacın
gerçekleşmesinin olasılığını verdiğini unutmamalıyız. Canlılığın varlığının,
bir-kaç olasılıktan birine bağlı gerçekleşmesi sıradan bir olasılık değildir”
der.
Bilindiği gibi canlı organlardan biri
olan gözün bütün parçalarının aynı-anda şekillenmesi gerekir. Zâten diğer bütün
organların da aynı-anda şekillenmesi gerekir. Aslında doğada her şey böyledir.
Kâinât da süper-kompleks bir yapıya sâhip olduğu için, bütün materyâllerinin
aynı-anda şekillenmeleri gerekir. Aynen “göz”de olduğu gibi. Yâni, böylesi bir
özellik ancak mükemmel olunca işe yarar ki bu da bu özelliğin indirgenemez
kompleks yapısını gösterir
Canlılığın indirgenemez kompleks
yapıları, bu yapıların yavaş-yavaş evrimleşmesine ve doğal seleksiyon ile bir
süreçte bir mekanizma olarak işlemesine izin vermez. Çünkü bu yapılar daha
basit parçalara bölündüklerinde işlevlerini yerine getiremezler ve yaşanmasını
mümkün kılacakları canlıyı var edemezler.
Canlılıkta
gözlemlenen şey, hepsinin mükemmel işleyişe sâhip olmalarıdır. Bu mükemmel
işleyişin oluşabilmesi için de bir-anda yaratılmış olmaları gerekir, Spontan(e) (âniden oluşan, birden-bire)
bir şekilde oluşması şarttır. Aksi
takdirde söylediğimiz gibi; bu yapılara kavuşamadan yok olacaklardır. Demek ki
Allah bütün canlılığı bir-anda mükemmel olarak yaratmıştır. Doğrudan,
hiçbir araç ve aracı kullanmadan yaratmıştır. Öyleyse “canlılık nasıl başlamıştır” sorusuna verilecek cevap: “Topluca,
âniden ve bir-anda yaratılmış” cevâbı olacaktır.
Şimdi de Dünyâ-dışı
bir ortam için aynı mantığı kuralım.. Bilindiği gibi Güneş sistemi; bir yıldız,
dokuz gezegen, (gerçi kaç tâne olduğuna
bir türlü karar veremediler ya)! bu gezegenlerin uyduları, gök-cisimleri
gibi materyâllerden oluşur. Bu sistemi detaylı olarak incelediğimizde; bütün
gezegen, uydu ve gök-cisimlerinin; bulunduğu yerler, sâhip oldukları hızlar,
yoğunlukları, büyüklükleri, Güneş’e olan uzaklıkları, jeolojik yapıları, kendi
ve Güneş etrafında dönüş yönleri ve hızlarının, özel olarak ve tam da olması
gerektiği gibi olduğunu görürüz. Bu durumlarındaki en ufak bir değişiklik ve
eksiklik bu sistemin kaosa sürüklenmesine neden olacaktır. Meselâ; Dünyâ, Güneş’e
biraz daha yakın yada uzak olsa, Dünyâ’nın bütün dengesi ve yapısı bozulur ve
içinde yaşanamaz bir hâle gelirdi. (çekim ve anti-çekim’den dolayı) Diğer
gezegen ve uydularda olacak ufak bir değişiklik bile Dünyâ’nın düzenine zarar
verirdi. Çok küçük bir işlem
hatâsı tam tersi bir sonuç verebilirdi. Yâni
bu sistem de tam olması gerektiği gibi şekillenmiştir.
Görüldüğü gibi; canlılıktaki kompleksliğin
aynısı kâinât için de geçerlidir. (Aslında evrenin yaratılması ise insanın
yaratılmasından daha büyüktür. Yâni evren insandan daha komplekstir). Kâinâtın
oluşmasının olasılığı ve mükemmelliği tıpkı proteinin oluşmasındaki hassasiyet
gibidir. İşte tüm bu yapıların bu yüzden aşama-aşama olması imkânsızdır.
Değişimlerin küçük ve yavaş-yavaş olmasıyla, büyük ve hızlı bir şekilde olması
fark etmez. İkisinde de aynı sonuçla karşılaşılır. Bir-anda yaratılmaları
şarttır.
Kâinâtın/bütünün parçalarıyla
arasında sımsıkı bir bağ vardır. Kâinâtı bu bağ anlamlı kılar. Bu durumda mevcut yapılar aşama-aşama,
ilkellikten mükemmelliğe doğru gelişmiş olamaz. Çünkü mükemmelliğe ulaşamamış
bir yapı eksik kalacaktır, eksik kalacağı için de şekillenemeyecektir. Bu
mükemmel sistem aşama-aşama çalışamaz, çünkü ara-aşamaların hiçbiri bir işe
yaramaz. Bu, kâinâttaki bütün varlık için
geçerli olan bir kuraldır.
İlkellikten
mükemmelliğe doğru bir gidiş olduğu düşünüldüğünde, insanın da ilkelken
mükemmelliğe doğru gittiği sonucu doğar ki evrim teorisi bunu savunur. Oysa
insan Âdem-Havva’dan bêri ilkel insan değildir. İnsan hiç-bir zaman ilkel
olmamıştır. (belki modern zamanlarda bir ilkellikten bahsedilebilir) Batı-anlayışı,
insanın ilkelden mükemmele doğru gittiğini düşündüğünden, evrenin de ilkellikten
modernliğe doğru gittiğini varsaymış ve teorisini/teorilerini bu anlayışla
geliştirmiştir. İşte Big-Bang denen zırvalığın felsefesini de bu anlayış
oluşturur.
Materyâlist bilim,
evreni ve insan hayâtını anlamsız gösterme telâşındadır. Bu yüzden evrene
parçacı bir yaklaşımla yaklaşırlar. Çünkü tamamlanamamış parça hâldeki bir yapı
eksik olduğundan dolayı aynı-zamanda anlamsızdır da. İşte teorimize göre bu
anlamsız durum kâinâtta hiç-bir zaman yaşanmamıştır. Bu varlığa (kâinâta) anlam
verilmediği bir “an” olmamıştır.
Evrenin Düzeni
“Bak
şu göğe nasıl yükseltilmiş ve hassas bir denge konmuş” (Rahman 7).
Evrende muazzam bir düzen vardır ve bu düzenin
kaynağı Yaratı’cıdır. Bu süper-kompleks düzeni bâzı alıntılar yaparak
gösterelim..
Kâinâtta bilinçli bir tasarım/düzen vardır.
Caner Taslaman bu tasarım/düzenden şöyle bahseder:
“Evreni meydana getiren patlama biraz daha şiddetli olsaydı,
evrendeki tüm madde dağılırdı; eğer patlama biraz daha yavaş olsaydı, bütün
madde hemen kapanacaktı. Her iki durumda da ne galaksiler, ne yıldızlar, ne Dünyâ’mız,
ne de canlılar oluşurdu. Patlamanın galaksileri, yıldızları, Dünyâ’mızı ve
canlıları oluşturacak şekilde olmasının olasılığı, havaya atılan bir kurşun
kalemin sivri ucu üstünde durması kadar bile değildir.
Evrenin başlangıçtaki homojen yapısı da galaksilerin
oluşmasının bir şartıdır. Başlangıç homojenliğindeki ufak bir azalma
galaksilerin oluşmasına izin vermeyecek ve tüm maddenin kara-deliklere
dönüşmesi sonucunu doğuracaktı. O zaman da biz var olamayacaktık.
Evrende entropi sürekli artmaktadır. Bu ise evrendeki
başlangıç ânında çok düşük entropili bir başlangıcın olması gerektiği anlamını
taşır. Bu olasılığın gerçekleşmesi imkânsızdır. Roger Penrose düşük entropili
bu başlangıcın gerçekleşme ihtimâlini 1010123’te 1 olarak
hesaplamıştır.
Evrende canlılığın oluşabilmesi için proton, nötron ve
elektronların kendi anti-maddelerinden daha fazla olmaları gerektiği gibi,
birbirlerine göre belirlenmiş oranlarda yaratılmış olmaları da gerekmektedir.
Bu da canlılığın bir şartıdır.
Evrende canlılığın oluşabilmesi için proton, nötron ve
elektronların kütleleri de mevcut şekilde olmalıdır. Bu parçacıkların mevcut
kütleleri farklı olsaydı yaşam için gerekli atomlar oluşamayacaktı.
Protonlar ve elektronlar çok farklı kütlelerine karşın
elektrik yükleriyle birbirlerini dengelerler. Eğer bu denge sağlanmasaydı da
canlılık için gerekli atomlar oluşamayacaktı. Elektronun elektrik yükü biraz
farklı olsaydı yıldızlar oluşamazdı.
Eğer evrendeki nötrino miktârı daha az olsaydı galaksiler
oluşamayacaktı. Eğer nötrino miktârı daha fazla olsaydı galaksiler çok yoğun
olacaktı. Her iki durum da canlılığın oluşmasını engellerdi.
Güçlü nükleer kuvvet çekirdekteki proton ve
nötronları bir-arada tutar. Bu kuvvet biraz daha zayıf olsaydı, hidrojen
dışında hiçbir atom, dolayısıyla canlılık oluşamazdı.
Zayıf nükleer kuvvet biraz daha güçlü olsaydı, çok fazla
hidrojen helyuma dönüşürdü. Eğer bu kuvvet biraz daha zayıf olsaydı,
yıldızlardaki ağır elementlerin oluşumu olumsuz etkilenecekti ve canlılık
oluşamayacaktı.
Elektromanyetik kuvvet daha şiddetli olsaydı kimyâsal
bağların oluşumunda sorun çıkardı. Eğer daha zayıf olsaydı kimyâsal bağların
oluşumu sorunlu olurdu ve canlılık için mutlak gerekli olan karbon ve oksijen
atomları yetersiz kalırdı.
Çekim gücü daha kuvvetli olsaydı, tüm yıldızlar bu kuvvetin
gücüne direnemeden kara-deliklere dönüşürdü. Eğer daha zayıf olsaydı, ağır
elementleri oluşturacak yıldızlar oluşamayacaktı. Her iki durumda da canlılık
oluşamazdı.
Zayıf nükleer kuvvet, güçlü nükleer kuvvet, elektromanyetik
kuvvet ve yer-çekimi kuvveti belli kritik değerler gözetilerek yaratılmaları
gerektiği gibi, birbirlerine göre uygun oranlarda da yaratılmaları
gerekmektedir. Bu hem galaksilerin ve yıldızların, hem de tüm canlıların var
olabilmesi için gerekli çok hassas bir dengedir.
Canlılığın oluşabilmesi için yıldızlar-arası mesâfe belli
bir büyüklükte olmalıdır. Eğer yıldızlar birbirlerine daha yakın olsaydı çekim-gücünün
fazlalığı gezegenlerin yörüngelerini bozacaktı. Eğer yıldızlar birbirlerine
daha uzak olsaydı süpernovalar tarafından evrene saçılan ağır atomlar çok geniş
bir alana yayılacaktı ve yaşam için gerekli atomlar yeterli düzeyde
olamayacaktı.
Hayat için gerekli atomlardan en önemli ikisi karbon ve
oksijendir. Bu atomlardan karbonun oksijen atomunun enerji seviyesine olan
oranı daha yüksek olsaydı canlılık için gerekli oksijen yetersiz olurdu. Eğer
mevcut oran daha düşük olsaydı canlılık için gerekli karbon yetersiz olurdu.
Süpernova patlamalarının uzaklığı, yakınlığı ve sıklık
derecesi de canlılık için çok önemlidir. Örneğin bu patlamalar çok yakın
olsaydı oluşacak radyasyon canlılığı yok edebilirdi. Eğer bu patlamalar çok
uzak olsaydı canlılık için gerekli ağır atomlar yeterli seviyede olmayacaktı.
Dünyâ’mızda canlılığın oluşabilmesi için galaksimizin belli
oranda maddeye sâhip olması gerekmektedir. Eğer madde oranı fazla olsaydı
Güneş’in yörüngesi değişirdi. Eğer daha az madde olsaydı, Güneş’imiz gibi
yeterli zaman yaşayacak bir yıldızın var olması mümkün olmayacaktı. Ayrıca
galaksimizin büyüklüğü, şekli ve başka galaksilere uzaklığı da canlılığın
oluşması için çok önemlidir.
Jüpiter gezegeninin büyüklüğü ve mesâfesi de Dünyâ’mızdaki
canlılığı mümkün kılan koşullardan biridir. Eğer Jüpiter şu-andaki yerinde ve
büyüklüğünde olmasaydı, Dünyâ’mız meteor yağmurlarına karşı bu kadar güvenli
olmazdı. Ayrıca mevcut yörüngemiz de değişirdi. Bu iki durum da canlılık için
ayarlanmış çok özel koşulları bozardı.
Dünyâ’mız, Güneş’e daha uzak olsaydı, yaşama olanak tanımayan
bir soğuk ve buzullarla karşı-karşıya kalırdık. Eğer Güneş’e daha yakın
olsaydık yer-yüzündeki su buharlaşır ve yaşam mümkün olmazdı.
Dünyâ’mızın çekimi daha fazla olsaydı, amonyak ve metan
oranının artması gibi durumlar yer-yüzünün canlılığa elverişli bir ortam
olmasını engellerdi. Eğer Dünyâ’mızın çekimi daha az olsaydı atmosfer çok su
kaybeder ve canlılık için elverişli ortam kalmazdı.
Dünyâ’mızın çevresindeki manyetik alan da çok özel olarak
ayarlanmıştır. Eğer bu manyetik alan daha güçlü olsaydı, Güneş’ten gelen
canlılık için yararlı ışınları da engelleyebilirdi. Eğer bu manyetik alan daha
zayıf olsaydı, Güneş’ten gelen zararlı ışınlar yaşamın oluşmasına olanak
tanımazdı.
Yer-yüzünden yansıtılan ışık ile yer-yüzüne çarpan ışık da
belli bir oranda olmalıdır. Eğer bu oran daha büyük olsaydı yer-yüzü buzullarla
kaplanırdı. Eğer bu oran daha küçük olsaydı sera etkisiyle aşırı ısınan yer-yüzü
yaşama elverişli olmazdı.
Yaşam için yer-kabuğunun kalınlığı da önemlidir. Yer-kabuğu
daha kalın olsaydı, atmosferden yer-kabuğuna oksijen transferiyle oksijen
dengesi bozulurdu. Yer-kabuğu daha ince olsaydı yer-kabuğunun her yerinden
sürekli volkanlar fışkırırdı. Bu ise hem iklimi değiştirir, hem de canlılığı
yok ederdi.
Atmosferdeki oksijen miktârı da yaşam için kritik bir
değerde yaratılmıştır. Bu değer eğer yüksek olsaydı, yer-yüzünde sürekli
yangınlar çıkardı. Bu değer eğer alçak olsaydı solunum yapmak imkânsız olurdu.
Atmosferdeki karbondioksit oranı da yaşamı mümkün kılacak
bir değerde yaratılmıştır. Karbondioksit daha fazla olsaydı sera etkisi
oluşacaktı. Eğer daha az olsaydı bitkilerin fotosentez yapması mümkün
olmayacaktı.
Dünyâ’mızdaki ozon miktârı da çok kritik bir değerde
yaratılmıştır. Eğer bu değer daha yüksek olsaydı yüzey sıcaklığı çok düşerdi.
Eğer bu değer daha düşük olsaydı hem yüzey sıcaklığı çok yükselirdi, hem de
yaşamı yok edecek şekilde ultraviyole artardı.
Yaşam için atmosfer basıncının da belli bir değerde olması
gerekmektedir. Eğer atmosfer basıncı daha düşük olsaydı, buharlaşan su-miktârı
artacak ve bu sera etkisi oluşturacaktı, atmosferdeki su-buharı azalacak ve Dünyâ
çölleşecekti.
Atmosferdeki havanın solunabilmesi için havanın belli bir
basınçta, akışkanlıkta ve yoğunlukta olması lâzımdır. Atmosferin yoğunluğunda
ve akışkanlığındaki ufak bir değişiklik nefes almamızın imkânsız olmasına sebep
olabilirdi.
Canlılık için olmazsa-olmaz şart olan karbon atomunun,
yıldızların içindeki oluşumu çok kritik değerler altında meydana gelmektedir.
Bunun için iki helyum atomu birleşip 0.000000000000001 sâniye gibi kısa bir
süre berilyum atomuna dönüşürler ve üçüncü bir helyumun eklenmesiyle karbon
atomu oluşur. Bahsedilen atomların enerji seviyelerindeki ufak bir farklılık
karbon atomunun ve canlılığın ortaya çıkışını imkânsızlaştırırdı.
Tüm canlılar karbon atomunun diğer elementlerle bileşikler
yapması sâyesinde var olmuşlardır. Karbon, yaşam için gerekli olan bileşikleri
ancak dar bir sıcaklık aralığında gerçekleştirebilir. Bu sıcaklık aralığı ise
Dünyâ’nın sıcaklığıyla tam uyumludur. Oysa evrende yıldızların içindeki
milyarlarca derece sıcaktan mutlak sıfır olan -273 dereceye kadar geniş bir
aralık mevcuttur.
Karbon atomunun oluşturduğu kovalent bağlar gibi zayıf
bağlar da ancak belli bir sıcaklık aralığında gerçekleşebilirler. Bu
sıcaklık aralığı ise Dünyâ’da var olan sıcaklık aralığı ile tam uyumludur.
Zayıf bağlar gerçekleşmese hiçbir canlı var olamazdı.
Yaşam için bütün şartları yerine getiren Dünyâ’mızın,
yaratılma zamanı da yaşama tam uygun olarak seçilmiştir. Dünyâ eğer daha önce
yaratılsaydı canlılık için gerekli ağır atomlar (karbon, oksijen gibi) yeterli miktârda
bulunmayacaktı. Eğer Dünyâ’mızın yaratılışı daha sonraya kalsaydı, Güneş
sistemimizi oluşturacak yoğunlukta ham-madde kalmamış olacaktı.
Canlılığın mümkün olabilmesinin şartlarından biri de suyun
belirli bir yüzey gerilimine sâhip olmasıdır. Bitkilerin suyu topraktan
emmeleri ve en üst noktalarına kadar iletebilmeleri bu gerilimin tasarlanmış
olması sâyesindedir. Bu gerilim daha farklı olsaydı ne bitkilerden, ne de diğer
canlılardan söz edebilirdik.
Suyun reaksiyon kâbiliyeti de canlılığın diğer şartlarından
biridir. Su ne bâzı asitler gibi parçalayıcı özellikler gösterir, ne de argon
gibi hiçbir reaksiyona girmeden durur. Suyun akışkanlık değeri, suyun katı
hâlinin sıvı hâlinden daha hafif olması da yer-yüzündeki canlılığa büyük
katkıda bulunur”.
Caner Taslaman ilâve olarak:
“Bunlardan bir tânesini bile değiştirmemiz canlılığı imkânsız
kılacaktır. Evreni meydana getiren başlangıçtaki “patlamanın” şiddetindeki
hassas ayarı ele alalım. Evrenin genişleme hızını bu başlangıç belirlemektedir;
bu genişleme hızındaki ufak bir değişiklik, sâdece canlıların oluşamaması
değil, aynı-zamanda galaksilerin ve yıldızların da oluşamaması anlamına
gelmektedir. Bu genişleme hızındaki kritik ayar 1060’ta
1’dir; yâni, 1060’ta 1’lik bir
değişiklik bile galaksilerin ve canlılığın oluşamaması anlamına gelmektedir. 1060,
Dünyâ’mızdaki tüm atomların toplamından da büyük bir sayıdır: “Trilyon x
trilyon x trilyon x trilyon x trilyon”a eşittir. Eğer Dünyâ’nın her-hangi bir
kum-tanesinin içinde var olan milyonlarca atomun içine bir atom saklasanız ve
Dünyâ’daki atomlardan rastgele bir atom çeken kişinin, bu tek atomu bir kerede
bulmasını bekleseniz; bunun olasılığı bile 1060’ta
1’den büyüktür. Evrenin başlangıcındaki entropinin hassas ayarı, evrenin
muhtemel sonunun entropisinden yola çıkılarak hesaplanır. Aslında evrenin
başlangıcı, pekâlâ aynı hacimdeki bu sonun entropisine sâhip olabilirdi;
böylesi bir durumda ne galaksimiz, ne Dünyâ’mız, ne de bu kitabı yazan ve
okuyanlar var olabilirdi. Evrenin başlangıç entropisindeki hassas ayarı hesaplayan
Penrose, sonucu şöyle değerlendirmektedir. “Yaradanın ne kadar isâbetle
hedefini belirlediği görülüyor, yâni doğruluk oranı şöyledir: 1010123te
1.” Ortaya çıkan bu sayının iki-üslü
yazılma sebebi, bu sayıyı üssüz olarak yazmaya (1’in arkasına sıfırlar
koyarak), evrendeki tüm ham-maddenin bile yetersiz kalacak olmasıdır. Bu
sayıyı üssüz olarak yazmak için evrendeki proton-nötron gibi tüm parçacıkların
(1080 kadar)
ve tüm ışık taneciklerinin (1088 kadar) her birinin üstüne katrilyon (1015) tane sıfır yazsaydık bile; ancak 10104 tane
sıfır yazabilirdik. Oysa 10123 tane sıfır yazabilmek için bu evrenimiz gibi
on milyon (107) kere trilyon (1012)
daha fazla evrene sâhip olmamız ve o evrenlerin proton, nötron ve ışık
parçacıklarını (fotonlarını), katrilyonlarca sıfır yazılabilen defterler
olarak kullanmamız gerekirdi ki ancak evrenin başlangıç entropisinin hassas
ayarını ifâde eden, bahsedilen sayıyı üssüz olarak yazmayı başarabilelim. Bahsedilen
yasaların ve bu yasalardaki hassas ayarların “hepsi birden” olmadan,
canlılığın ve bizim var olmamız mümkün değildir” der. Yâni, canlılığın
varlığı, bahsedilen bu çok kritik oluşumların “hepsinin birden”
gerçekleşmesine bağlıdır” der.
Brandon Carter:
“Dünyâ’da yaşamın ve daha sonra bilinç, entelektüalite ve
zekânın ortaya çıkabilmesi için, bâzı fiziksel değerlerin son-derece
dar-sınırlar içinde kalması gerekmektedir. Bu değerlerden en ufak bir sapma
evrenin şimdiki fiziksel varlığı ile bağdaşmayan çok farklı bir evrenin ortaya
çıkması demektir” der.
İncelediğimiz
örnekler, evrenin ve Dünyâ’mızın içindeki oluşumların, yaşamı mümkün kılacak
şekilde düzenlendiğini göstermektedir. Tüm bu düzenlemelerin tesadüfen,
bilinçsizce, rastgele oluştuğunu söylemek mantıklı değildir. Sağ-duyuya da
aykırıdır. Evrenin bilinçli bir şekilde düzenlendiğini inkâr etmenin kökeni
mantıksal değil, daha ziyâde psikolojiktir. Astronomi, fizik, kimyâ gibi
bilimlerin verileri; evrenin çok kritik değerler gözetilerek, yaşama tam uygun
olarak hazırlandığını ortaya koymaktadır. Eğer biyoloji alanına geçilirse bu
deliller çok daha artmakta, her canlıdan, evrenin bilinçli olarak
düzenlendiğine dâir kanıtlar sağlanmaktadır.
Caner Taslaman,
“Allah’tan Evrene” adlı kitabında amino asitlerin ve proteinin nasıl da hassas
ayarlarda var olduğunu da şöyle açıklar:
“Bir proteindeki amino
asitlerin sırf sol-elli olmasının olasılığı şöyle hesaplanır:
Bir amino asidin sol-elli olma olasılığı: 1/2
İki amino asidin sol-elli
olma olasılığı: 1/2 x 1/2
Üç amino asidin sol-elli
olma olasılığı: 1/2 x 1/2 x 1/2
400 amino asidin sol-elli olma olasılığı: 1/2400
1/2400 ise yaklaşık
olarak 1/10120’ye eşittir.
Bu olasılığın matematiksel olarak imkânsız denebilecek kadar düşük olduğunu
şöyle düşünerek anlayabiliriz: Bütün evrende 1080 adet olan proton ve nötronu, bütün evrendeki
fotonlarla ve elektronlarla toplarsak 1090’dan küçük bir sayı elde
ederiz. Evrenin ortalama yaşı olan 15 milyar yıl x 365 gün x 24 saat x 60
dakika x 60 sâniye = 473. 040. 000. 000. 000. 000 sâniye; evrenin başından
şu-âna kadar geçen zamânı ifâde eder. Bu sayıya yuvarlak olarak 1018 sâniye
diyebiliriz. Bu iki sayıyı çarparsak 1090 x 1018 = 10108 eder. Bu sayı, evrendeki her
bir proton, nötron, elektron ve foton; evrenin her sâniyesi bir deneme yapmış
olsalar, oluşacak toplam deneme sayısıdır.
Matematiğin karşımıza çıkardığı bu tablodaki olağan-üstülüğü
görebiliyor musunuz? Sâdece ve sâdece 400 amino asitli bir proteinin sırf
sol-elli amino asitlerden kurulu olması gibi basit bir aşamanın oluşma
olasılığı 10120’de
1’dir. Bunun anlamı şudur: Uçsuz-bucaksız dediğimiz bütün evrenin elektron,
proton, nötron ve fotonlarının her biri canlılardaki 20 amino asitten birine
dönüşselerdi ve evrenin oluşumundan îtibaren her sâniyede bir deneme
yapsalardı bile; tek bir 400 amino asitli proteinin amino asitlerini, sol-elli
olarak oluşturmaya bile imkân bulamazlardı.
Biyolog Steven Rose, basit bir proteini amino asit dizilimleri
açısından ele almakta ve bu proteinin amino asit uzunluğunda 10300 olası
form olabileceğini, bu olası formlar gerçekten var olsalardı ağırlıklarının 10280 gram olacağını; oysa evrendeki tüm maddenin tahmînî
ağırlığının 1055 gram olduğunu söyler. Bu da belirli bir proteinin formunun
tesâdüfen elde edilmesinin ne kadar imkânsız olduğunu değişik bir yaklaşımla
göstermektedir.
Proteinlerin amino asitlerinin doğru sırada olması protein
açısından hayâti öneme sâhiptir. Amino asitlerin bir kısmı suya karşı daha
hassastır, bir kısmında ise bu hassasiyet yoktur. Proteinlerin oluşumunda suya
karşı hassas amino asitlerin içte, bu hassasiyeti olmayanların dışta olması
gibi eğilimler vardır. Fakat bir amino asidin belli bir yerde olmasını
zorunlu kılan fiziki-biyolojik bir yasa mevcut değildir. Böyle bir yasa
olsaydı, bu yasa yan-yana bırakılan amino asitlerin hep aynı bileşikleri
yapmasına sebep olurdu; zâten böyle bir durumda çok çeşitli proteinlerin
varlığı gözlemlenemezdi.
Uzayın yaratıldığı ilk-andan îtibaren, uzaydaki bütün madde,
tek bir proteini tesâdüfen ortaya çıkarmaya çalışsaydı bile, bu yine de mümkün
olamazdı.
Protein tam olarak oluşmadan işe yaramaz ve
avantaj sağlayamaz. Tüm proteinlerin aynı zamanda ve aynı noktada buluşması
zorunludur. Aksi halde oluşamaz.
Tüm detaylar eksiksiz bir yapıda olmalıdır. Yavaş-yavaş
olmaz. Tek bir ayrıntının bile eksik olması sistemi bozacak ve o yapı
oluşamayacak ve dağılıp gidecektir”.
New York Üniversitesi'nden kimyâ
profesörü ve DNA uzmanı olan Robert Shapiro, sâdece basit bir bakteri
hücresinde bulunan 2.000 çeşit proteinin (insan hücresinde ise yaklaşık 200.000
çeşit protein vardır) rastlantısal olarak ortaya çıkma ihtimâlini
hesaplamıştır. Elde ettiği rakam, 1040.000’de
bir ihtimâldir. "1" rakamının yanına 40 bin tane sıfır konulduğunda
elde edilen bu akıl-almaz sayı, proteinlerin hiçbir şekilde tesadüfen
oluşamayacağının çok açık bir delilidir. (Matematikte 1050'de
1'den daha küçük olasılıklar, "sıfır ihtimâl" sayılır. )
Proteinin nasıl kompleks bir yapıya sâhip
olduğunu gördük. Proteinin diziliminde
oluşacak en ufak bir aksaklıkta, protein ya şekillenemez ya da biçimsiz bir
şekil ortaya çıkar. Kâinâtın yapısıysa, proteinden çok daha komplekstir.
Dizilimde oluşacak en ufak bir aksaklık, kâinâtın böyle mükemmel bir düzene
girmesine izin vermez. Big-Bang Teorisi’nde ise bir aşama sürecinden
bahsedilir. Aşamanın olduğu yerde ise komplekslik yok demektir,
kompleksliğin olmadığı yerde de, ya biçimsizlik ya da oluşamama (yokluk) olur.
Brandon Carter tarafından ortaya atılan Antropik
İlke terimine göre, Dünyâda yaşamın olabilmesi için bâzı
fiziksel değerlerin son derece dar sınırlar içinde kalması gerekmektedir.
Yapılan hesaplar bu değerlerin şimdikinden çok az farklı olması durumunda
bile, Dünyâ’da canlıların ortaya çıkmasının mümkün olamayacağını
göstermektedir. Görünüşe göre canlılar varlıklarını son derece hassas bir
dengeye sâhip ve ince bir şekilde ayarlanmış olan bu fiziksel değerlere
borçludur. Evren sanki onların ve insan bilincinin ortaya çıkmasını sağlamak
için bu şekilde tasarımlanmıştır. Bu fiziksel değerler o kadar dar sınırlar
içinde tutulmuşlardır ki, en ufak bir sapma yaşamla asla bağdaşmayacaktır.
Melih Cevdet Anday da, Düzenli Dünyâ
şiiriyle bu düzenden bahseder:
Bayılırım şu düzenli Dünyâ’ya
Kışı, yazı, baharı, güzü, gecesi gündüzü sırayla
Ağaçların kökü içerde
Dalların başı yukarda
İnsanların aklı başında
Beş parmak yerli-yerinde
Baş, işâret, orta, yüzük ve serçe
Diyelim ki kalksa da serçe, orta parmağa doğru yürüse
Ne haddine
Yahut akasyanın biri başını toprağa daldırdığı gibi bir
gezintiye çıksa
Merhaba kestâne, merhaba çam
Esselâmunaleyküm ve aleykümselam
Kimsin nesin nerelisin derken
Laf açılır mı bizim akasyanın kökünden
Bir uğultudur başlar rüzgarda
Kökü dışarıda, kökü dışarıda
Bayılırım şu düzenli Dünyâ’ya
Kışı, yazı, baharı, güzü, gecesi, gündüzü sırayla
Ağaçların kökü içerde
Dalların başı yukarda
İnsanların aklı başında
Altta ölüler
Üstte diriler
Gel keyfim gel.
Aslında Tasarım Delîli de açıklamada
yetersiz kalır. “Bu etki nasıl yapılmıştır” sorusu cevaplanamaz çünkü. Aslında;
“evrimcilerin dediğinin aynısı olmuş, fakat süreci bir “Bilinç” kontrôl etmiş”
dediğinizde bu açıklama kesinlikle bilimsel olmaz. Yaratılmanın “bilinçli” yada
“bilinçsiz” olduğunu söylemek arasında bilimsel olarak fark yoktur. İkisi de
“inanç” işidir. Bir-anda olmadığında “rastgele” yada “şans” kelimeleri anlam
kazanmaya başlar. “Allah’ın müdâhalesi” süreci değiştirmediğine göre, sürecin
“şans” ile meydana geldiğini söyleyenlerin söyledikleri şeyler doğrudur. Yâni;
“tamam, sizin söylediğinizin aynısı, fakat rastgele değil, müdâhale ile”
denmesi inanmayacak biri için bir anlam ifâde etmez. İnanmak ise, -bu süreçleri
tâkip edip de inanmayanlar olduğuna göre- bu süreçlerin konusu değildir. Big-Bang
Teorisi’ni kabul edenlerin tamâmı evliyâ değildir nede olsa. Bu süreçler sâdece
“inanmış” olanların îmanını pekiştirir. Meta-fizik ve dîni bir açıklama için
ise tatmin edici değildir. Allah’ı maddîleştirir. Çünkü “maddeye sâdece maddî
bir etki yapılabilir ve maddî etki de yine maddî olan biri tarafından
yapılabilir” gibi bir sonuç çıkabilir. (Hâşa) sanki Allah burada insana hizmet
eden bir varlık gibi gösterilerek nesneleştirilirken, insan ise özneleştirilir.
“İnsan-merkezli bir ontoloji inancı açığa çıkar. İnsan-merkezli açıklamalar
her-zaman yetersiz olur. Allah-merkezli açıklamalardan mahrum olunduğunda
ortaya konan hemen her şey yakın-uzak vâdede insanlara, canlılara ve hattâ tüm
kâinâta zarar verir. Zâten Şeytan’ın Big-Bang ve Tasarım Delîline sesini
çıkarmaması bu yüzdendir. Kâinâtta bir “tasarım” vardır. Fakat bu tasarım bir
sürece tâbi değildir. Allah’ın tasarlaması ve yaratması aynı-anda olur.
Allah’ın yaratması için “neden”e mi
ihtiyacı var? Eğer öyle olsaydı Allah nedene bağımlı olurdu. Nedensel ilkeyi doğru
bir şekilde ispatlayamamak, bir nedenin olmadığı anlamına gelir.
Bu tasarım faktörlerinden/inceliklerinden
bahseden Caner Taslaman da:
“Evreni ve canlıları incelememiz sonucunda bunların
bilinçle, kudretle ve yüksek bir ilimle tasarımlandıklarını rahatlıkla
anlayabiliriz; fakat Tanrı’nın bu tasarımları ‘nasıl’ oluşturduğu konusunda
aynı rahatlıkla konuşamayız” der.
Tüm bu söylenenler aslında, kâinâtın bir
süreçten geçmediğinin; Allah tarafından bir mûcize olarak bir-anda
yaratıldığının delîlidir. Meydana gelme ihtimâli “sıfır” olan şeylerin
açıklaması başka nasıl yapılacak ki? Demek ki bir süreçle oluşma ihtimâli yok.
Çünkü olağan-üstü durumlar var. Olağan-üstü durumlar kelimenin kendisinin de
söylediği gibi “olağan” değildir, “olağan”ın üstündedir. O hâlde “bir süreçte
yaratılma” değil; “bir-anda yaratılma” vardır.
Bilim-adamları bu tasarımların Big-Bang
sürecinde yaşandığını söylerken, biz; olduğu gibi, bir süreç olmadan bir-anda
tasarlanıp yaratıldığını söylüyoruz.
Sistemi oluşturan parçalar o kadar
komplekstir ki, o parçaların tamamı aynı-zamanda, aynı-mekanda bir-anda
buluşmaları gerekir. Aksi-halde oluşamazlar. Big-Bang sürecine göre bu buluşma
imkânsızdır. Çünkü parçaların çoğu oluşmamıştır.
Dünyânın ve
gezegenlerin bu özel yapıları, durumları ve yerleri aşama-aşama, ilkelden
kompleksliğe doğru gelişerek oluştuğu düşünüldüğünde, yerlerinde ve yapılarında
ister-istemez değişme olacağını görecektik. Bu değişmeyse, Dünyâ’nın ve
gezegenlerin Güneş’e olan yakınlıklarından yada uzaklıklarından dolayı, ya
Güneş’e düşmelerine, yada yörüngelerinden merkez-kaç kuvveti nedeniyle kopup
uzay boşluğuna kaçmalarına neden olacaktı. Bu, aşamalı yaratılışta kaçınılmaz
sondur. Aynen yukarıda bahsettiğimiz canlı yapılardaki eksikliklerin yol
açacağı ârızalara yol açardı, yâni Güneş-sistemimiz daha başlamadan yok olurdu.
Aşamalı bir yaratılışta bir-sürü aksaklıklar çıkacak, sorular yanıtsız kalacak
ve bilim büyük açmazlara girecektir.
Kâinât bir organizma gibidir. Bölünmez
bir bütündür sanki. O yüzden de “bütün” olarak yaratılmalıdır. Yoksa işlevini
yerine getiremez. Kâinât bütün hâlinde hareket etmeye mecburdur. Modern akıllar
bütünlüğü sevmedikleri için buna karşıdır.
Eksik yapı, bir nevi hatâlı yapıdır.
Allah ise hatâlı iş yapmaz. Müzikte olduğu gibi, en ufak bir akort bozukluğu
müziği müzik olmaktan çıkarır. Kâinât materyâlleri ancak,
materyâller oluşumları eksiksiz bir şekildeyken hareketlerini
gerçekleştirebilirler.
Evren kaos değil kozmos,
yâni her şeyiyle uyumlu ve düzenli bir durum olduğu için estetik bir
durumdadır. Bir şeyin anlam ifâde etmesi için; güç-kudret-estetik ifâde etmesi
için o yapının tamamlanmış olması gerekir. Yoksa anlamsız yapılar güç/kudretten
yoksun oldukları gibi, estetikten de yoksun olurlar. Bu durum tevhide
aykırıdır. El Bedî, “her-şeyi en iyi ve estetik bir şekilde yapan anlamındadır.
Allah, estetik olmayan bir yaratma yapmaz/yapmamıştır.
Kâinâtın bu mükemmel düzeni, kâinâtın
adâletidir. Nasıl ki toplumda meydana gelen en ufak bir adâletsizlik (rüşvet,
vergi kaçırma vs.) düzenin bozulmasına yol açıyorsa, kâinât materyâllerinin
düzeninde meydana gelecek olan en ufak bir düzensizlik yâni adâletsizlik de
“kaos”un doğmasına yol açacaktır. Hâlbuki evrende hiçbir zaman kaotik bir ortam
olmamıştır. Çünkü Allah’ın yaratmasında kaoslara yer yoktur.
Kâinâttaki parçacıklar, gezegenler,
yıldızlar, galaksiler süper-kümeler vs. gidecekleri ve duracakları müthiş özel
noktayı hangi bilinçle/akılla becerebilmişlerdir? Geldikleri yere gelince
“tamam artık duralım” mı demişlerdir? Hayır; Allah onları şu-anda zâten
bulundukları yere ve konuma yerleştirmiştir. Bunu nasıl mı yapmıştır? Allah
olmayan bilemez. Kendilerini (hâşa) Allah zannedenlerse hiç bilemez.
Gök-cisimlerinin uzaydaki dağılımı ve aralarındaki devasa boşluklar
Dünyâ’da canlı hayâtının var olabilmesi için zorunludur. Gök-cisimleri
arasındaki mesâfeler, Dünyâ’daki yaşamı destekleyecek biçimde pek çok evrensel
güçle uyumlu bir hesap içinde düzenlenmiştir. Michael Denton, Nature’s Destiny
(Doğanın Kaderi) isimli kitabında
süpernovalar ve yıldızlar arasındaki mesâfeyi ve dengeleri şöyle
açıklamaktadır:
Süpernovalar ve aslında bütün yıldızlar
arasındaki mesâfeler çok kritik bir konudur. Galaksimizde yıldızların
birbirlerine ortalama uzaklıkları 30 milyon mildir. Eğer bu mesâfe biraz daha az
olsaydı, gezegenlerin yörüngeleri istikrarsız hâle gelirdi. Eğer biraz daha
fazla olsaydı, bir süpernova tarafından dağıtılan madde o kadar dağınık hâle
gelecekti ki, bizimkine benzer gezegen sistemleri büyük olasılıkla asla
oluşamayacaktı. Eğer evren yaşam için uygun bir mekân olacaksa, süpernova
patlamaları çok belirli bir oranda gerçekleşmeli ve bu patlamalar ile diğer tüm
yıldızlar arasındaki uzaklık, çok belirli bir uzaklık olmalıdır. Bu uzaklık,
şu-an zâten var olan uzaklıktır.
Evrendeki yörüngeler sâdece bâzı
gök-cisimlerine âit değildir. Güneş sistemimiz, hattâ diğer galaksiler, başka
merkezler etrafında büyük bir hareketlilik gösterirler. Dünyâ ve onunla
birlikte Güneş Sistemi her yıl, bir önceki yerinden 500 milyon km. uzakta
bulunur. Gök-cisimlerinin yörüngelerinden en ufak bir sapmanın bile sistemi
alt-üst edecek kadar önemli sonuçlar doğurabileceği hesaplanmıştır. Örneğin
Dünyâ yörüngesinde, normalden fazla veya eksik 3 mm’lik bir sapmanın yol
açabilecekleri, bir kaynakta şöyle târif edilmektedir...
Dünyâ, Güneş çevresinde dönerken öyle bir yörünge çizer ki, her 18 milde
doğru bir çizgiden ancak 2,8 mm ayrılır. Dünyâ’nın çizdiği bu yörünge
kıl-payı şaşmaz; çünkü yörüngeden 3 mm’lik bir sapma bile büyük felâketler
doğururdu: Sapma 2,8 yerine 2,5 mm olsaydı, yörünge çok geniş olurdu ve
hepimiz donardık; sapma 3,1 mm olsaydı, hepimiz kavrularak ölürdük.
Evrendeki söz-konusu iş-bölümünde meydana gelebilecek tek bir aksaklık bile
son derece ciddî sonuçlara hattâ kâinâtın ölümüne bile sebep olabilir. (O hâlde
bütün bunların aşama-aşama oluşması
mümkün olabilir mi?) Elbette ki böyle bir şey mümkün değildir.
Eğer bir mekanizma, kendi-kendine
oluşamayacak kadar kompleksse ve aynı-zamanda çalışabilmesi için bütün
parçalarının eksiksiz olarak bir-arada olması gerekiyorsa, bu durum söz-konusu
teorisyen için savunduğu teoriyi ortadan kaldırmaya yetecek kadar büyük bir
delildir.
Şöyle bir iddiam var...
Bu mükemmel kâinat döngüsü çok hassas
oranlarda-kriterlerde düzenini korur. Öyle ki; evrendeki galaktik düzen,
Samanyolu Galaksisi’nin dengesine bağlıdır. Samanyolu Galaksisi’nde oluşacak en
ufak bir yalpalanma, galaktik kümelerin ve en sonunda evrenin kendisinin
bozulmasına yol açacaktır. Samanyolu Galaksisi de bu düzenini Güneş sistemine
borçludur. Güneş sisteminde meydana gelecek ufak bir yalpalanmada Samanyolu
Galaksisi’nin düzeni de bozulacaktır. Güneş sistemimiz ise düzenini Dünyâ’nın
varlığına borçludur. Dünyâ’nın yörüngesinde ya da yapısında meydana gelecek
olan olası bir düzensizlikte Güneş sistemi olumsuz şekilde etkilenecektir.
Dünyâ’nın düzenini korumasına gelince; bu da insanın varlığı sâyesinde olur.
İnsanın tasavvurunda ve dolayısıyla eyleminde meydana gelecek bir bozulmada,
kısa ya da uzun vâdede insan yıkıma uğrayacaktır. İnsan yıkıma uğrayınca da
Dünyâ yıkıma uğrayacaktır. Bunun sonucunda ise Güneş sistemi bozulmaya
başlayacaktır. Ve en nihâyetinde insan da mevcut düzenini mânevi yapısını
oluşturan fıtrata borçludur. Vahyi göz-ardı ederek fıtratına aykırı bir yaşamı
seçtiğinde çok da uzun olmayan süreler içinde insan ve insanlık fesada
uğrayacaktır. Bu fesat da yıkımı getirecektir. Çünkü insan aslında bütün
enerjisini ve dengesini mâneviyatından alır. Bu silsile; Dünyâ insandan, Güneş
sistemi Dünyâ’dan vs. diye gider.
Şimdi; kırılmayla başlayan ve en sonunda
kaosla sonuçlanan bozulma serüvenini kısaca anlatacak olursak:
Vahiy göz-ardı edilerek yaşandığında ilk
önce insan, insanın bozulmasından Dünyâ, Dünyâ’nın bozulmasından Güneş sistemi,
Güneş sisteminin bozulmasından Samanyolu Galaksisi, Samanyolu Galaksisi’nin
bozulmasından Samanyolu Galaksisi’nin de içinde bulunduğu galaktik küme, bu
galaktik kümenin bozulmasından diğer süper-kümeler ve en nihâyetinde de kâinat
yıkıma uğrayacaktır.
Budha:
“Cehâlet ve günahlar
artınca, yalnızca insan hayâtı kısalmaz, evren de bozulmaya yüz tutar” der.
Türklerin eski dinleri olan
Tengricilikte; Tengriciler, doğaya çok önem verirler. Doğada bir dengenin
olduğuna, bu dengenin değiştirilmesi durumunda insanların ve diğer canlıların
zarar göreceklerine inanılır.
Kâinat ve insan mükemmel bir uyum
içerisindedir. Bu unsurlardan birinin eksikliğinde bu uyum bozulur. Bu yüzden
birinin öbüründen daha önce yada daha sonra yaratılmış olması, uyum
bozulacağından dolayı kaosun çıkmasıyla sonuçlanır. Tabî ki bu uyumun Allah’ın
dilediği zamana kadar korunması en temelde Kur’ân=Vahiy ile olur.
Kur’ân-ı Kerim’in mûsikisinde müthiş bir
uyum vardır. Bu uyum, harflerin mükemmel dizilişinden kaynaklanır.
Henning de, Kur’ân'ın ibâreleri,
lafızları ve harflerinin mûsikisi konusundaki araştırmasıyla, bu ses ve âhenk
bütününün, titiz bir şekilde hesaplanmış bir senfoni oluşturduğunu ve bunun da
onda ifâde edilen anlamla uyum içerisinde olduğunu ortaya koymuştur.
“Bu senfoninin notaları arasındaki ilişki ve notaların yeri
o kadar düzenli ve hassastır ki, yapılacak en küçük bir değişiklik ondaki
âhengi ve ritmi açıkça hissedilir tarzda bozacaktır” der.
Bu aynen; kâinatın düzeninde oluşacak
olan en ufak bir düzensizliğin onu kaosa doğru sürükleyeceği gibi bir durumdur.
Zâten kâinatın içinde bulunan tüm komplekslikler bu kompleksliğini kâinatın
kompleksliğinden alırlar.
“O
Allah ki yaratandır, kusursuzca var edendir, şekil verendir. En güzel
isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O’nu yüceltmektedir. O
Üstündür, Bilgedir”
(Haşr 24).
Mükemmel hâlden bir önceki hâlde evren
materyâli muazzam konumunda ve durumunda olamayacağı için, evren materyâlinin
bir önceki hâlinde ve yerinde mecbûren bir kusurun olması gerekecektir. İşte bu
durum Allah’ın “kusursuzca var etmesi”ne aykırıdır. Bir yıldızın/gezegenin bir
önceki hâli-durumu-yeri mükemmel hâl-durum-yer olmadığı için kusurludur çünkü.
O kusurlu hâl-durum-yeri de mecbûren Allah yaratacağı için, (hâşa) Allah’ın
kusurlu iş yaptığı ortaya çıkar ki böyle bir şey düşünülemez.
Big-Bang sürecine Allah’ın sürekli
müdâhale ederek gelişmeleri yada aksilikleri denetlediğini ve düzelttiğini
söylerler. Fakat bu, sağduyuya aykırıdır. Allah “ilk-yaratma”da bilinçsiz
eşyaya iç-dinamiklerini verir ve onlar da işlerini tam bir titizlikle yaparlar.
“İlk-yaratma”nın mekaniksel bir açıklaması yapılamaz. Allah “ilk-yaratma”yı çok
hassas bir ayarla yapmıştır. Allah’ın sürekli müdâhale etmesi bilinçli
varlıklar için geçerlidir. Aksi hâlde taşa-toprağa da yazılı vahiy indirmesi
gerekirdi. Fakat onlara sâdece potansiyel olarak iç-dinamiklerini bildirmiştir.
O yüzden de bozulmaları/kaymaları mümkün değildir. Fakat bir irâdeye sâhip olan
insana sürekli uyarılarda ve müdâhalelerde bulunur.
Allah’ın yaratmasında aşamalar yoktur
fakat boyutlar vardır. İlk-yaratma mûcize; ikinci yaratma görüp-bildiğimiz
yaratmalar; sonraki yaratma ise âhirette vukû bulacak olan yaratmadır.
Kâinat süper-kompleks bir yapıdır.
Kompleks olan bir-anda olur. Kompleks bir yapı, ancak bütün parçaları aynı-anda
ve eksiksiz olarak ortaya çıktığında işlev görebilir, yoksa hiçbir işe yaramaz,
zaman içinde dağılır, parçalanır ve yok olur. Bu nedenle diğer oluşumlar için
öyle uzun zamanlar bekleyemez.
Süper-kompleks bir yapı basit ifâdelerle anlatılamaz. Bir
şeyler söylense bile en doğru ifâde bir hayret ifâdesi olur.
BİLİM NEDİR
Bilim nedir? Bir kaynakta bilim hakkında
şöyle bir yorum yapılır:
“Bizim bilgimiz, duyu organlarımızla aldığımız duyumlara
bağlıdır. Duyumların ötesindeki şeyi bilmiyoruz. Meselâ, elektriğin ne olduğunu
bilmiyoruz; sâdece onun ısı, ses, renk, titreşim v.s. hâlindeki izlenimlerini
algılıyoruz. O hâlde bilgi-limitimizi aşan şeyler vardır. Bunlar hakkında
hipotezler kurar ve oradan çıkarımlar yaparız. İşte, bilim budur.”
“Bilim sâdece olgulardan hareket etmeli; onun
arkasındaki nedenlerle uğraşmamalıdır, mantık ve matematiğe uymayan, deneyle
sınanamayan her şey saçmadır” derler.
Neden böyle derler? Çünkü maddenin
arkasını incelemenin bâzı “bedel”leri vardır. Bu “bedeller” ödenmeden zâten bu
âlem hakkında tutarlı kestirimlerde bulunulamaz.
Bilim bilgi verir ama bilinç vermez.
İki tür bilim vardır, takvâya götüren
bilim, fıtratı bozarak Allah’ı inkâr eden bilim. Allah’ı inkâr eden bir
sistemden ya da topluluktan, insanları inkâr etmemesi/göz-ardı etmemesi beklenemez.
Bu kâinâtta hiç-bir şeyin kökeni ve
târihi mutlak-doğru olarak bilinemez. O yüzden sâdece olgular üzerinde
araştırmalar yapılmalıdır. Bilim sâdece olgular üzerinde çalışmalıdır. Biyoloji
tüm canlılar üzerinde; zooloji hayvanlar üzerinde; jeoloji yer-küre üzerinde;
ekoloji çevre ile ilgili vs. Ancak o zaman başta insan olmak üzere tüm varlığa
bir yararı olur. Evrim Teorisi canlı kökenine inmekle dolaylı/dolaysız yönden
sosyâl düşmanlıklar ortaya çıkardığı gibi; Big-Bang Teorisi de kâinâtın kökeniyle
ilgili araştırma yapmakla dolaylı/dolaysız yönden çeşitli ayrışmalara ve
düşmanlıklara neden olmaktadır. Köken ile igili yapılan araştırmaların hiç bir
yararı olmamıştır ve de yoktur. Köken ve târih araştırmaları ancak
insanlar/canlılar arasında bâriz farklar ortaya koyarak düşmanlıkları körükler.
Zâten din ile bilimin çatışması bu noktada ortaya çıkar. Caner Taslaman:
“Canlıların kendi aralarında ve çevreleriyle sâbit ve
istikrarlı ilişkileri ‘canlıların târihi’ne ilişkin bilgilerden çok daha değerlidir.
Canlıların târihi’nin yaratıcısı olduğu iddia edilen tesâdüfi mutasyonlar,
analiz edilemeyen yapıları ile bilimin araştırma alanına giremezler; fakat
türler, hem bedenleri hem üremeleri hem davranışları hem de moleküler yapıları
gibi gözlenebilen ve sabit özellikleriyle (gözlemlenemeyen târihsel
hikâyeleriyle değil) biyoloji açısından gerçekten değerli olan bilgileri
sunarlar. Evrim Teorisi mutlak bir gerçek olarak kabûl edilmeyince; ne kuşların
uçuşu, ne balıkların yüzgeçlerinin vazîfesi, ne ipek-böceğinin ipek üretmesi,
ne memelilerin üremesi üzerine bilgilerimiz yok olur: Canlıların
sınıflandırılması da mümkündür; doktorların ve veterinerlerin faaliyetleri de
aksamaz. Sâdece ‘doğa târihi’ üzerine bilimsel cehâletimizi kabûl ederek, bu
konudaki araştırmaların daha devâm etmesi gerektiği sonucuna varırız. Mevcut
veriler, ‘doğa târihi’ konusunda nihâi yargıya varmayı mümkün kılmamaktadır.
Kökene dâir bilimsel teorilerin kendilerine has zorlukları vardır. Bilimsel
açıdan en dürüst yaklaşım, canlıların kökenine ve târihine dâir bilgilerimizin
yetersizliğini kabûl etmektir” der. Bu
durum cansızlar için de geçerlidir.
Bilgi konusunda bir dergiden alıntı
yapalım:
Allah’a doğrudan yada dolaylı olarak atıfta bulunmayan bilgi
faydasız bir bilgidir. İçerisine “anlam” konulmayan, aşkın değerlerden
koparılan bir bilgi tehlikeli ve ölümcül bir silâha dönüşebilir. (Atom bombası
gibi) Eğitimde insanlığa sunulan bütün bilgilerin içerisine o bilginin ahlâkı
da konulmalıdır. Sâdece deney ve gözleme dayanan bir bakış-açısı bilgi elde
etmede yetersizdir.
Bilim ve teknoloji hiç-bir insanî soruna
cevap verememiş ve insanî sorunu çözememiştir.
Atasoy Müftüoğlu:
“Modern-bilim akımları deneyle doğrulanması mümkün olmayan
olguları kabûl etmemek eğilimindedir. Modern-bilimin başarıları! dînî-akıl
karşısında deneyci aklı büyük bir gurûra sevk-etmiştir. Bu gurur haksız bir
gururdur. Çünkü tamâmen akla dayalı politikalarla insanî hiç-bir sorun
çözümlenemez. Tamâmen akla dayalı inanç ve düşünce sistemleri
gerçekleştirilemez. Çünkü gerek insan gerekse sosyal hayâtın aklın ve bilimin
ilgi-alanı dışında kalan pek-çok özelliği bulunmaktadır.
Deneysel aklı bilginin kaynağı sayan sistematik
bilgi-disiplinleri, madde-ötesi gerçeklikler ve sorunlar etrâfında ancak
varsayımlara dayalı yaklaşımlar geliştirebilmektedir. Bütün bilgi-kaynakları
tüm iddialarına rağmen gerçeğin ancak bir bölümünü açılayabilmektedir. Bu da
gösteriyor ki var-sayımlara dayalı bilgi-sistemleriyle nihâi gerçekliğe
ulaşılamamaktadır. Akıl aracılığıyla, duyular aracılığıyla, felsefe
aracılığıyla ancak sorunlu ve sınırlı bilgiler edinilebilmektedir. Sınırlı olan
bilginin araçlarıyla sınırsız olan gerçeklikler kavranılamaz” der.
Modern bilim, teknolojinin kölesi durumuna
gelmiş bilimdir. Öyle ki artık teknolojiye yaptığı kölelik nedeniyle yeni
şeyler de söyleyemiyor.
Peygamberimiz kişide ahlâka dönüşmeyen
bilgiyi faydasız ve boş bir bilgi olarak değerlendirmiş ve bundan Allah’a
sığınmıştır.
Hz. Ali:
“Seni ıslah etmeyen bilgi sapıklıktır” der.
“İlim” Müslümanların elindeyken; takvâ,
barış ve adâlet kokuyordu Dünyâ; ne zaman ki bâtıl batı’nın eline geçti: fücur,
savaş ve zulüm başladı. Çünkü ellerindeki bilgi “şuur”suz bilgiydi. Ali
Şeriati:
“Kapitâlist bir sistemde bilgi, tam karşıt bir düzendeki
bilginin aynısıdır. Nazi fizikçilerin tabiat hakkında sâhip oldukları bilgi,
Nazi kurbanı olan fizikçilerin bilgisiyle aynıdır. Halîfe'ye bağlı bir âlimin
din hakkında sâhip olduğu bilgi ile, halîfe'nin zincire vurduğu âlimin din
hakkındaki bilgisi aynıdır. Birini cellât, diğerini şehîd; birini özgürlükçü,
diğerini zorba; birini temiz, diğerini pis yapan, "bilgi" değil,
"şuur" dur. "Hangi ilim?" sorusunun bir anlamı yoktur. Zîra
ilim birdir. "Nasıl bir bilgi?" sorusu yersizdir. Zîra bilginin
birden fazla türü yoktur. Fakat "hangi şuur?" sorusu cevaplanması
gereken bir soru. Hacc gerekli cevâbı vermektedir. "Haram şuuru".
Harîm'de iffet, takvâ, hürmet ve tahâret gibi şeyler koruma altına alınmıştır.
Şuurun bizzat kendisi aydınlıktır, gönül fânusunda, düşünce yağına parlak bir ışık
saçar. Hikmet, peygamberlerin getirdiği, insanlara bahşettikleri
"bilinç" budur, ne felsefe ne de ilim değil. İslâm’ın sözünü ettiği
"ilim", bilgi, bu ilimdir, aydının ve bilinçlinin beslendiği, ortaya
koyduğu ilimdir bu ilim. Bu ilim, olay, olgu ve kurallar hakkında zihinsel,
sübjektif tasvir değildir, aydınlıktır, nurdur. Dışta değil, içte bir nur. Ümmî
Peygamberin de ifâdesiyle nûr olan ilim, Allah'ın dilediği kimsenin kâlbine
attığı nûr olan ilim budur: "Yol ilmi", "hidâyet ilmi.
Arafat ilmini herkes öğrenebilir. Meş'ar ilmi, Allah'ın,
dilediğinin gönlüne ilhâm ettiği ışıktır, nûrdur. Allah kimi diler? kendi
nefisleri yolunda değil, Allah yolunda çalışıp didinen, mücâdele eden kimseyi.
"Bizim için cihad edenlere gelince, kuşkusuz biz onlara yollarımızı
gösteririz" (Ankebût, 69). "Yol ve hidâyet ilmi", bir
"ümmî"yi, bir "bedevi"yi, toplumun önderi ve yol
kılavuzu-meşâlecisi yapan kurtuluş bilinci, kurtuluş nûru, özel şuur budur. Bu
ilim okuma-yazma bilmeye ihtiyaç göstermez. Defter, kitap ve sınıfla bir işi
yoktur bu ilmin. Havzada ve üniversitede bu bilgiyi öğretmezler. Bu bilginin
öğretim yeri cihad sahnesidir. Onun öğrencileri, toplumun mücâhidleri,
Allah yolunun erleridir. Bu ilmin, ışığa, lambaya, lambanın isine, dumanına
ihtiyâcı yoktur. Kendisi bizzat aydınlığın ta kendisidir, nûrun ta kendisidir”
der.
Bilgi Allah’ın verdiğidir. “Prometheus”un
aşırdığı değil.
Bilgiyi sâdece kavramak yetmez, bilginin
amacını da kavramak gerekir. Bilginin amacını kavrayamayanlar yanlış yargılara
varırlar. Bilginin amacını kavramak için önce “besmele” çekmek gerekir. Okumayı
besmele ile başlatmak gerekir. Besmele ile başlamak, Allah ile başlamak
demektir. Aksi hâlde işe Şeytan karışır. O yüzden besmelesiz bilim yanlış
yargılara varmaya mecburdur.
Bilim-düşmanlığı yapmıyoruz. Bilim de bir
hakikâttir. Çünkü bilimin “nötr” olanları da vardır ve bunların kabûl edilmesi çok
doğaldır. Bilim tek-başına hareket ederse hakîkat olmaktan çıkıp
yanlış yargılara varır diyoruz. Çünkü bütünlükten koparak hareket etmiş olur.
Bütün, madde ve mânâ bütünlüğüdür. Mânâ ile yâni Allah ile berâber yürümesi
lâzım ki doğruya ulaşsın ve insanlığa faydalar getirsin. Bilim-adamlarının
yaptıkları aslında bölücülüktür ve bölücülük şirktir, şirk ise hüsranla biter.
Bilim ile bilimcilik, yâni “her şeyi
ancak bilimin çözebileceği ve açıklayabileceği” iddiası farklıdır. Kapitâlizm,
“bilim”i “bilimcilik”e dönüştürmüştür. “Bilimlilik”e evet; ama “bilimcilik”e
hayır! diyoruz. Bilim doğayı araştırmamıza/anlamamıza yarayabilir, fakat
bilimciliğin derdi başkadır: İnsanları teknoloji kölesi hâline getirmek.
Sir William Osler, Oxford Tıp Fakültesi
öğrencilerine mêzun olduklarında yaptığı konuşmada diyor ki:
“Beyler, size şunu söylemek isterim ki, öğrendiğiniz
şeylerin yarısı yanlış ve o yarının hangisi olduğunu bilmiyoruz”.
Bâzılarının inzâl olmuş Kur’ân’a
istediğini söyletmeye çalışması gibi, kevni âyetler olan kâinâta bakan
bilim-adamları da ona istediklerini ya da masa-başında ön-gördüklerini
söyletmeye çalışıyorlar. Kur’ân nasıl kendine yabancı öğeleri kabûl etmeyip
dışlıyorsa, kâinât da aynı şekilde uzak-yakın bir zaman sonra ön-görülerinin
çoğunu çökertiyor.
Formül şu: Eğer bir ilim/bilim, Allah’ı
hatırlatmıyorsa, aksine O’nu unutmasına yol açıyorsa; o ilim yakın/uzak vadede büyük yıkımlara yol açacak,
en azından yanında bir zarar getirecektir.
Bir bilgi Allah’a yaklaştırdığı oranda
doğrudur. Bilim-adamları ise teorilerini yanlışlanamaz, hattâ eleştirilemez bir
tahta oturtmak ve göstermek istiyorlar.
Fatih Topaloğlu:
“Bilim
bu-gün teknoloji aracılığıyla günlük yaşantımızı öyle radikâl bir şekilde
değiştirmiştir ki, ona yönelik eleştirel her bakış ilerlemeye ve teknolojik
gelişmelere karşıtlıkla suçlanmaktadır” der.
Allah,
müslümanları bilime vahiy aracılığıyla pek-çok yerde yönlendirmiştir. Ayrıca
şunu da söylemek isteriz ki; İslâmiyet, bilimi dinden ayrı bir şey değil, onu
dînin bir parçası ve bir uzantısı olarak görmüştür.
Hz. Muhammed (s.a.v)'e kadar olan
zaman-süreci içerisinde çoğunlukla insanlık, gök olayları karşısında yanılgıya
düşmüş ve onları kehânet ve falcılıkla yorumlama yoluna gitmiş ve hattâ
yıldızlara tapınmaya kadar işi ileri götürenler olmuştur. Tek-Allah inancı ile
bağdaşmayan ve tabiat olaylarını gerçekçi bir yaklaşımla ele almayan bu eski
inanç ve zihniyetlerle İslâm şiddetli bir mücâdele içine girmiştir.
Doğa bilimleri sâdece gözlenen düzeni
târif eden “genellemeleri” bize söyler. Bu genellemelerin mutlak doğru olması
gerekmez.
Bilimsel teoriler, zihinlerimizin evrene
yüklediği ve ontolojik gerçeklikle ilişkisi önemli olmayan îcatlardır.
Bilim “nasıl” ile ilgilenir ama “niçin” ile
ilgilenmez. İlgilendiği “nasıl”ın da tüm ve tutarlı cevaplarını bulabilmiş de
değildir. Çünkü bütüncül bakıştan mahrum etmiş kendini. “Nasıl”ın bir-çok
sorusunun cevâbı “niçin”in içinde saklıdır. Bir şeyin en doğru açıklaması “nasıl” ile değil, “niçin” ile
olur.
Eskiden felsefe denilen şeye şimdilerde
bilim deniliyor. Bu yüzden bilimlerin verilerine olabildiğince temkinli
yaklaşmak gerekir.
“Zâten bilim de mutlak/kesin bilgiden
bahsetmez ki deniyor”. O zaman neden “herkesin kabûl ettiği teori” deniyor. O
zaman bu teoriyi neden kabûl edelim. Kabûl etmeyenler neden yobaz görülüyor?.
Sartre:
“Nesne
dünyâsı olasılık dünyâsıdır, ister bilimsel, ister felsefî
olsun, her kuram olasıdır” der.
Oscar
Wilde:
“Herkes benim
düşünceme katılırsa, yanılmış olmaktan korkarım” der.
“Mutlak”a inanmayan
bilim, doğal olarak mutlak sonuçlar da
veremeyecktir. Nesneler dünyâsı bilimin dünyâsı olduğuna göre mutlak bir
doğruluğu tanımaz,
olsa-olsa görece bir doğruluğu (izâfet) tanır.
Fâtih Topaloğlu “modern bilim”e şu
eleştirileri yapar:
“Bilim, bilginin ölçüsü müdür? Bilmenin yegâne yolu bilim
yöntemlerini geçerli saymaktan mı geçmektedir? Bilim adı altında geçen bütün
faaliyetler aynı şeyi mi ifâde etmektedir? Bilimin ortaya koyduğu iddialar ve
kullandığı teknik ve yöntemler eleştiriye açık mıdır?
Gerçekten de bilimin maddenin hareketlerini, onu yöneten
yasaları bulgulayan ve bunları kuramsal olarak önceden kestirebilen bir “bilme
yöntemi” olarak târif ettiğimizde, onun bu konuda bir ölçüt olarak ortaya
konabileceğini kabûl etmiş oluruz. Ancak, belirtmek gerekir ki bunun ne ölçüde
başarılı bir faaliyet olacağı yine de su götürmez bir hakîkat olarak ortaya
konamayacaktır. Doğrusu bilime karşı duyulan güvenin aşırı bir şekilde
abartılması ve onun dinsel bir kılığa sokulması; şaşmaz, kesin yasalar ortaya
koyduğu düşüncesi ile sonuçlanmıştır. Bu düşünceyi savunan bilim felsefecileri,
Feyerabend’in tâbiriyle “kendilerinden önceki Roma Kilisesi’nin savunucuları” gibi
davranmaktadırlar. “Bir zamanlar din bilimsel retoriğin cephâneliğindeki belli
tartışma ve iknâ yöntemleri kendilerine şimdi bilimde yeni bir mekân
bulmuştur.” Böylece bilimin üstünlüğünün onun doğasından geldiği varsayımı,
bilimin de ötesine geçerek herkes için bir îman nesnesi hâline gelmiştir.
Kendinde bu denli bir güç vehmeden bilimsel önermelerin eski
tâbirle yakîn ifâde ettiği iddia edilmiştir. Böylece doğa yasalarıyla bilim
yasalarının, bir eşitliğin iki tarafında yer alacak şekilde özdeşleştirilmesi,
bilim yasalarının, taşıdığı kesinliğe kayıtsız-şartsız inanılması sonucunu
ortaya çıkarmıştır. M. Şekip Tunç bu konuda: “Bu-günkü ilmimiz kâinatın mutlak
bir aklîlik içinde olduğunu kabûl etmek için bize hak verdirecek gibi değildir.
Zâten ilim hiç-bir hadiseyi ebedi ve mutlak olarak açıklayamıyor. Bu sebepler
zincirindeki boşlukları tamamlasak bile mutlak bir ilk sebebe varacak değiliz.
Çünkü ilmimiz dâima izâfi ve şartlı olarak kalacaktır” demektedir. Peki,
bu-günkü bilim-anlayışının mümkün tek doğru bilgi yolu olduğu iddiası doğru
mudur? Wallace Russell, bilim-adamlarının ortaya attığı her yeni hipotezi kabûl
etme konusunda kafamızın oldukça karmaşık olduğunu söyleyerek, “prensip olarak
biz biliyoruz ki hiç-bir bilimsel kanun mutlak bir güven garanti edemez. Bilim
tarafından ortaya konulan Dünyâ’nın bilgisi her zaman açık ve revizyon
konusudur” der. Poincare de bilimsel teorilerin târihsel bir gelişim
gösterdiğini ve bu yüzden belli bir müddet için “doğru” kabûl edildiklerini
söyler.
Bu durum Guenon’un tâbiriyle “bilimin salt değişim-dünyâsına
kapanması” anlamına gelmektedir. Böylece sağlam ve kararlı bir dayanak noktası
bulamayan bilim, ihtimâllere, tahminlere ya da salt farazî kurgulara
indirgenmiş olmaktadır. Demek ki, bilimsel teorilere mutlak doğrular gözüyle
değil, îtibâri gerçeklikler olarak bakılmalıdır. Hâlbuki bilim insanın
doğru bilgiye ulaşmasını mümkün kılan yollardan sâdece birisidir ve insanlar
çok değişik bilme biçimlerine, vâr olanla bağlantı kurarak faaliyette bulunma
yollarına sâhiptir.
Belirtmek gerekir ki, bilimsel teorilerin değişme ve gelişme
potansiyeline sâhip olması, her ne kadar bilimin mutlaklık iddialarını geçersiz
kılsa da, onları güçlendiren bir durumdur. Bilimdeki gelişmelerin bir enkaz
yığını hâline gelen kalıntılarından, bilimin iflâsı sonucuna varmak oldukça
yanlıştır. Poincare’nin de isâbetle belirttiği gibi bu oldukça üstün-körü bir
yaklaşımdır. Bu yaklaşım bilim teorilerinin amaç ve rolünü kavramaktan uzaktır.
Zîrâ bu enkazın yeni bulgu ve belgelerin temelini oluşturduğu yadsınamaz bir
gerçektir. Bu anlamda bilimsel bilginin elde edilen yeni bilgi ve
deneyimlerle daha fazla pekiştirileceği gibi değişme hattâ sarsılma olanağı da
vardır. Bu durum onun mutlak anlamda kesin bilgiye ulaşma iddiasını ortadan
kaldırmış ve onu “bilme”nin emin olmak demek olduğu geleneksel anlamdaki
bilgiden ayırmıştır.
Bilim, belli sınırlar içindeki denemelerini tüm uzay için
aynı olarak kabûl eder ki, bu, bilimsel değildir. Ne var ki tüme-varım, sınırlı
bir uzay ve zaman-dilimi içindeki olguların gözlenmesinde sınırsız kapsamda
sonuçlara ulaşma yönteminden başka bir şey değildir. Buna göre, tümel önermeler
aslâ tamâmen doğrulanamazlar; olsa-olsa büyük bir kabûl edilebilirlik oranı
içinde, daha sonraki gözlemlerle git-gide daha çok doğrulanabilirler. Öyle
görünüyor ki genel ifâdeler için ancak çeşitli “doğrulama dereceleri”nden söz
edilmektedir.
Kanaatimizce bilimsel bilgiye bu denli bir önem atfetmek,
onu taşıyamayacağı bir sorumluluk altında bırakmak demektir. Bilimin gözlemsel
olguları açıklamadaki başarısına karşın gerçeğe ulaşmada tek-başına yeterli
olamayacağını, zîrâ evrenin anlam ve düzeni, canlıların sergiledikleri ereksel
davranış biçimleri gibi konuların bir şekilde açıklama-dışı kalacağı açıktır.
Bu konularla uğraşmayı metafiziğe eğilimli olmakla suçlamak da probleme çözüm
getirmemektedir. Epistemolojisinde bilginin tek güvenilir yolunun bilimsel
yöntem olduğunu ifâde eden ve “bilimcilik” diye nitelendirilen bu
yaklaşım-tarzı, aslında Barbour’un da belirttiği gibi, bilime kendisinde
olmayan bâzı idelere ulaşma işlevi yüklemekten başka bir şey değildir. Bunun
anlamı ise sâdece belirli bir alanda geçerli olanı bütün beşerî bilgi
alanlarına, hiç-bir ayırım gözetmeksizin yaymaya çalışmak demektir.
E. Boutroux, kânunların zihnin özel bir hâlinden çıkmadığını
ve bunların matematik hakîkatlerin analitik bir devâmı olmadığını, aynı şekilde
a priori sentetik hükümlere de dayanmadığını belirttikten sonra pozitivistlerin
tüme-varımcı yaklaşımlarıyla ilgili şunu söyler: “Eskiler, tecrübeden evrensel
kânunları ve zorunluluğu değil, sâdece genel ve muhtemel olanı çıkarmaya
çalışıyorlardı. Hâlbuki yeniler için tüme-varım sihirli bir kelime olup, onunla
tikelden tümeli, zorunsuzdan zorunluyu çıkarıyorlar. Ne var ki modern
tüme-varımcılar, ne kadar metodik olursa-olsun, tecrübenin gösterdiği gözlemden
öte bir bilgiye ulaştıramaz”. Dolayısıyla üzerine bilimsel yasa ve teorilerin
inşâ edileceği tam anlamıyla güvenilir bir temel teşkil etmezler.
Wallace Russel’a göre, bilimsel kânunlar bize mutlak bir güven
garanti edemez. Bundan dolayı da her zaman değişimlere açık olmak zorundadır. Aslında bilimin yumuşak-karnı
gibi görünen bu durum, aynı-zamanda onun en güçlü yönüdür de. Zîrâ bilimin
revize edilebilirliği, doğruluğu konusundaki kanaatlerimizi sağlamlaştırır.
Feyerabend ise gelinen noktadan bir adım daha ileriye giderek “bilim için ne
denli gerekli ya da temel olursa-olsun, her-hangi bir kural verildiğinde öyle
durumlar oluşabilir ki, orada kuralı göz önüne almamak bir-yana, zıddını bile
uygulamak mümkün olabilir” der. Ona göre, bilimin değişmez, genel-geçer
kurallarla işlemesi gerektiği düşüncesi, hem gerçekçi değil hem de zararlıdır.
Bu konuda Feyerabend’in önerdiği yöntem şudur: “Biz bilimsel etkinliklerimiz
sırasında önce bir tahminde bulunuruz. Tahminlerimiz doğruysa ondan çıkarılacak
sonuçların neler olabileceğini hesaplarız. Daha sonraysa deney ve
deneyimlerimiz yardımıyla, bu sonuçların doğrulanıp doğrulanmadığını
araştırırız. İşte bu yöntem bilimin anahtarıdır.”
Katı doğrulamacı bilim anlayışının temel kriter olarak öne
sürdüğü “anlamlı” olma ifâdesinin bizzat kendisinin bilimin kendine uygulanması
açısından bâzı problemlerin oluştuğunu belirtmemiz gerekir. Aslında “doğrulama”
ile “anlamlı olma” arasında bir özdeşlik kurulduğunda, özellikle bilimde genel
yasalar olarak kabûl edilen ifâdeler konusunda bir-takım güçlükler ortaya
çıkmaktadır. Öncelikle bilimin kendi sahasındaki faaliyetleri yaparken dâhi
belli noktaları a-priori dayanak noktası olarak belirlediğini kabûl etmek
gerekir. Buna göre bilim ilk olarak, bizden bağımsız olarak var olan fiziksel
bir Dünyâ’nın bulunduğunu, bu maddî âlem hakkında bilgi elde etmenin mümkün
olduğunu ve son olarak da bu maddî âlemin anlaşılabilir olduğunu kabûl
etmektedir. Bu bağlamda bilimin işlevi, doğal süreçleri betimlemekle
sınırlanmalı ve bilim, her türlü açıklama girişiminden kaçınmalıdır. Nitekim Newton,
kurduğu bilimsel sistemin, tabiatın kendisini değil, sâdece fiziksel
hadiselerin bir tasvirini verdiğini, nesnelerin gerçek mâhiyetinin bizce
bilinmediğini söylemektedir.
Bu noktada modern bilimin önermelerini belirlerken dayandığı
“ölçüt” problemi ortaya çıkmaktadır. Max Planck’ın, “Ne ki reâldir,
ölçülebilir. Bu şu anlama gelir: Bilimde neyin têminat altına alınmış bilgi
sayılabileceği hakkındaki karar, doğanın
nesnelliğinde verilen ölçülebilirliğin eline bırakır ve bu ölçülebilirliğe
uygun olarak, ölçme usûlünde aslî olan imkânlara dayanır”. Bu inceleme
yöntemlerinin kabûlü ise, salt duyusal âlemle sınırlı kalmak ve maddî şeylerle
ilgili olmayan her bilimi inkâr etmek anlamına gelmektedir.
Bilimin tabiat hususunda genel-geçer bir hakîkat olarak
iddia ettiği şey, bu konudaki tek açıklama değil, mümkün açıklamalardan
birisidir.
Özetle burada bilimle ilgili olarak eleştiri konusu olan
şey, bilimin âlem hakkında kendi metodolojisi içerisinde bir yargıda bulunması
ve gelecekle ilgili ön-yargıda bulunması değildir. Tabii ki onun fiziksel
gerçeklikle olan epistemolojik ilişkisini, metodolojisine ilişkin kendi felsefî
öncüllerinin sınırları tarafından belirlenen çerçevede kaldığı sürece kurması
meşrûdur. Fakat bu çabanın bizzat kendisi, mevcut fikrî iklimde bilime yer
açmayı ve modern bilimin tüm bilgiyi tekelinde tutmak isteyen “bilimci” tavrını
tenkit etmeyi gerektirmektedir. Doğrusu Mantıkçı Pozitivizm’in en büyük
çıkmazı, dar bir anlamda kognitif bir tecrübe anlayışını kabûl etmesinden
kaynaklanmaktadır. Bu durum aklı sâdece maddenin epifenomeni olarak gören
fiziksel indirgemecilik olarak ortaya çıkmıştır ki, Prigogine’nin de önemle
belirttiği gibi “bilimi sembolik aritmetik hesaplamalara indirgeyen pozitivist
görüş kabûl edilirse, bilim îtibârını önemli ölçüde yitirecektir”.
Kartezyen felsefesinin ve ondan türeyen dünyâ-görüşünün
temelinde yer alan bilimsel bilginin kesinliğine olan inanç, onlarca yıldır bir
devrim olarak sunulmaktaydı. Oysa 20. yüzyıl fiziği bize bilimde hiç-bir
mutlak doğrunun olmadığını, bütün kavram ve kuramlarımızın sınırlı ve tahmini
olduğunu göstermektedir.
Touraine’nin de ifâde ettiği gibi, “modernist ideolojiden
arda kalan, bir eleştiri, bir yıkım ve bir büyü bozumudur. Bir de yeni bir
Dünyâ’nın oluşturulmasından çok, aklın yolunda birikmiş engelleri aşma
istenci”. Kanaatimizce modern bilimin sağladığı başarıların bir anlam ifâde
etmesi ise, “aşkın olan”ın yeniden kazanılması ve böylece beşerî bütünlüğün
yeniden oluşturulmasına bağlıdır.
Modern bilim-anlayışı, insanın bilgiye ulaşma çabasını
duyusal yetilerle sınırlandırarak, din başta olmak üzere onun mânevi yönüne
hitâp eden alanları tasfiye edebileceği iddiasının sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu iddia, din ile bilim arasında
bir-birini yok sayan bir gerilim oluşmasına neden olmuştur. Modern bilimin
en temel iddiası olan mutlak gerçekliğe tek-başına sâhip olma düşüncesi ve buna
ulaşmak için kullandığı “doğrulama” yöntemi oldukça eleştiriye açıktır. Aslında
bu-gün gelinen noktada doğrulama kavramının tam olarak tanımlanamadığını ve tam
bir doğrulamadan bahsedilemeyeceğini söyleyebiliriz. Şüphesiz bu durum
bilimin değerini ve güvenilirliğini ortadan kaldırmamakta, bilakis
artırmaktadır. Yeter ki bilim, kendi alanını teoloji ve felsefenin ilgi
sahasını kapsayacak bir şekilde genişletmesin ve âlemi anlamaya yönelik kendi
dışındaki görüşleri dışlayarak toptancı bir tavır ortaya koymasın.
Algının meydana gelebilmesi için, süjenin algılamış olduğu
objeye âit bir kavrayışa sâhip olması gerekmektedir. Yâni, algılamış olduğumuz
şeye dâir bir kavrama veya bir fikre sâhip olmaksızın o objeyi algılamış olmak
âdetâ imkânsızdır
Mackie’ye göre: “tabiat kânunları Dünyâ’yı, -tabii ki insanı
da içerecek şekilde- kendi hâline bırakıldığında ve dışarıdan müdâhale
edilmediğinde nasıl çalıştığını açıklar. Bir mûcize ise Dünyâ kendi hâline
bırakılmadığında ve tabii düzenden farklı olan bir şey ona dâhil olduğunda
meydana gelir”.
Ali Şeriati:
“İlmin sâdece dîne
muhâlif olmakla kalmayıp, aynı-zamanda felsefe ve ahlâka da aykırı olması ve
aykırı olmaya devâm etmesi tesâdüfi bir şey değildir. Aslında ilmin
yönü ve durumu da değişiyor. İlmin her zamanki endişe ve kaygısı
eşyânın özünü ve zâtını araştırmaktı, insanın gerçeğini, hayâtı ve hedefi
tanımaktı. Daha sonraki hedefi hakîkati araştırmaktı. İlim bu
hedefinden saptı. “Benim sâdece işâretler, eşyânın zâhiri özellikleri,
işâretler arasındaki ilişkiler ve maddî tabiat kânunlarını keşfetmekle işim
var” dedi. O da hakîkati bulmak için değil, bunları kudret ve menfaat kazanma
yolunda istihdam etmek için.
Bu sesin, ilmin
taklit ettiği burjuvazinin sesi olduğunu görüyoruz. Bu ilim, hiç-bir
sırrı ve gizliliği keşfetmeye, hiç-bir meçhule ve tabiat-ötesine muhtaç değildir.
Ölümden sonrayı düşünmüyor. Aslında ölümden sonra diye bir sınırlama da yoktur.
Her-şey budur, bundan başka bir şey yoktur. İçinde bulunduğumuz, ömür adını
taşıyandan başka bir şey yoktur. İnsan hayâtı, refaha ulaşmak ve bunun yolu
olan tüketimi têmin etmekten başka bir şey değildir. Bunun vâsıtası ise
ilimdir. Ama hep zengin ve burjuva sınıfının faydasına” der.
Bereşt
şöyle diyor:
“Bu-günkü insan
ilimden bıkmıştır. Zîrâ faşizmi meydana getiren ilim idi’’ ve bunu
insanlığa zoraki yükledi. Dünyâ’da ilk defâ insanlığın üçte
ikisinin aç olması düzeyinde açlığı ilim meydana getirdi.
Sınıfsal sömürü ve
artık değerin yağmasını bu dereceye çıkaran ilimdir. Sömürüyü ilkel, basit ve
açık şeklinden alıp bu kadar güçlü, derin, köklü ve şiddetli yapan
ilimdir. Dünyâ-milletlerinin kültürel sömürüsünü ortaya çıkaran
ilimdir. Üçüncü-dünyâ’yı çirkinleşmiş kurt-zede kuzular yapan ilimdir...
Bilimsel metodolojiyi kimse sorgulamıyor. Sınırlı yapısıyla
yanlış/eksik bir metodolojiye sâhiptir bilim.
Alexis Carrel’in dediği gibi, “İnsan dış-dünyâ
içinde boğulup, bu alanda elde ettiği başarı ve ilerlemeleri ölçüsünde
kendinden uzaklaşmakta ve kendi gerçeğini unutmaktadır”.
Bu boşluk öyle bir felâkete varmaktadır
ki, insan bilim-dünyâ’sında elde ettiği şaşırtıcı başarılara rağmen, yine de
hayâtının anlamını ve varlığının önemini tam ve doğru bir şekilde kavrayabilmiş
değildir. Dewey’e göre, bu-günkü insan, kendini yönetme açısından dünkü
insandan daha zayıf ve bilgisizdir.
Ali
Şeriati:
“Evet, bu bilinmeyeni, yâni insanlığı bilmek, bir başka şeyi
bilmekten çok daha gerekli bir ihtiyaçtır. Hayâti bir bilgidir bu. Eğer, insanı
gerçek hürriyetine kavuşturmak ve ona mutluluk duygusu kazandırmak için yapılan
bütün çağdaş bilimsel, sosyâl ve ideolojik girişimlerin başarısızlığa uğramasının
nedeni, bütün bu girişim ve az-buçuk başarıların konusu -yâni insan- şu veya bu
şekilde bilinemediğinden veya unutulduğundandır desek, hiç de abartma yapmış
olmayız.
Bizim önde gelen bâzı mühendis ve mîmarlarımız, son derece
gelişmiş teknik imkânlara dayanarak en iyi ve en çok kullanışlı evler
yaptıklarını söylerler de, bu evde nasıl bir âile oturacaktır, nasıl bir
özelliği vardır, tavır ve amacı nedir, temel ihtiyaçları nelerdir hiç
düşünmezler... Bu durumda en güzel evi yapmışsın, ne çıkar?!
Büyük teknolojik imkânlar ve psikoloji alanındaki en son
bilimsel bulgular sonucu, günümüz eğitim sisteminde şaşırtıcı ilerlemeler
kaydedilmiştir. Ama, bütün bunlara rağmen yine de, bırakın (yeni bir nesli
bilimsel ve teknik öğrenim ve zihnî gelişim peşinde koşturmaktan başka) parlak
başarılar elde etmeği, pek-çok bakımdan, öyle ki dünün öğretim sistem ve
kurallarıyla karşılaştırdığımızda bile, sonuç koskocaman bir sıfır olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Böyledir işte modern insan; belki bir insana atalarının bâzısından daha
iyi şekil verebilir de, neye şekil verdiğini onlar kadar bilmez. Yaşadığı hayat
mı? istediği biçimde yaşayabilir de, ama “niçinini” bilmediğinden “nasıl”
yaşadığını da bilmez. Bunlar, kapitalist toplumlarda kimsenin cevap veremediği,
komünist toplumlarda ise cevap vermeye cesâret bile edemediği temel sorulardır.
“Ekonomizm”, Francis Bacon’un deyimiyle, “bilimin gerçeği aramayı
bırakıp, kuvveti aramaya yöneldiği”, endüstrileşmiş Batı kapitâlist toplumunun
temel yaşama felsefesidir.
Bilim, dîne kölelikten kurtuluyor, ama kuvvetlinin emrinde ve kuvvete
köle oldu. Mesih’i öldürüp, Sezar’ın bir başka
uşağı hâline gelen kıt görüşlü ve katı bir bilime dönüştü. Tabiata egemen olmak
ve işe kölelikten kurtulması için insanlığın âleti olması gereken makine,
kendisi insanı köleleştiren bir mekanizma hâlini aldı” der.
FizikTEN
MatematiĞE
Mahcub Taha:
“Kuantum mekaniğinin temel prensipleri, bir kimsenin
sistemin durumunu belirlemesi için ya konum değişkenini ya da hız değişkenini
kullanmasını, ikisini birden kullanmamasını gerektirmektedir. İki değişkenin
bir-arada olması, tıpkı konum ve hız gibi, sistemin ölçülememesine ve
ölçümlerin uyumsuz olmasına neden olur” der.
“İndirgenemez komplekslik”te olmayan
hiçbir şey yoktur kâinâtta. Hiçbir şey için belli bir sınırdan -ki bu atom
sınırıdır- aşağısı için tahminlerin ötesinde konuşulamaz. Çünkü daha atomun
temel parçacığı olan elektron bile belirsizlik ilkesi nedeniyle gözlemlenemez.
Bu yüzden de gerçek ve mutlak-doğru bir tespit yapılamaz. “Mary’nin Odası” deneyinde
olduğu gibi, gözlemlenemeyen tüm varlık için kesin-bilgiye ulaşılamaz.
Bilim-teknoloji ne kadar gelişirse-gelişsin fark etmez. Zâten araştırma
derinleştikçe araştırılan şey anlamsızlaşır. Artık incelediğiniz şey “o”
değildir. Varsayımları inceliyorsunuzdur ve bulduğunuz ya da daha doğrusu
“kabûl ettiğiniz” matematiksel sonuçlara “teori” diyorsunuzdur.
Mehmet Keçeci:
“Biz fizikçiler, evreni sürekli matematik
formüllerle açıklamaya çalışan kişileriz” der.
Allah
kâinâtı birilerini dediği gibi matematik ile kurmamıştır. Araca-örneğe ihtiyâcı
yoktur çünkü. Örneksiz yaratmıştır. Evreni ruhsuz matematiğe göre kursaydı, kâinatta
da ruhsuz olurdu. Gökyüzüne bakınca da hiç-bir heyecan duymazdık rûhumuza hitâp
etmeyeceği için. İnsanlar sâdece, bu mûcize düzeni, kurdukları matematik ile
idrâk ediyorlar ve görüyorlar. Ne var ki bâzen de yanlış çıkarımlar (Big-Bang)
yapıyorlar, yanlış sonuçlara varıyorlar. Çünkü matematik denilen şey,
insanların kurduğu bir sayısal sistemdir. Sonuçlar, evreni kendi ürettikleri
matematiğe göre gözlemledikleri ve uyarladıkları için matematiğe uygun çıkıyor.
Sosyolojiye uyarlasalardı sosyolojiye uygun çıkardı. (Bu daha iyi olurdu). İşte
biz de diyoruz ki: Kâinâtı en iyisi dîne/Kur’ân’a uyarlamaktır. Çünkü kâinat dîne-fıtrata
uyarlı yaratılmıştır.
Hâki Demir:
“Matematik “aklî ilimler”dendir ve özü îtibâriyle
“fikir”dir. Fizik ise pozitif bilimlerdendir ve özü îtibâriyle ilimdir. Bir
mesele, ancak matematikle îzah edilebiliyorsa fikirden bahsediyoruz, fizik ile
îzah edilebiliyorsa, bilimde bu durum, farklı bir matematik sistemin
kurulmasının mümkün olduğunu fakat farklı bir fizik-biliminin kurulmasının
mümkün olmadığını gösterir. Çünkü fizik-bilimi, az veya çok, varlığa bağlıdır
ve varlığı tâkip eder. Kozmosun her-hangi bir koordinatında yer-çekimi
kanununun aksinin de mümkün olduğu ispatlansa bile, yer-çekimi kânunu varlığını
devam ettirir, zîra kâinâtın bir-çok noktasında bu kânun test edilebilir.
Matematik evren ise tasavvurdan ibârettir ve farklı tasavvurlar mümkündür.
Fizik-bilimi, yirminci asır boyunca matematiği kullanma
yoğunluğunu artırmıştır. Yirminci asrın sonlarına doğru matematiğin kullanılma
yoğunluğu, teorilerin oluşturulmasında yarı-nispetine ulaşmış ve geçmeye
başlamıştır. Bunun temel sebebi, fizik-biliminin, fizik evrendeki ilerlemesini,
mevcut fizik kâideleriyle yürütemeyecek noktaya varmış olmasıdır. Gerçekten de
fizik-bilimi, pozitif bilim kavrayışıyla ulaşabileceği ufka yaklaşmıştır. Ufkun
müntehâsına varmamıştır ama yaklaşmıştır. Yer-yer fizik evren ile meta-fizik
evren arasındaki sınır zorlanmaya başlanmıştır. Meta-fizik evren sınırına
yaklaştıkça, fizik-biliminin verileri, kâideleri, nazariyeleri têsirini
kaybetmeye, ilerlemeye yardımcı olmak yerine mâni olmaya, attığı her adımda
kendi-kendisiyle çelişmeye ve çatışmaya başlar. Her şeye rağmen ilerleme
çabasının netîce vermesi, ancak matematik ile mümkün hâle gelir. Bir müddettir
böyle devam ediyor ve her gelişmeyle birlikte matematik yoğunluk artıyor” der.
Matematiksel sonuçlarla
ilgili olarak bir yayında şöyle denir:
“Atom dâhil, atoma kadar “fizik âleme” insan bilgisi büyük
ölçüde ulaşabilmiş. Ve bu âleme hükmedebiliyor. Laboratuarda inceleyebiliyor.
Şekil verebiliyor. Sebep ve sonuçlarını bilimsel kurallara bağlayabiliyor. Ama
meta-fizik âleme ise insan henüz ilk-adımı atmış durumda. İşte bu âleme insan
bilgisi ve beyni hükmedemiyor. Bu âlemin olguları ve sonuçları büyük ölçüde
“belirsizlik” sınırları içinde. Bir sistematiği yok. Örnek olarak insan
düşüncesini oluşturan enerji parçacıkları olan fotonlar aynı-anda binlerce
kilometre ötede ve yine aynı-anda her yerde etkili olabiliyor”.
Bülent Akyürek:
“Îman, matematik hesaplarından önceki duraktır”
der.
Big-Bang sürecinin her aşaması
amaçsızlıkla sonuçlanıyor. Teleolojik bir neden yok. Big-Bang süreci teleolojik
değil, teleonomik bir süreçtir. “O aşamada neden öyle oldu?” sorusuna: “e
öylesi daha uygundu da o yüzden” diye cevap verirler. Her aşamada sonuca
bilimsel bir kılıf bulurlar böylece. Tabi bunlar yine masa-başında “matematik”
önermeler ve sonuçlardır. Yoksa, o olduğu varsayılan süreç hiçbir zaman
gözlenemez. Çünkü deney-dışıdır. Karanlık madde mecbûren matematiğin bir
sonucudur.
Atom gerçekten de matematik olarak
bölünebilir fakat fizîki olarak bölünemez. Bölünse bile bir-şey görülemez,
bilinemez, açıklanamaz.
Doğadaki tüm kuvvetler matematiksel
isimlendirmelerdir. Gördükleri bir şey yoktur, çünkü kuvvetler maddî değildir.
Bir makâlede şöyle denir:
“Bilimde, özellikle de mikro-fizikte nötrino, kuark vb.
parçacıklar “varlık” diye tanımlanmaktadır. Ancak bu parçacıkların varlığı
günlük yaşamda algıladığımız (söz-gelimi toprak, petrol, masa gibi) nesnelerin
varlığından farklıdır. Mikro-fizik dalında çalışan bilim-insanları bu
parçacıkların varlığını kanıtlayamasalar da araştırmalarını sürdürebilmek için
kuramsal (matematiksel) olarak kabûl etmektedirler.
“Atom-altı” denen şey “madde” değildir, belki meleklerdir.
Bilim-adamları, Big-Bang Teorisi’nin
matematikle bire-bir uyuştuğunu söylüyorlar ama, bu teori mi matematiğe uyuyor,
yoksa, matematiği mi bu teoriye uyduruyorlar diye düşününce bâzı şüpheler
ortaya çıkıyor. Aşağıdaki paragrafları okuyunca bu şüphelerin yersiz olmadığı
daha iyi anlaşılıyor:
Gerçekte var olmayan şeylerin matematikte
doğru gibi gösterilebilmesinin mümkün olduğunu ünlü matematikçi Sir Herbert
Dingle şöyle açıklar...
“Matematiğin lîsânı içinde biz doğrular kadar yalanlar da
söyleyebiliriz. Ve matematiğin sınırları içinde bunların birini diğerinden
ayırma şansı yoktur. Bu ayrımı ancak deneyle yada matematik dışında kalan bir
akıl yürütme ile yapabiliriz; matematiksel çözüm ile onun fiziksel
karşılığı arasındaki muhtemel ilişkiyi inceleyerek. Kısaca, matematikte
soyut/teorik olarak varılan bir sonuç, bunun gerçek bir karşılığının olmasını
gerektirmez”.
Ünlü
matematikçi Freemann J. Dyson:
“Henüz insan aklı
fiziksel evreni, matematiksel evreni ya da bunlar arasındaki ilişkileri tam
olarak anlamanın yakınında bile değildir”.
Enis Doko:
“Matematik ilk bakışta anlaşmazlıklara yer
olmayan bir disiplin gibi gözükse de, aslında matematikte bir-çok çözülmesi çok
zor ikilem mevcuttur” der.
Matematik kişinin özgün bir yorum
yapmasına izin vermiyor. “Zâten yapılmış olan” yorumları tekrâr ederek ve
işleme tâbi tutarak kabûl edilmesini ön-görüyor. Bu yüzden matematik totaliter
ve dayatmacı bir yöntemdir. Netîcede matematik, atom-altı denilen parçacıklar
üzerinde açıklamalar yapıyor ve bu soyut varlıklar üzerinde de çalışıyor.
“Gerçek olmayan” varlıklar üzerinde çalışıyor. Bu yüzden de matematiğin net
gerçeklik için olduğunu söyleyemeyiz.
Ziyaüddin Serdar:
“Tabiatın yasaları gözlere silinmez mürekkeple
yazılmış matematik formülleri değildir” der.
Roomen:
“Matematiksel
ilkelerin matematiksel kanıtı sunulamaz” der.
Bekir Gür, “Descartes’in Matematik Felsefesi” adlı yazısında:
“Descartes,
en basit geometrik kanıtlarda bile hatâ yapan
insanlarla
karşılaştığını, bunun üzerine
kendisinin de
başkaları gibi yanlışlık yapma ihtimâlinin bulunduğunu ve
dolayısıyla eskiden kesin diye kabûl ettiği
kanıt ve argümanların tümünü şimdi yanlış/geçersiz diye reddettiğini belirtir.
Descartes, matematiksel önermelerle ilgili daha önceki görüşünü
reddeder.
Bu-gün biliyoruz
ki, Öklit’in paralel postulatının olumsuzu ile başka türlü matematiksel sonuçlara varabiliriz. Bu-günkü anlayışa göre, aksiyomlar mutlak doğru değil de doğru olarak kabûl edilen
önermelerdir, dolayısıyla aksiyomlardan türeyen teoremlerin mutlak doğruluk gibi bir iddiası yoktur;
kabûle dayalı olduğundan teoremler koşullu bir
doğruluk değerine sâhiptirler. Özetle, matematiksel doğrular, Descartes’ın sandığının aksine, ontolojik veya mutlak bir özelliğe sâhip değil, koşullu
doğruluk değerine sâhiptir.
Moderniteyi nitelendiren
en önemli husus
belki de, radikâl bir kopuş tezi ve bütün yeniliklerin kendisiyle başladığı sanısıdır.
Latince bir ifâde vardır: “Veritas filia temporis”. “Hakîkat
zamânın çocuğudur” der.
Rakamlar yalan söylemez ama
rakamlara yalan söylettirilebilir.
“Batı”nın insanlık, ahlâk, tevâzu gibi
insana has değerler içeren bir cümlelik bile söyleyecek sözü olmadığı için
sürekli bilim ile uğraşmakta, ilâhlaştırdığı matematiği öne çıkarmaktadır.
Çünkü matematikte meta-fizik, duygusal, insancıl şeyler yoktur. Ruhsuzdur
matematik.
Kâinâtın bu görünümde olması aslında
“matematik olarak” imkânsızdır. Matematik, kendi uydurduğu formülleri
kullanarak evrene bir hayat-öyküsü yazıyor. Matematik çok ruhsuz bir sistemdir.
Çok fazla teoriktir. Fakat pratikte sonuç çoğu-kez matematiğin verdiği
sonuçlarla uyuşmaz. (Bilim-adamları sâdece uyanları gündeme getirirler).
Her-yanı “Ruh” içeren kâinât, bu ruhsuz matematikle ispatlanamaz. Meselâ
matematiğe göre; 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7 rakamlarıyla; 8, 12, 15, 24, 28, 36, 45
rakamları arasında, 1’den 50’ye kadar rakamların bulunduğu bir torbadan çekiliş
yapıldığında, iki gruptaki rakamların çıkma olasılığı da aynıdır. İki grup da
yedi rakamdan oluştuğu için, çıkma olasılıklarının aynı olduğu söylenir. Bu
söyledikleri bir yanılsamadır. Çünkü ilk gruptaki rakamların ikinci gruptaki
rakamlara göre iki farklı özelliği vardır. İlk gruptaki rakamlar çok fazla
komplekstir. Hem ilk rakam olan 1’den başlayarak sıralı şekilde 7 rakamına
kadar sıralanmışlardır; hem de bu rakamlar düzenli bir sıra oluşturur. İkinci
gruptaki rakamlar belli bir denemeden sonra çıkabilir, fakat ilk gruptaki
rakamların olduğu şekliyle çıkması, sonsuza kadar deneme yapılsa bile
imkânsızdır. İkinci gruptaki rakamlar basittir ve çok fazla bir özelliği
yoktur; ilk gruptaki rakamlar ise süper-kompleks özelliktedir. İşte kâinât da
ilk gruptaki rakamlar gibi süper-kompleks bir yapıdır. Bu yüzden de doğru hesap
yapılamaz kâinât hakkında. İşte bu yüzden matematik çok-basit hesaplar yaparak
evreni açıklamaya çalışmakla yanlış yapıyor. Çünkü kâinât süper-kompleks bir
yapıdır.
Matematiğin her zaman doğru olduğu ne
mâlûm? Matematik de pek-âlâ kurgulanabilir. Birinin bir matematik formülü
bulması ve onunla evrenin yaşını hesaplamasının doğru olduğunun delîli nedir?
Formülün doğru olduğunun delîli nedir? Evrende/Dünyâ’da karşılığı var mı? Bir
fikrin/formülün sâdece var olması onun kesin doğru olduğunu göstermez. İşte bu
sorun yüzünden hep “olasılıklardan” bahsediliyor. Hep “%”lerden bahsediliyor.
Aslında ortada kesin bir şey yok..
Caner Taslaman bu konuda şöyle der:
“Matematik olan-bitenin (evrendeki gerçeğin) matematiği
olduğu müddetçe hiç-bir paradoksu olamaz”. Eğer matematiğin ontolojik
statüsünde (matematiksel kavramların kurgusal mı, gerçek mi olduğunda) hatâ
yapılmazsa, paradokslar oluşmayacaktır. Nitekim bilimlerin ilerlemesinde
matematiğin doğru uygulamalarının tartışılmaz bir yeri vardır. Kurgusal olarak
tasarlanıp evrendeki gerçekliğe uymayan matematiğin ise bu ilerlemede hiç-bir
katkısı olmamıştır. Bu matematik ancak bir oyalanma, bir fikir jimnastiği ve
bir paradoks üretme kaynağı olmuştur”.
Teori mi önemlidir pratik mi? Pratiğin
çok daha önemli olduğunu tartışmaya bile gerek yoktur. Fakat bu teori pratiği
kendine âdeta kul etmek ister gibidir. Teori ne dediyse, pratik de onu ortaya
çıkarmak için elinden gelen her şeyi yaparak, doğru-yanlış olduğuna bakmadan
her şeyi söyleyerek pratiği teorinin kulu hâline getiriyor.
Hâki Demir:
“Yarım asırdan fazla bir zamandan beri fizik-bilimi, sürekli
patinaj yapıyor. Genişliğine doğru “saha taraması” yaptığını söylemek mümkün
ama ileriye doğru hareket etmekte fevkalâde zorlanıyor. Matematikten aldığı
destekle bir müddet devam ettiği zannına sâhip oldu, ne var ki bünyesindeki
matematik yoğunluk arttıkça kendi tabiatını kaybetmeye başladı. Patinaj yapmaya
başlayan bir bilim-dalı (hattâ varlıklar bile) ya kendini inkâr etmeye başlar,
ya değişmeye ve başkalaşmaya başlar ya da manevra yaparak istikâmetini
değiştirir. Fizik-bilimi patinaj yapmaya başladığından beri, matematikle
yaptığı flörtü bitirip evlenmeye doğru yol almaya başladı. Şimdi fizik bilimi
ile ilgili temel soru şu; fizik intihar ederek alanını matematiğe mi bırakıyor,
yoksa matematikle evlenerek yeni bir fizik-bilimine hâmile mi kalıyor? Veya
soru şöyle sorulabilir; kendini, matematikle terkip ederek (sentezleyerek)
yeniliyor mu yoksa matematiğe yeniliyor mu?
Matematikle olan münâsebetinin yoğunluğu her geçen gün artan
fizik-bilimi, artık matematiğe karşı istiklâlini kaybetti. Sürekli matematik
lehine gelişen münâsebetleri, yakın gelecekte tüm fizik-teorilerin omurgasının
matematik tarafından inşâ edileceğini gösteriyor. “Geçiş alanı”, matematik
lehine gelişmeleri şart kılıyor, bu alandan çıkmadığı sürece (ki çıkma imkânı
da yok, sebebi de) matematik karşısında sürekli mevzî kaybedecek.
Matematik fikirdir, fizik ise bilim… Fizik, kendi alanını
matematiğe (hangi sebeple olursa-olsun) terk etmeye devam ettiği müddetçe,
ontoloji, eskiden olduğu gibi tekrar fikir (batıdaki adıyla felsefe) konusu
olmaya başlayacak. Mâlûm, pozitif bilimler, sosyal bilimler ve rasyonel
bilimler, batıda felsefeden doğmadır. Bilim-dalları felsefeden doğdu, ayrıldı, bağımsızlaştı,
gelişti. Bu süreç sonunda felsefeye alan kalmadı (kendileri böyle düşündü) ve
batı yirminci asrın başlarından îtibaren derin bir felsefî krize girdi. Pozitif
ve rasyonel bilimlerdeki baş-döndürücü gelişmeler, felsefeyi tıkadı,
kısırlaştırdı ve yok etti. Şimdi zamânın dâiresi tamamlandı, felsefenin
çocukları olan bilim-dalları tekrar felsefeye dönmek zorunda kaldı. Fakat
burada bir problem var. Pozitif ve rasyonel bilimler felsefeden doğdu
(doğabilirdi) lâkin bu bilimlerden felsefe doğmaz. Çocuk babasını doğuramaz.
Batı aslında yirminci asrın başlarında (özellikle Bergson’un ölümü ile)
felsefeyi imhâ (aslında ihmâl fakat ihmâl yoluyla imhâ) etmekle intihar
etmişti. Zaman dâiresini tamamladı ve felsefeye tekrar döndü ama felsefe
yerinde yok.
Pozitif bilim olan fizik, matematik teoriler ile mesâfe
almaya çalışıyor. Yâni fikir önden gidiyor, bilim arkasından geliyor. Fikir,
iddiayı dillendiriyor, bilim onu test ediyor. Fikir, nazariyesini sunuyor,
bilim onu “gerçekleştiriyor”. Pozitif bilimin ontolojik ufku, İslâm irfânının
ontolojik ufkunun yanında çok güdük kalır. Eksik olan, İslâm irfan
müktesebâtını idrâk edecek derin anlayış-sâhibi fikir-adamları ile fikri
gerçekleştirecek, gerçek kılacak ilim adamları ve teknolojidir” der.
Kâinât sâdece matematiğin/Big-Bang’in
târif ettiği/edebildiği kadar mıdır? Caner Taslaman:
“Bana göre doğa yasalarındaki hassas ayarlar, matematiksel
betimlemenin avantajına sâhip olsalar da, doğa yasalarının varlığı daha da
önemli bir boyuta işâret etmektedir. Kurgusal olup, gerçeklikte karşılığı
olmayan matematiğin, fizik ile bir alâkası yoktur” der.
Kartezyen
Felsefe’ye göre şekillenmiş modern-bilimde tek kesin bilgi, matematik ve fizikten
çıkarılan ilke ve kavramlardan oluşur.
Bu-günkü matematik ruhsuzdur. O yüzden matematiğe
kilitlenmiş insanlar evrendeki her-şeye ruhsuz bir gözle bakıyor ve ruhsuz
yorumlar yapıyorlar. Çünkü matematik bakış-açısı her şeye matematiksel bir
gözle baktığı ve yorumladığı için varlığa bir ruh yüklemiyor. Bu yüzden her
şeyi standartlaştırıyor. Matematikten anladıkları hâlde matematiğin felsefesi
olan meta-matiği anlamıyorlar. Bu, her şeyin standartlaşmasına yol açıyor ve bu
da anlamdan yoksun bir dünyâ-algısı meydana çıkarıyor.
Atasoy Müftüoğlu:
“Hakîkati, matematiksel bir yaklaşımın/algının
sınırları içerisine sıkıştıran bir Dünyâ’da insanî/ahlâkî bir gelecek olamaz”
der.
Meselâ ruhsuz matematik; 1 ile 50
sayıları arasındaki, “1,2,3,4,5,6,” rakamlarıyla, “8,14,21,28,34,41”
rakamlarını 1 ile 50 sayıları arasındaki “farksız rakam-grupları” olarak
gösteriyor. Hâlbuki ilk gruptaki rakamlarla diğer gruptaki rakamlar çok
farklıdır. İkinci gruptaki rakamlar 1 ile 50 sayıları arasındaki sıradan
rakamlardır ve bu ikinci gruptaki rakamların 1’den 50’ye kadar sayıların olduğu
kapalı bir torbadan 6 rakam çekmek kaydıyla teker-teker çekilmesi hâlinde
8,14,21,28,34,41 rakamlarının çıkması olasıdır. Belli bir olasılık sonunda
mutlaka çıkar. Fakat ilk gruptaki rakamların ikinci gruptaki rakamlara göre iki
farklı özelliği vardır. İlki; bu rakamların arada boşluk olmayacak şekilde
arka-arkaya gelmesiyken; ikincisi; bu rakamların ilk sayı olan 1’den başlayarak
arka-arkaya gelmesidir. İşte bu yüzden ilk gruptaki bu rakamların kapalı bir
torbadan 6 rakam çekmek kaydıyla teker-teker çekilmesi hâlinde çıkması imkânsızdır.
Bu rakamlar sonsuz zamanlar ve sonsuz denemeler olsa bile 1,2,3,4,5,6 şeklinde
sıralı olarak çıkmaz. Ama ruhsuz/klâsik matematik, iki gruptaki rakamların da
çıkma olasılığını aynı görür. Çünkü ilk gruptaki rakamların
düzenini/farklılığını/özelliğini/kompleksliğini/mükemmelliğini vs. göremez ve
anlayamaz. Bunu anlayacak bakış-açıları/felsefesi olmadığı/oluşmadığı için bunu
fark edemez.
İşte kâinât da aynen böyledir.
1,2,3,4,5,6 rakamlarının durumu gibidir. Bu nedenle mevcut duruma aşama-aşama gelmesi
imkânsızdır. Sonsuza kadar zaman olsa da kâinât bu mükemmel hâle/duruma
gelemez. Ancak ve ancak bir-anda yaratılırsa bu duruma gelir/gelmiştir.
Caner Taslaman “Big-Bang ve Tanrı” adlı
kitabında Cavalleri’den bir alıntı yapar:
“Cavalleri’nin dediği gibi: “Gözlemlere dayanan her değer
gerçek bir sayı ile ifâde edilmelidir, yoksa o hayâli bilimin veya
bilim-kurgunun konusudur.”
Tabî ki de biz küçük-çaplı kâinâtta yâni Dünyâ’da ve belki Güneş
sistemi içerisinde matematiği kullanabiliriz ve de kullanmalıyız. Fakat
matematik kâinât ölçeğinde tam mânâsıyla işleyemez. O yüzden Cavalleri, böyle
söylemekle rakamları/sayıları gerçeğin üstüne çıkartmış oldu. Gerçekler nesne,
sayılar özne oldu. Bu büyük bir sorun. Matematiğin ilâhlaştırılmasını
şimdilerde laik-seküler-kapitâlist dünyâ, insanları sömürmek için kullanıyor.
Matematik, matematik, matematik… Big-Bang
matematiksel bir masaldır. “Şöyle şöyleyse şöyle olması lazım” derler. Yâni
“yengemin … olursa amcam olur” der gibi. Hz. Ali ne kadar da haklı: “İlim bir
noktaydı, câhiller onu çoğalttı”.
Bu evrendeki her şey ille de
hesaplanabilir olmak zorunda mıdır? Penrose, matematikteki “polyonimo kümeleri”ni
örnek vererek, genelde zannedildiği gibi determinist olan her sistemin
hesaplanabilir olmak zorunda olmadığını, bu kümelerde olduğu gibi determinist
bir yapının hesaplanamaz nitelikli olabileceğini belirtir.
Roger Penrose; Matematiksel anlayışın
kendisinin bile matematiksel olarak ifâde edilmesine olanak olmadığını
söylemektedir. Ona göre “anlayış” hesaplamadan farklı bir şeydir. Penrose,
matematiksel anlayışın hesaplamaya dayanmadığını; olup-bitenlerin “farkına
varmaya” bağlı olduğunu söyler.
Ockhamlı William’ın geliştirdiği ve
“Ockhamlı’nın usturası” (Ockham’s razor) diye anılan tutumluluk ilkesi; her-hangi
bir şeyi açıklamak üzere öne-sürülen birden fazla açıklama söz-konusu
olduğunda, bunlar arasında, açıklanmak durumunda olanı en az sayıda açıklayıcı
ilke ve kabûlle açıklayan ve olabildiğince çok şeyi açıklamayı başaranın
seçilmesini söyler. Buna göre, en basit açıklama, gerçekliği olduğu şekliyle
târif eden en muhtemel açıklama olma durumundadır.
Caner Taslaman:
“Evrende her-hangi bir gerçekliği daha iyi anlamamıza
yaramayan matematiksel modeller Ockhamlı’nın usturasıyla kesilmelidir. Çünkü
matematiksel bir model, ancak evrendeki gerçeklikleri anlamamıza katkısı olduğu
ölçüde değerli olabilir. Yoksa salt zihinsel bir kurgunun ötesine geçemez” der.
BİLİMİN
VE Bilim-adamlarının DAR Görüşleri
İnsanlar,
bilim-adamlarının son derece bilimsel metotlarla çalışan, sâdece deney ve
gözlemlere dayanan kimseler olduklarını zannederler. Bu nedenle bilimle ilgili
olarak her dediklerine hiçbir araştırma yapma gereği duymadan inanırlar ve
büyük bir yanılgı içine düşerler. Oysa teorilerin çoğu, masa-başında
üretilmiş zihinsel teorilerdir. Zihnin ürünleri her zaman gerçekleri göstermez. Ve çoğunlukla evdeki hesap çarşıya uymaz. Çünkü
insanın yapacağı her târif bir tahriftir.
Korintoslulara
Mektup’ta “bilme” ile ilgili şöyle denir:
"Hepimizin bilgisi var" diyorsunuz,
bunu biliyoruz. Bilgi insanı böbürlendirir, sevgiyse geliştirir. Bir-şey
bildiğini sanan, henüz bilmesi gerektiği gibi bilmiyordur” (1.Ko.8: 1-2).
Masa-başında otururlarken akıllarına bir
fikir geliyor ve bunu “teori” diye ortaya atıyorlar. Teori adı altında bir
kampanya başlatıyorlar aslında. Sonra da bunu ispatlamak için kanıt aramaya
koyuluyorlar. Yalan-yanlış ne bulurlarsa artık.. Zâten yeni devrimsel anlamda
düşünceler de üretilemiyor. Evren hakkında söylenenler artık inovasyondan
ibâret.
Bilim-adamları şunu demek istiyorlar
sanki: “Bilmek istemediğimiz şeyler var-olmazlar. Bilmek istediklerimiz ise
var-olurlar”.
İnsanlar bilim-adamlarını gözlerinde çok
büyütüyorlar. Çünkü onları çok da tanımıyorlar. Ne derece yobaz olduklarının
farkında değiller. Saadettin Merdin:
Orta çağda ortalık
cadılardan geçilmiyordu. Cadı olmasından şüphelenilen binlerce zavallı yaşlı
kadın yakılarak öldürülmüştü. Hattâ modern-bilimin metodolojisini şekillendiren
F. Bacon, bu cadı mahkemelerinde senelerce yargıçlık yapmıştır. Kimse gerçekten
cadı var mı? diye meseleyi sorgulayamıyordu. Günümüzdeki durum da orta çağdan
farklı değildir. Nedense insanlar bir-takım moda akımların rüzgârında yelken
şişirince, sorgulama yeteneklerini büyük ölçüde kaybediyorlar” der.
Caner Taslaman:
Biyolojide, özellikle 1953′de DNA’nın
bulunmasından ve hücre içindeki yapıların keşfedilmesinden sonra hücre
seviyesindeki çalışmaların çok geliştiğini düşünecek olursak, burada, geçmişten
bu-güne kadar yapılan çalışmaların tamâmından fazla bir gelişmenin son 60
senede gerçekleştiğini ifâde edebiliriz. Mikroskop teknolojisinin gelişmesiyle
berâber biyoloji çok hızlı ilerledi. Ama fizikte 20. Yüzyılın ikinci yarısında,
ilk yarısında olduğu gibi, devrim sayılabilecek bir görüş yok. Kaos teoremi
olduğu söyleniyor ama o da kuantum veya izâfiyet gibi evrenle ilgili önemli bir
yasa sunmamıştır” der.
Bilim-adamlarının masa-başında otururken
yapmayı en çok sevdikleri şey, varlığa “yaş” tâyin etmektir. Kâinâta da
oturdukları yerden bir yaş tâyin edip: “13.7 milyar yıl” deyivermişlerdir.
Hâlbuki evrende o kadar yaşlı bir varlık yoktur. Rakam büyüktür, çünkü akılları
hep “çok”tadır. Bunun nedeni, “Gerçek Büyük”ten koptukları için kendilerine
başka-başka “büyük”ler aramalarıdır. Bu yüzden rakamları/sayıları ilâhlaştırırlar.
Kendileriyse o sayıların karşısında küçülürler. Bu küçüklük en çok da
beyinlerine yansır ve küçüğü büyük, “Büyük”ü de küçük görürler. Küçük beyinler,
büyük değerleri küçük anlarken, küçük değerleri ve sayıları da büyük anlarlar.
Bilim-adamlarının akılları temiz
değildir, zehirlenmiştir bu ideolojiler ve düşünceler yüzünden.
“Yoksa
o, gece saatinde kalkıp da secde ederek ve kıyâma durarak gönülden itaât
(ibâdet) eden, âhiretten sakınan ve Rabbinin rahmetini umut eden (gibi) midir?
De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Şüphesiz, temiz akıl sâhipleri
öğüt alıp-düşünürler”
(Zümer 9).
Seyyid Kutub bu âyetin
yorumunda:
“İşte geç
saatlerinde secde ederek, ayakta durarak âhiretten korkan ve Rabb’inin
rahmetini uman kimselerdir, gerçek anlamda Allah’ın âyetinde bilgisini
övdükleri. Âyetin işâret ettiği ilim de bu ilimdir. Yâni Allah’a, takvâya
hidâyet eden/yönlendiren ilim... Fıtratı bozan ve insana Allah’ı inkar ettiren
bilgi değil. “İmâni temel ile fizik, kimya, biyoloji, astronomi, vb. deneysel
bilimler arasında doğrudan bağlantı vardır. Çünkü bu tür bilimler, bozulmaya
uğramış benliklerin istekleri ile insanları Allah’tan uzaklaştırma amacıyla
kullanılmadıkları sürece, eninde-sonunda kişiyi Allah’a ulaştırır” der.
Bilim ve bilim-adamları almış başını
gidiyor ama bu gidiş tekin bir gidiş değil. O yüzden bilime ve bilim-adamlarına
yükses sesle bir “çüşş” demek lazım.
Bilim bâzılarını tutsak ederken aslında
kendisi de tutsaktır.
Bir de Batı’nın bilim anlayışında
“yanlışlanabilme” diye bir saçmalık vardır. “Yanlışlanabilir” diyorlar. Neden
yanlışlanacak ki? Bu, Batı’nın bir oyunudur. Batı'nın çifte-ahlâkı ve politik
temel tutumunun bir sonucudur. Yanlışlanabilir olacak ki; böylelikle hatâ
ettiklerini anladıkları zaman “ne de olsa yanlışlanabilir olandı” diyerek rezil
olmaktan kolayca sıyrılabilsinler ya da istedikleri zaman yine kendi
çıkarlarına uygun yeni bir teoriye/düşünceye geçebilsinler. Bir şey doğru ise
tam-doğrudur. “Az-doğru” olamaz. Herkese göre farklı bir doğru yoktur. Doğru
tektir ve ondan başkası ya eksiktir ya da yanlış.
Bu teorinin (Big-Bang) kesin olarak doğru
olup-olmadığını nasıl anlayacağız? Bekleyeceğiz ve göreceğiz. Ama ne zamana
kadar? Hizb-üş Şeytanın, işlerine gelen yeni bir teori ortaya atacağı zamâna
kadar.
Ali Bulaç:
“Bize işâret edilen Dosdoğru Yol'a (Sırat-ı Müstakim)
sırtımızı çevirip her bir defâsında sonu hüsranla, büyük acı ve yıkımlarla
bitecek el-yordamı deneme-yanılma yöntemiyle Gerçekliğin Bilgisi'ni aramak,
akıllı varlıklar olarak bizim özgün ve ayırıcı özelliğimiz olamaz” der.
Big-Bang teorisyenleri bu teoriyi sanki
mutlak-doğruymuş gibi anlatırlar. Çıkmazlarından hiç söz etmezler. Oysa ki Karl
Popper: "Bilim yanlışlanabilir olandır" der. Kant ve izleyicileri
için ise, insan bilgisi olgusal-dünyâyla sınırlıdır; olayların gerisindeki
“gerçeklik” hiç-bir zaman bilinemez.
Aslında batı aklı da bâzen izâfiliği öne
çıkararak mutlak bir doğrunun olmadığını direkt-ya da dolaylı yollardan
söylüyor.
Abdurrahman Arslan:
“21. yüzyılın hâkim kültürünün özelliği, her şeyin içini
boşaltmaktır. Her şeyi anlamsızlaştırıyor, yerine göreceliliği koyuyor. Bize,
“hakîkati aramayın, hakîkat yoktur” diyor. “Hiç-bir şey mutlak olarak doğru
değildir. Doğru olan şey biraz sonra yanlış olabilir. Onu o-anda doğru olarak
kabûl edin” diyor. Böyle bir kültürle karşı-karşıyayız” der.
Görecelilik
demek, taraflılık demektir. Bu tarafın ne taraf olacağını konjonktür belirler.
Bilim
tarihi yazımı, bilimin bir kurum olarak toplumsal örgütlenmedeki yeri ve
kullanılış biçimlerinden bağımsız değildir. Bu nedenle de, bilimin tarihi, bu
konumlardan yazılır.
Kuhn için “gerçekte bilimlerin hepsinin yapıca bir olmadığı”
düşünülecek olursa, bilim etkinliğinin doğası gereği “bilimin birliğinden” ve
dolayısıyla “genel ve bütünsel bir bilim
târihinden” söz edilemez. Yapılabilecek olan, farklı paradigmalardan oluşan bir
alanı ya da farklı paradigmatik dönemlerden oluşan bir süreci farklı dillerin
bir-aradalığı gibi görmektir.
Evreni
açıklamak, onun sebebini açıklamakla olur. Evren, nedensellikle açıklanamaz.
Çünkü her ilk nedenin de bir nedeni olmalıdır. Kendisi açıklanamayan bir ilk
neden ise evreni açıklayamaz. Evreni açıklayabilecek olan, bir “ilk neden”
değil, “ilk sebep”tir, bir amaçsal sebep. Çünkü ancak odur ki kendi
amacıyla kendisini açıklar. Sebebin bizzat kendisi bize sebebini açıklar. Çünkü
“neden” sonucunu içermez ama “sebep” amacını içerir.
Nedensellikle
olmaz. Nedensellik bilmenin tek şartı değildir. A.Cressy Morrison:
“Gözümüzün önünde bir
saatin başka saatler meydana getirdiğine tanık olsak, bu insanın ya da diğer
canlıların üremesinden daha hârika bir olay mıdır? Ama insanların çoğu daha
ilkokuldan merak duygularını yitirerek mêzun olurlar. Şu şunun sebebidir, o da
onun. Ne kadar basit değil mi?” der.
Bilim sürekli olarak gelişir, ortaya yeni
bulgular koyar ve bunlardan yeni sonuçlar çıkarır. Bu nedenle, bir zaman kesin
ve tartışılmaz bir bilimsel gerçek sanılan bir teorinin, bir süre sonra
bilimsel bulgularla çatıştığı ve aslında sâdece hayâli bir iddia olduğu ortaya
çıkabilir. İşte Big-Bang Teorisi bu süreci yaşayan bir teoridir. 20. yüzyılda
bilim-dünyâsının büyük çoğunluğu tarafından kesin ve tartışılmaz bir gerçek
sanılıyor. Ancak daha sonra bilimin/felsefenin/fikrin ilerlemesi ile ortaya
çıkacak olan bulgular/düşünceler, teorinin iddialarının hiç-bir geçerliliği
olmadığını ortaya çıkaracaktır.
Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz bir hadis-i
şeriflerinde buyuruyorlar ki:
“Bâzı ilimler
cehâlet ile aynı derecededir”.
“Bilim, kânunları bulmayla ilgilenir,
kânunların neden var olduğuyla değil” denir. Fakat kânunlar Big-Bang’e göre bir
süreç içinde oluştuğuna göre, kânunların olmasının ve içeriğinin de bir
açıklaması olması gerekir. Hâlbuki gravitasyon kuvvetini, bırakın açıklamayı,
onun nasıl anlaşılabileceği bile ön-görülemiyor.
Allah, hiç-bir mekânik/maddî süreçleri
tâkip etmeden her-şeyi yâni “tüm sonuçları” bir-anda yaratmıştır.
Descartes, Tanrı’nın ancak mükemmel
yaratılışı gerçekleştireceğini söylemiştir; o, ‘mükemmellik’ kavramına ters
düşecek her türlü evrim fikrine karşıdır. Bu yüzden onun mekânik-evren
tasarımında hiç-bir evrim fikrine geçit yoktur.
İki hidrojen ve bir oksijen atomu
birleşince suyu oluştururlar, böylece suyun açıklaması bir ölçüde yapılır; ama
suyun sâhip olduğu kimyâsal özelliklerin tümünün açıklamasını artık hidrojen ve
oksijenle yapamayız.
“Planck zamânı, Big-Bang’den sonraki 10-43 sâniyedir. Bu
zaman-diliminde sıcaklık 1032
Kelvin gibi müthiş bir değere ulaşmaktadır. Bu sıcaklık yüzünden, kütle çekim
kuvveti, nükleer kuvvet ve elektromanyetik kuvvetlerin hepsi birleşmekte ve bu
zamandan öncesi bilimsel olarak tanımsız olmakta, fizik-kuralları durmaktadır”
denir. (Planck Aralığı olan 10-33 cm.’nin
altındaki ortamda tüm hesaplar alt-üst olur ve çalışmaz. Yasalar geçerliliğini
yitirir). Fakat yaşanan
süreçte soğumayla berâber kuvvetler de oluşmaya başlayarak açığa çıkıyor. Bu
durumda “her şeyi açıklayabilen” Big-Bang Teorisi neden kuvvetleri tam olarak
açıklayamıyor ve özellikle de gravitasyonun ne olduğunu bilemiyor? Bu
kânunların hepsi maddenin ta kendisi değil midir? Açıklanamayan bir şey
olmaması gerekir. Hawking, “Ceviz Kabuğundaki Evren” kitabında,
“Eğer bilim kânunları evrenin başlangıcında askıdaysa, başka
zamanlarda da yanlış olamazlar mı?” diye sorar.
Demek ki bu teori her şeyi açıklayamıyor.
Aristo’ya göre, felsefe Dünyâ hakkındaki merak duygusuyla başlar ve bir
kimsenin sorabileceği en derin soru, evrenin kökeniyle ilgilidir.
Planck-zamânı denilen “başlangıç”ın ilk
10-43 sâniyesi ile
başlıyor bu süreç. Gerisi için ise “yokluk” deniyor. İyi de kardeşim,
patlayan/açılan ve sonuçta madde olan bir şey var. O nedir ki? O aşamada
fiziksel yasalar işlemiyorsa süreci devâm ettiren yasalar nedir? Her-şey
potansiyel olarak “o şey”de olduğuna göre, yasalar da “o şey”de potansiyel
olarak olmalıdır. Demek ki “ilk olan” şey de anlamanın konusu bilime göre. İyi
ama ne patladı/açıldı/saçıldı/yarıldı/ayrıldı? Patlayan bir şey varsa
açıklanabilmelidir. Ona “yokluk”/”tekillik” demek bir açıklama değildir. Bilime
bak hele; açıklayamadığı/isim koyamadığı şeye “yokluk” diyor.
Açıklayamadığı/isim koyamadığı şeyi yok sayıyor. O “patlayan”ın ismi nedir?. Ne
patladı birâder? Yoksa çelik-çömlek mi patladı? J TOE’yi beklemekten başka çâre yok anlaşılan. “Zaman”la o da
olur mu acaba..
Bilim-adamlarının kâinâtı araştırmaları
bilimsel değildir. Çünkü bilim ancak, sınırları belli olan şey üzerinde
çalışabilir. Yâni bilim-adamları, sınırlarını görebildikleri şeyleri
inceleyebilirler. Sınırlarını bilmedikleri ve göremedikleri şey üzerinde
söyleyecekleri her şey ya yorumdur, ya “zannetme”dir, yada “atıp-tutma”dır.
Evet; bilim sâdece kompleks olmayan yapılar üzerinde çalışabilir. Kompleks
yapıların açıklamasında başarı sağlayamaz. Kâinât ancak.. meta-fizik ile
anlaşılabilir. O hâlde evreni araştıracak/inceleyecek olanlar sâdece, gökteki
bu süper-düzeni tanımak ve benzerini Dünyâ’da da kurmak için araştırmalı ve
incelemelidirler. Aksi hâlde bâzı merakları gidermekten başka boş bir iş
olacaktır.
Caner Taslaman:
“Bilimin
evreni târif ettiğine fakat açıklamadığına özellikle dikkat edilmelidir.
Evrende yasaların nasıl vâr olduğunun açıklamasını bulmak istediğimizde,
deneysel ve gözlemsel bilimin sınırlarından çıkıp felsefî değerlendirmelerin
alanına girmemiz gerekmektedir” der.
Ali Şeriati:
“Mutlak gerçeğin temeli ve özü, bizim kavrayışımızın ötesindedir.
Deneyimlerimizle, akıl yürütmelerimizle, sezgilerimizle edinebileceğimiz
bilgiler, görünüşlerden ibârettir. Bilim, vârlığın işâretleriyle uğraşan bir
alan olarak konumlanabilir ancak” der.
Comte’a göre bilim, felsefeden vazgeçebilir,
çünkü bilim başlı-başına bir felsefedir.
Bilim düşünceyi kısar ve kısırlaştırır. Geniş
düşünmeyi önler. Comte’cu bilim-anlayışı da genel bilim-anlayışından farklıdır.
Görgücü (ampirist) ve olgucu (fenomenalist) bir temele dayanan bu bilim-anlayışına
göre bilim ne maddeyi, ne rûhu açıklayamaz ve inceleyemez, sâdece
betimleyebilir (tasvir eder); çünkü bunlar kendinde şey (numen)dirler; bilinemezler.
Bu açılardan olguculuğun bir boyutu bilinemezciliktir. Bilim sâdece ilineksel
(özle ilgili olmayan) olanla uğraşacaktır, bu da olgular (numen)dır. Bilim bu
olguları gözlemleyerek aralarındaki
bağlantıları, yasaları kavramaya çalışan bir deney ve gözlem alanıdır.
Hâki Demir:
“Bilim, hüküm vermemeli, sâdece imkân alanını tarayarak
ulaştığı netîceleri daha ilerideki safhaları da dikkate alarak nihâi hüküm
mâhiyetine büründürmeden beyân etmelidir. Husûsiyetle bir hâdisenin imkânsız
olduğunu söylemek mevkiinde değildir bilim. Bilim imkânsızları bilmez, sâdece
mümkün olanları bilir. Mümkün olanlar ise ulaşabildiği gerçekliklerdir.
Ulaştığı gerçekliklerle ulaşamadığı gerçeklikleri reddetme tavrı bilimin
temeline aykırıdır. Fakat bilimin bu-gün geldiği ve işgâl ettiği mevkii,
hükümler üreten ve bulduğunun dışında bir alanın olmadığını iddia eden
mâhiyettedir. Bilim-adamları imkânlardan bahsetmek yerine imkânsızlıklardan
bahsetmeye ve bunu da şiddetle ve tek salâhiyetli tavrıyla yapmaktadırlar” der.
Kâinâtın nasıl yaratıldığını
araştırmak, “Bedîhiyat”ı (delil
ve ispâtına lüzum olmayan açık şeyler) araştırmak gibidir. Oysa
“bedîhiyatı araştırmak îcap etmez. Bunlar hazır/açık hâldedirler. Hazır/açık
olan şey aranırsa kaybolur ve gizlenir” denilmiştir.
Bilim için “deney olmadan bilim olmaz”
diyorlar, fakat söylediklerinin %90’ı deney-sonrası söylenmiş sözler değildir.
Hattâ söyledikleri şeylerin çoğu zâten deneye vurulamaz. Atom-altı parçacıklar
için ve kozmik ölçüde büyüklükler için deney-meney olmaz/olamaz. “Mikro”nun ve
“makro”nun deneyi olmaz/olamaz. Bunlar bilimin konusu değildirler. Bilim
sâdece, zâten gözlemleye-durduğumuz şeyler hakkında bir deney ve açıklama
yapabilir.
Kâinâtın nasıl yaratıldığı
ancak fideist/inancılık bir düşünce ile tatmin edici bir duruma kavuşur. Çünkü
temel gerçekliklerin hiç-biri akılla kavranamaz.
Zâten bugün, hem fizikte, hem ruh-bilimde,
hem toplum-bilim konularında Husserl öğretisi adıyla egemenlik sağlayan fenomonoloji,
bilimlerin temelini şu esasa oturtmuştur; Fizik-bilimi, maddenin özünü
aramamalı -ki maddenin özü aranılacak bir şey değildir-, sâdece maddeleri -ki
görünümler ve fenomenler; yâni kendi-kendine var olan bir gerçeğin çeşitli
zâhiri yüzleridirler- incelemeye tabi tutulmalıdır. Fizik, bu demektir.
Gök-bilim ile uğraşan bilim-adamlarına!
bir soru sorsanız doğru-dürüst açıklayamaz/anlatamazlar bile, kekeleyip dururlar.
Saatlerce konuşurlar ama aslında bir şey anlatmazlar. Ey bilim-adamları;
gayretinizi/deneylerinizi, sınırlarını gördüğünüz şeylere yöneltin. Bırakın
kâinâtı bu şekilde îzah etme/edememe çabasını da, bir resim yapın, bir şiir
yazın ya da bir türkü/şarkı söyleyin.. daha açıklayıcı olacağı kesin. Çünkü
kâinât salt maddî bir yapı değildir. Ruh göz-ardı edilerek madde
anlamlandırılamaz. Şiir için: “Şiir
sanatı, kozmik muammayı içinde taşıyan hayâtımızın kendi-kendine sormakta
olduğu o müthiş sırdan vâsıtasız haberdar olma olarak kendini göstermektedir”
denir.
Astronomi ile uğraşan bilim-adamlarının
uzay için yaptığı tahminler, meteoroloji mühendislerinin havanın nasıl
olacağını tahmin edişlerinin ötesine geçmez. Bilirsiniz; hava tahminleri bizi
çoğu-kez yanıltır, söyledikleri gibi olmaz. Ya yağmura yakalanır ve üşütüp
hasta oluruz, ya da gereksiz yere elimizde bir ceket ya da şemsiye gezdirmiş
oluruz. Bilimdeki her açıklama aslında bir tahmindir. Bilim-adamları
tahminlerine teori diyor. “Teori ne demektir?” derseniz, “tahmin demektir”
derim.
Bilindiği gibi evrenin yaşı olarak
açıklanan 13.7 milyar yıl, net rakam olarak belirlenmeden önce 15 milyar yıl
olarak tahmin ediliyordu. (bu sayılar her zaman değişikliğe uğramaya mahkumdur)
15 milyar yıla nasıl ulaştıkları ise; patlamanın ilk-ânında patlama hızının
kritik oranıyla orantılıdır. Patlamanın hızı belli bir noktadan düşükse 20,
yüksekse 10 milyar yıl yaşında olması
gerekiyordu evrenin. Hangisini seçeceğine karar veremeyen gök-bilimciler, iki
rakamın ortalamasını alarak evrenin 15 milyar yıl yaşında olduğunu söylediler
(daha doğrusu kabûl ettiler) ilk başlarda. Bir bilimsel yayında bu şöyle ifâde
edilir:
“Huuble sabiti 15-30
km/sâniyedir. Bu sabit 15 alınırsa evrenin yaşı 10 milyar yılı, 30 alınırsa 20
milyar yılı gösterir, bunun ortalaması
alındığı için evrenin yaşını 15 milyar yıl olarak alırlar”.
Yâni; genişleme, milyon ışık-yılına göre sâniyede 15 km . ise evren 10 milyar yaşında, genişleme
milyon ışık-yılına göre sâniyede 30 km . ise, evren 20
milyar yaşındadır. Hubble
Sabiti’nin tam anlamıyla hesaplanmasında zorluklar vardır, bu da evrenin
yaşının tartışmalı olmasına yol açmaktadır. Burada Einstein’a katılmak gerekir;
“Tanrı zar atmaz”
Stephen Hawking:
“Evrenin genişleme hızı o kadar kritik bir noktadadır ki,
Big-Bang'ten sonraki birinci sâniyede bu oran eğer yüz bin milyon kere milyonda
bir daha küçük olsaydı evren şimdiki durumuna gelmeden içine çökerdi” der. Bu
rakam imkânsızlığın göstergesidir.
Bilim neden her-şeyi
parçalara ayırmaya çok düşkün? Bir-şey, “bütün hâlinde” mi daha iyi kavranır,
yoksa parçalara ayrıldığında mı? Gothe; kavramak istediğimiz varlıkları
parçalara ayırmadan ve canlı hâlde, organik yapıları içinde ele almamız
gerektiğini söyler.
Bilim, olguları basite
indirgemeden ele alamaz. Meselâ suya 2 hidrojen, 1 oksijen der. Ama bu
elementleri birleştirince su oluşmaz. Zâten su, nitelik olarak bu iki elementin
çok-çok üstündedir. Bu yüzden bilimi, olguları değersizleştirmekle
suçlayabiliriz.
Hegel:
“Oksijenin belli oranlarda birleşmeleri yeni bir cismi, yâni
suyu ortaya çıkarır. Bu yeni cismin nitelikleri oksijenle hidrojenin
özellikleri bir-araya getirilerek oluşturulamaz. Yâni bu yeni maddenin niteliklerini oksijen ve
hidrojenin niteliklerinden çıkarsayamayız. Burada söz-konusu olan niteliksel
bir değişmedir” der.
Kâinâtı anlamak için “parçacı bakış”tan
ziyâde, “bütünsel bakış”la bakmak gerekir. “Bütün”e bakıldığında ancak onun ne
olduğu görülebilir. Post-modernizm birci ve bütüncü bakışları üst-anlatılar
olarak görür ve devrinin bittiğini iddia eder. Onlara göre olup-bitenleri bütüncül
bir şekilde açıklamak totalitarizm ifâde eder. Ama kendileri sosyal olarak
Dünyâ’ya bütüncül olarak bakarlar ve küresellikten bahsetmekten kaçınmazlar.
Hegel’in “bütünsellik ilkesi”
her-hangi bir şeyin tek-başına ve içinde bulunduğu bütünden ayrı olarak ele
alındığı zaman kavranamayacağını ileri sürer.
Paley; yerde bulduğu bir saatin nasıl
orada olduğunu düşündüğü zaman; ayağına rast-gelen bir taş için düşündüğünden
daha farklı sonuçlara varacağını söyler. Saatin değişik parçaları bir amaç için
konmuştur, bu parçalar düzenli bir hareketi gerçekleştirerek zamânı
göstermektedirler. Bu parçalar değişik bir şekilde bir-araya gelseler, ne
saatin içindeki hareket gerçekleşir ne de saat bir işe yarar. Paley’in
analojisini güçlü kılan unsur, saatin kökenini bilmeye gerek duymadan, sırf
saatin yapısından sonuca gidebilmesidir.
Bilim mecbûren “şey”leri
diyalektik bir önermeyle açıklamaya çalışır. İşte “karşıt”ın “sınırlı” olması
yüzünden bilim de sınırlı sonuçlar üretir. Sınırın olduğu yerde ise “mutlak“tan
bahsedilemez.
Bilim Felsefecisi Caner Taslaman
indirgemecilik hakkında şöyle der:
“İndirgemeci anlayışta,
bütünün, parçaların özelliklerinin toplamından ibâret olduğu savunulmuştur. Bu
anlayış, bütün hakkında bilginin, parçacıklara hükmeden yasalardan
çıkarsanabileceğini dile getirir. Parçacıkların bir-araya gelişi ve ayrılışı
ile ilgili tam olarak bilgi edinilirse; bütün hakkındaki bilginin tümünün de
elde edileceği indirgemeci yaklaşımla savunulur. İndirgemecilik, tamamen
başarılı olmadığı alanlarda bile 'hakim paradigma' olmuş, pratikte başarılı
olmadığında bile, prensipte başarılı olduğuna derin bir inanç beslenmiştir.
Burada ilginç olan, maddenin kendisine indirgenmesiyle fenomenlerin açıklanabileceği
zannedilen atomun, kendi parçacıklarının toplamı ile açıklanmasının mümkün
olmadığının anlaşılmasıdır. Kâinât, parçaların toplamı değildir. Kuantum
teorisinde atomlar, bir-çok kişinin kafasındaki Güneş-sistemine benzeyen atom
modelinde -Rutherford'un modeli- olduğu gibi protonların, nötronların ve
elektronların toplamı olarak düşünülmemelidir. Schrödinger denklemindeki dalga
fonksiyonunda, elektronların müstakil varlığının bir önemi yoktur;
elektronlar dâhil oldukları atomun sistemi içinde bir öneme sâhiptirler:
Atomu betimleyen yasalar, elektron, proton ve nötronları betimleyen yasalardan
çıkarsanamaz. Pauli Dışarlama İlkesi (Pauli
Exclusion Principle) de bir atomun yasalarının, bu atomun bir parçası
olan elektrona dâir yasalardan çıkarsanamayacağını göstermektedir.
Aspect ve arkadaşları; bütünün, parçaların toplamından fazla
bir şey olduğunu, bütünü parçalara indirgeyip anlayamayacağımızı, parçaların
birbirlerinden ayrıldıklarında, uzak mesâfelerde bile bütünsel özellikler
gösterebildiklerini deneyleriyle doğrulamışlardır”.
Bilimin
keşfettiği şeyler doğada zâten olan şeylerdir. Bilim-adamlarının yaptığı şeyler
sâdece bu keşfettikleri şeylere isim ve anlam vermekten ibârettir.
Caner Taslaman:
“Kozmolojik delile göre, bu evrenin bir açıklamaya ihtiyâcı
vardır ve evren, kendi açıklamasını kendi içinde barındırmaz; evrenin
açıklaması ancak, zorunlu bir Varlık ile yapılabilir ki, bu varlığa Tanrı
denmektedir” der.
Bir kısır döngü var.. Bilim-adamlarının
ortaya attığı formüller her zaman eksiktir. İşte bu eksiklikleri kapatmak için
yeni formüllere ve felsefelere ihtiyaç duyulmuştur.
Doğa yasalarının daha ne olduğu bile
bilinip açıklanamazken, bu yasaların mutlak-kesin ve değişmez yasalar olduğu da
ayrı bir sorundur.
Bilim-adamlarının sıkıştıkları yerde
yardımlarına kara-madde, karanlık-enerji, anti.. vs. gibi sihirli kelimeler
yetişiyor.
Bilim-adamlarının kâinâtı târif etmesi,
körlerin fili târif etmesine benzer.
İnsanların her-birinin tek-başına görüşü
gerçeğin ancak bir bölümünü yansıtabilir. Bu hususta Eflatun (Platon) şöyle
der:
“İnsanlar, her yönüyle
gerçeği idrâk edemedikleri gibi, ondan tamâmen uzak da olmazlar. Her insan
gerçeğin sâdece bir yönünü idrâk edebilir. Şu misal bunun örneğidir: Bir-kaç
kör, filin yanına varırlar, her-biri onun bir organını tutar, eliyle kontrôl
eder ve onun ne olduğunu kendine göre hayâl eder. Onun ayağını yakalayan, filin
ağaç gövdesine benzeyen uzun ve yuvarlak bir yaratık olduğunu anlatır. Sırtına
ulaşan, onun yüksek tepelere benzeyen bir yaratık olduğunu söyler. Kulağını
tutan ise, onun, düz, ince, katlanan ve açılan bir yaratık olduğunu söyler.
Görüldüğü gibi bunlardan
her-biri gerçeğin sâdece bir-kısmını idrak edebilmiş, diğer arkadaşlarını
yalanlamış, Fil'in yaratılışını anlatma hususunda hatâ ettiklerini ve cehâlete
düştüklerini iddia etmişlerdir. Görüyorsunuz bunlar gözleri kapalıyken doğru
söylediklerini zannetmişler, sonra gözleri açılınca nasıl hatâ ettiklerini
görmüşlerdir. Zâten ihtilaflar çoğu-zaman meselenin kapalı veya zor oluşundan
değil, ihtilaf eden taraflardan her-birinin diğerinin görüşünü bilmeyişinden
doğar. Bu sebeple Sokrat şöyle der: “Münâkaşa konusu olan şey bilindiği
takdirde her münâkaşa biter.”
Gözleri
kapalıyken Fil hakkında atıp-tutan kişilerin, gözleri açılınca nasıl da hatâ
ettiklerini gördük. İşte bunun gibi; bilim-adamları da “dev bir fil” olan evren
hakkında kâlp-gözlerinin kapalı oluşundan, dolayısıyla idrâk yeteneklerini
kaybettiklerinden dolayı ha-bire atıp-tutuyorlar. Kur’ân’ın nûruyla aydınlanıp
bakmadan da gerçeği hiç-bir zaman göremeyecekler.
"Onların
bilgilerinin erişebileceği sınır budur" (Necm 30). Seyyid Kutub bu âyeti
yorumlarken..
Erişebildikleri bu bilgi sınırı aslında basittir, istediği
kadar büyük ve önemli görünsün; yetersizdir, istediği kadar geniş kapsamlı
görünsün; yanıltıcı ve sapıktır, istediği kadar doğru ve erdirici görünsün.
Kâlbi ile, duyguları ile, aklı ile şu yer-yüzünün sınırlarına takılıp kalan
insan hiç-bir önemli gerçeği öğrenemez. Oysa üstün-körü bir gözlem bile bu
Dünyâ’nın dışında görkemli bir varlık alemi olduğunu ortaya koyar…
Çünkü bir bilginin gerçek bilgi olabilmesi için, şu varlık
bütünü ile yaratıcısı arasındaki bağıntının özünü ve insan davranışı ile bu
davranışa verilecek karşılık arasındaki bağıntının mâhiyetini kavraması
gerekir. Bu bağıntıları kavramayan bilgi kabukta kalır, insan hayâtını yapıcı
yönde etkileyemez, onu geliştirip yüceltemez. Her bilginin değeri, insan
psikolojisi ve insanlar-arası ilişkilerin düzeyi üzerinde meydana getirdiği
yapıcı etki ile ölçülür. Bu alanlarda yapıcı etkisi görülmeyen bilgi,
teknolojik araçlar açısından gelişme, fakat insanlar açısından gerileme
anlamına gelir. Teknolojik araçlarda insanın zararına gelişme sağlayan bilgiden
daha kötü, daha zararlı bir şey olabilir mi? diyor.
Standart Modeli standartlaştırmaya
çalışıyorlar.. Cern’de bulunmaya çalışılan şey, önerdikleri Standart Model için
elzemdir. Modelin buna kesin ihtiyâcı var. İlle de zorlayarak orada bir şey
(Higgs Bozonu) bulmaları gerekir ki önerdikleri şey gerçek olsun. İyi de neden
ilk önce bulup sonra öneri sunmuyorlar?. Yâni neden “neden-sonuç” kuralına göre
hareket etmiyorlar? “Sonuçlar” zâten ortada/evrende duruyor. Bilimin görevi, bu
sonuçların nedenlerini bulmaktır. Bunu yapmamalarının nedeni
sosyolojik/ideolojik/ekonomiktir.
On dokuzuncu yy.ın sonlarına doğru,
modern bilim ve pozitivizmin temel var-sayımlarına karşı ‘laboratuarlarda’
başlayan bir eleştiri süreci söz-konusudur. Modern-bilimin nedensellik ve
kesinlik ilkesi tarafından oluşturulan genel çerçevesi yine doğa bilimlerindeki
bir dizi gelişme sonucunda sorgulanmaya başlamıştır. Özellikle ‘kuantum
teorisindeki gelişmeler’, atom-altı parçacıklara gidildikçe kesinlik ve
nedenselliğin arttığını kabûl eden modern-bilimin varsayımlarını
değiştirmiştir. Kuantum teorisine göre, maddenin daha küçük birimlerine
gidildikçe kesinlik ve nedensellik artmamakta, azalmaktadır. Kuantum teorisi
ile koşut olarak gelişen diğer teorilerden biri de Heisenberg’in ‘belirsizlik
teorisi’dir. Belirsizlik teorisinde kuantum teorisince modern-bilime yöneltilen
eleştiriler sürdürülmektedir. Bu teoride de modern-bilim tarafından yüzyıllarca
bir doğa-yasası olarak kabûl edilmiş olan nedensellik ilkesinin sorgulanması
söz-konusudur. Bunu izleyen bir diğer gelişme, Boutroux’un ‘zorunsuzluk doktrini’dir.
Burada da temel olarak modern-bilimin atom-altı parçacıklara gidildikçe
nedensellik, kesinlik ve zorunluluğun arttığı yönündeki varsayımları
sorgulanmaktadır.
Saadettin
Merdin:
“Heisenberg kesin
matematik formlarda fiziğin yetersizliğini, sınırlarını "belirsizlik
ilkesi" ile çok güzel gösterdi. Kuantum fiziğinde bir olayı kesinlikle
önceden tahmin edemeyiz; olma eğilimlerinden, bulunma olasılıklarından
bahsedebiliriz. Bu da determinizmin çökmesi demektir. Hilbert önce küçük
"Hilbert uzayını" ispatladı. Sonra bunun tersi olan "negatif
delta Hilbert uzayını" kanıtladı. Burada zaman tersine akıyor, önce sonuç,
sonra neden geliyordu. Böylece determinist nedensellik ilkesi de yıkıldı.
Karl Popper
tarafından son yıllarda gündeme getirilen, mantıksal pozitivistlerin
doğrulanabilirlik ilkesine karşı yanlışlanabilirlik ilkesi, David Hume'den beri
gelen tüme-varıma karşı çıktı. Popper'in tezi çok basit bir mantığa dayanır.
Bir önermeyi doğrulayamayız. Çünkü bunun için sonsuz sayıda deney yapmamız
gerekir. Sonsuz deney yapamayacağımıza göre tüme-varım saçmadır. “Bütün
canlılar tek-başlıdır veya tüm kuğular beyazdır” önermesi bize, hiç-bir zaman
bunun tersiyle karşılaşmayacağımız garantisini vermez. Bu her-şeye septik
bakmak olarak algılanmamalı, “şimdiki doğru kabûllenmeler” olmalıdır.
“Asıl olanlar” çıktığında vazgeçip aslı kabûl edilmelidir.
“Bilim acaba objektif
olabilir mi?.. Hayır. Zîrâ bilim ile değer (bilim-adamının şahsî değer
yargıları) arasında ciddî bir ilişki vardır. Paradigmalarımız bir ölçüde deney
ve gözlemlerimizi etkiler.
Bilim
başlangıçta mânevi temellere, kültürel unsurlara bağlı olarak “bilim için
bilim” diyebileceğimiz scientism anlayışına yönelmiştir.
Auguste Comte
tarafından temelleri atılan pozitivizm akımı, günümüze kadar gelmiş, bu-gün
“Viyana çevresi” olarak bilinen mantıkçı pozitivizm ile devâm etmektedir. Bu
ekol, deney ve bilim-sebep-sonuç dışında hiç-bir şey tanımaz.
Antik dönemden bêri
vârolan, özellikle Aristo mantığındaki sebep-sonuç arasındaki bağın zorunlu
olmasına ilk îtirâz edenlerden biri de İ. Gazali’dir. İ. Gazâli neden-sonuç
ilişkisini inkâr etmemiş, sâdece bu bağın zarûriyetini kaldırmıştır. Ona göre
hâdise sâdece alışkanlık, iktiran, peş-peşe gelme hadisesidir. Güneşin
doğmasıyla ışık arasındaki nedensellik ilişkisi zorunlu değil, alışılmış
ilişkiler olduğunu (Güneş’ten hemen sonra ışığın gelmesi gibi) söylemiş, esas
müsebbinin Allah olduğuna işâret etmiştir” der.
Kuantum fiziğinde klâsik-fiziğin ölçüleri
geçmez. Kuantum fiziğine göre kâinâttaki parçaların toplamı kâinâttan büyük
çıkar. Yâni kuantum teorisine göre Big-Bang Teorisi’nin tüm hesaplamaları
yanlış çıkacağından dolayı teori de yanlıştır.
Kuantum mekâniğinde sebep-sonuç kuralı
değil, sonuç-sebep kuralı işler. Yâni determinist bir yapı değil, indeterminist
bir yapı hâkimdir kâinâta. Zâten sebep diye bir şey yoktur. O, Gazzali’nin
dediği gibi; “tekrarlara/gözlemlerimize olan inancımız ya da beklentimizdir”.
Allahu-alem bu evrende de sonuç-sebep kuralı işler. Biz olayları yavaş bir
şekilde seyrettiğimiz için, dolayısıyla sonuç-sebep kuralını göremediğimiz
için, olaylarda sebep-sonuç kuralının işlediğini zannediyoruz. Hız arttıkça,
sebep-sonuç kuralı, sonuç-sebep kuralına dönmeye başlar. Eğer evren bir
“sonuç”sa ve kuantum mekâniğine göre sonuç-sebep kuralı işliyorsa, evrenin
görünür tarafı sebebinden önce oluşmuş demektir. Yâni sonuç-sebep kuralına göre
kâinâtın “zamanla oluşması” düşünülemez. Çünkü kuantum mekâniğine göre
parçacıklar sebep-sonuç zinciri olmaksızın birbirine bağlanırlar. Belki de
Allah, insanın, meydanda olan evrenin, yâni “sonuç”un “sebep”lerini araştırarak
sıfatlarını/isimlerini öğrenmesini ve görmesini istiyor.
Tabi bu söylenenler bizim algımıza
göredir. Yoksa Allah sebebi de sonucu da
birlikte bir-anda yaratır.
İsmâil
Râci Farûki:
“Bilim, “sekülerleşmiş”
tabiatın ötesinde tabiatın belli kalıplara -yani düzenli bir sisteme- göre
işlediğini var-saymak zorundadır. Bu gereklilik bilimin temelini teşkil eder. O
olmadan; yâni tabiî hareketin keyfî, intizamsız ve tesâdüfî olması ihtimâli
hâlinde; bilim hiç-bir şekilde mümkün değildir. Bilim iddiasını, sebebin mevcut
olduğu her durumda sonucun ortaya çıkacağı ve bilim-adamının bulduğunun da
gerçek tabiat kânunu olduğu varsayımına dayandırır. Bu aynı sebepleri aynı
sonuçların tâkip edeceği anlamına gelir. Bu varsayımın bağlayıcılığı nereden
gelir? Batılı bâzı bilim-adamları, özellikle 19. yüzyılda yaşayanlar, tabiatın
kalıplaşmış dokusunun tabiatın kendisinden, yâni deneysel gözlemden
çıkartılabileceğini iddia etmişlerdir. Dahası bilimin gereksinim duyduğu ve
bilim-adamı tarafından “nedenler” ile “nedenler” in sonuçları arasında
bulunduğu varsayılan, işte bu türden nedensel bir bağlantı ve zorunlu ya da
yanılmaz bir tahmin edilebilirliktir. 20. yüzyıl bilim-felsefecileri bu
ön-yargının bilim-adamları tarafından üretildiğini göstermişlerdir. Sonuç
olarak, tabiatın nizâmına olan “îman”ları, Einstein’ın izâfiyet teorisi ve
Heisenberg’in belirsizlik ilkesiyle yıkıldığında, bilim-adamları daha mütevâzi
olmaya başlamışlar ve pek-çoğu dine, Allah’a dönmüşlerdir” der.
Bilim-adamlarının sözleri birbirleriyle
çelişki arz eder ve tutarsızdır. Kur’ân bu tür çelişkiler içindeki insanlara
şöyle der:
“Siz,
gerçekten birbirini tutmaz bir söz (çelişkili ve aykırı görüşler) içindesiniz”
(Zâriyat 8).
Bir Müslüman olarak nasıl olur da,
müslüman olmayan yabancıların geliştirmiş oldukları bir teoriyi %100 doğru
kabûl edip, hiç-bir süzgeçten geçirmeden öpüp alnımıza koyabiliyoruz?
Evdeki hesâbı çarşıya uydurmaya
çalışanlar bunu başaramamıştır. Hiç-bir zaman kâğıt üzerinde hesaplandığı gibi
olmaz. Hesaplar tutmaz çünkü.
Tabî ki bilimin her alanında
septik-şüpheci değiliz. Atom-altı ve yakın-gök ile ilgili bilimsel veriler %90
doğrudur ve yararlı sonuçlar verir.
“Bize
düşen şu âyetteki emirdir: O hâlde, bırak onları, kendilerine vaâd edilen
(hesap) günü ile karşılaşıncaya kadar boş konuşmalarla oyalansınlar ve
(kelimelerle) oynayıp dursunlar” (Meâric 42).
bilimDE
“MUTLAK”ÇI anlayış
Bilim-adamlarının bilim konusunda metotları
nedir? Dünyâda başka bir bilim-anlayışı yok mu ve olamaz mı? Bâzı durumların
keşfinde doğru bir metoda sâhip olabilmek, felsefeden, bilimden veya diğer
yeteneklerden daha önemlidir.
Bilim-adamlarının evreni açıklamak için
söylediği şeyler, kâinâtın mutlak-açıklamaları değildirler. Yeterli bir açıklamayı
ancak “Mutlak Olan” yapabilir. Çünkü bir şeyi mutlak-anlamda açıklamak
istiyorsak, o şeyi mutlak bir şekilde kapsamamız gerekir. Bu mükemmel kâinâtı
anlamaya/anlatmaya Big-Bang’in gücü yetmez.
Kâinât da bir kitaptır. Fakat bu kitapta
mutlak-anlamda anlaşılamayacak/gözlemlenemeyecek yerler vardır. Tıpkı Kur’ân
kitabında anlayamayacağız “mukattâ” harflerinin olması gibi. Allah zımnen der
ki: “Siz Allah değilsiniz ki her şeyi bileceksiniz.. Size bunu göstermek
istiyorum”.
Kâinâtın bir açıklaması vardır ve bu
açıklama evren-dışı bir söylem ile yapılmak zorundadır. Çünkü evren, kendi
mutlak açıklamasını kendi içinde barındırmaz. Kâinâtın içindeki materyâlleri
açıklamak, kâinâtı açıklamak demek değildir. Kâinât bir kitaptır
ve bir yazarı vardır: Allah. Kâinâtı yazarından bağımsız anlamaya çalışmak da
neyin nesi?
Bilim Teknik dergisi Ağustos
1993 sayısında şu cümleleri kullanmıştı:
“Daha fazla şey
öğrendikçe, her şeyden daha az emin oluyoruz”. Bu cümle, haftalık bilim dergisi
Science'nin AIDS üzerinde çalışan
Dünyâ’nın en tanınmış 150 araştırmacısı arasında yaptığı bir anketin ortak
cevabını oluşturuyor. Gerçekten de, artık kimse yıllardır savunulan tezler
hakkında kesin yargılara varamıyor. Daha düne kadar doğruluğu tartışma
götürmeyen kimi görüşler temelden yanlış olduğu anlaşılarak bir kenara
bırakılıyor.
“Göklerin
ve yerin gizemleri Allah'a âittir. (Göklerin ve yerin yerin uçsuz-bucaksız
derinliklerini bilmek Allah’a mahsustur). Saat, (Dünyâ’nın sonu) bir
göz-kırpması kadar veya daha kısadır. Allah her şeye Gücü Yeten’dir”
(Nâhl 77).
Ayrıca.. gerek
Evrim Teorisi, gerekse Big-Bang Teorisi edepsel olarak da sakınca teşkil eder.
Zayıf ve sınırlı kapasitede yaratılmış olan insan, sınırsız ve sonsuz olan
Allah’ın yaratmasını, O’nun bildirdiğinden başka nasıl bilebilir ve
anlayabilir? Bir balık
denizi/okyanusu ne kadar anlayabilir/anlamlandırabilirse, insanlar da kâinâtı o
kadar (yada biraz daha fazla) anlayabilir/anlamlandırabilir. Bu konuda yapılan her yorum yanlışlarla dolu olacaktır. O yüzden insan edebe riâyet
edip, Allah’ın bildirdiği kadarıyla yetinmelidir. Allah’ın bildirdiği şey ise;
her şeyi altı günde bir mûcize olarak bir-anda yaratmış olmasıdır. Kâinâtı ve
insanı bu düşünceden yola çıkarak açıklamayı seçmeliyiz. Çünkü kâinâtın
nasıl yaratıldığı konusu, gayba ilişkin bir konudur, bu yüzden mutlak olarak
açıklanamaz. Big-Bang teorisi, “doğanın içinde kalma”, “her şeyi doğayla
açıklama” mücâdelesidir. En-azından ilk-başta bu nedenle ortaya atılmıştır.
Doğanın yasaları içinde kalarak kâinâtı açıklayamayız. Burada yapılması gereken
tek şey, vahyin bildirdiği ve ifâde ettikleri kadarıyla yetinmektir.
Hakkâl-yakîni ancak Allah bilebilir.
Aynel-yakin bilmeler ise her şeye uygulanamaz. En-nihâyetinde insanın
bilebileceği/bilebildiği bu yüzden sınırlı olmak zorundadır. Bilinenlerin
neredeyse tamâmına yakını “ilmel-yakin bir bilme”dir. İlmel-yakin bilmeler
mutlak anlamda tatmin etmezler. Her-zaman bir “acaba” bırakırlar zihinlerde.
Dünyâ’nın döndüğünü bile henüz tam anlamıyla aynel-yakin bir biçimde, yâni gözlerimizle
tâkip ederek göremedik. (Böyle bir imkânın olup-olmadığı da mâlûm). Bu dönüşü
ilmel-yakin olarak biliyoruz ve kabûl ediyoruz. Evet; ilmel-yakin bilmeler,
sınırlı bilmelerdir. O hâlde biz hiçbir zaman yakîne ulaşamayız. Tâ ki..
ölünceye kadar.
Caner Taslaman:
“İnsani sınırlılıklarımız ‘kendi içinde evren’i
tam olarak anlamamıza olanak vermemiştir” der.
Ksenophanes:
“İnsan doğruya değil, sâdece doğruyu andırana ulaşabilir.
Tanrılardan hakîkati ve de yer-yüzündeki her şeyi öğrenen olmadı asla ve
olmayacaktır da. Çünkü insan bir kez doğruyu tam tuttursa bile yine de öyle
olduğunu bilmeyecektir” der.
“Kritikçi realist” doğa yasaları, “kendi
içinde evren”i kısmen temsil ederler; doğa yasaları gerçeğe bir yakınlaşmadır
ama tam olarak gerçeğin resmini vermezler. Bilimsel teorilerimiz ‘kendi içinde
evren’ hakkında bilgiler sunarlar ama bu sunum eksiktir.
KÜSTAHLIK
“Çakan
şimşekler neredeyse gözlerini alıverir; ışık verince hareket ederler, karanlık
üzerlerine çökünce oldukları yerde çakılıp kalırlar. Şâyet Allah dileseydi,
onların işitme ve görme (kâbiliyet)lerini ellerinden alabilirdi: Çünkü Allah
her şeye kâdirdir” (Bakara 20).
Muhammed Esed:
“Bu âyetin bâriz anlamı şudur: “Ama O, bunu dilemez”. Yâni
Allah, “hidâyete karşılık sapıklığı satın alanlar”ın günün birinde hakîkati
anlayıp yollarını düzeltebilecekleri ihtimâlini dışlamaz. “İşitme ve görme
(kâbiliyet)leri” ifâdesi, insanın fıtrî olarak iyi ile kötüyü ayırt etme
yeteneğini ve dolayısıyla, ahlâkî sorumluluğunu ifâde eden bir mecazdır. Bana
göre, “ateş yakan kişiler” kıssasında, bâzı insanların, hayâtın ve inancın
ölçüye ve tahmine gelmeyen yanlarını açıklamanın ve aydınlatmanın bir aracı
olarak yalnızca “bilimsel yaklaşım” adı verilen şeye güvenmelerine ve sonuçta,
insan aklının kavrayış-alanı dışında her-hangi bir şeyin bulunabileceğini
küstahça reddetmelerine bir atıf vardır. Bu kibirli küstahlık, Kur’ân'ın
tanımladığı gibi, sâhiplerini -ve hâkim oldukları toplumları- kaçınılmaz olarak
“neredeyse gözlerini alıveren” hayâl-kırıklığı yıldırımlarına mâruz bırakır,
yâni, ahlâkî kavrayışlarını daha da zayıflatır ve “ölümün dehşeti”ni
derinleştirir” der.
Kimse bu-günkü
bilimsel buluşların ebediyen süreceğini zannetmesin. Çünkü; “her bilimsel
buluş, eninde-sonunda bilimsel bir devrimle ortadan kaldırılır”.
Franz Kafka:
“Kâinat anlamadığımız işâretlerle doludur” der.
Kâinâtta muhkem âyetler de vardır,
müteşâbih âyetler de. Muhkem âyetler zâten bellidir, açıktır. Müteşâbih
âyetlerin en doğru yorumunu ise sâdece Allah bilir.
Bilimsel tartışmaların %90’ı,
agnostizm/bilinemezcilik ile noktalanır.
Hume, tekil-gözlemlerin sayılarının ne
denli çok olursa-olsun, mantıkça genel bir önermeye varamayacağını söyler. ‘A’
olayı ile berâber ‘B’ olayını gözlersek, bu gözlemimiz binlerce defa da
tekrarlansa, mantıkça bu olayların hep birbirini tâkip edeceğini söyleyemeyiz.
Hume’a göre bu birliktelik beklentimiz mantıksal değil, psikolojiktir.
Bilim-adamları kendi bildikleri yasaları
evrenin genel yasaları zannediyorlar. Ey “bilim-adamları”! evrenin kânunları
sizin bildiklerinizle sınırlı değildir.
Bilim-adamlarında bütün kâinâtı
tasarruflarında bulundurdukları vehmi vardır. Bu vehim yüzünden sanki kâinât
hakkında her şeyi çözmüş edâsıyla gezerler/konuşurlar. Sanki bütün kâinâtı
“alt” etmişlerdir. Bu vehim öyle bir hâle gelir ki neredeyse kâinâtı
kendilerinin yarattıklarını söyleyecekler. Ey bilim-adamları! kendinize gelin!;
kâinâtı/tabiatı “alt” edemezsiniz. Siz daha bir sivrisineği “alt”
edemiyorsunuz. Kâinâtı/tabiatı “alt” ettiğinizi zannetmekle “halt” ediyorsunuz.
Kâinâtın sâhibi siz değilsiniz. Kurtarın kendinizi bu kâinâtı/Dünyâ’yı “alt”
ettim vehminden. Çünkü bu vehim yüzünden Dünyâ’yı alt-üst ediyorsunuz.
Caner Taslaman:
“Varlığın sırrını bilmeyenlerin
evrenin sırlarını bildiği iddiası nasıl bir komedidir” der.
Kâinâtın sırrını çözdüğünü zannedenler!
Bir-kaç galaksi, yıldız, gezegen, bulutsu vs. gözlemlemekle kâinâtın genel
yapısını nasıl anladınız? Parçalara bakarak bütün ne kadar anlaşılabilir?
Parçaların genel yapılarını ne kadar anladınız da bütün hakkında hüküm
veriyorsunuz? Daha düne kadar gezegen dediğinizi şimdilerde gezegenlikten de
çıkardınız. Demek ki, “daha önce zannettiğiniz” gibi değilmiş. Neden, “şimdi
zannettiğiniz” gibi olsun? Hiç-bir şey parçadan görüldüğü gibi değildir.
Parçadan görülenle bütünden görülen farklıdır. Parçalayarak nereye kadar
varacaksınız? Aslında yaptığınız şey parçayı parçalamaktır. Çünkü kâinât da bir
parçadır, bütün değil. Öyleyse yapılması gereken şey Mustafa İslamoğlu’nun
dediği gibi; “parçadan gören, “Bütünü Gören”e teslim olmalıdır”.
Caner Taslaman da:
“Bütün, kendini oluşturan parçalardan daha fazla
bir şeydir ve kendini oluşturan parçalarla açıklanamaz” der.
Atasoy Müftüoğlu:
“Modern ideolojik dogmatizm, vahyi yok saymakta ve bilimin
modern-insanın âmentüsü olduğunu savunmaktadır. Bilimi dinin yerine ikâme etme
niyetinin ardında Allah’ın hükümranlığı yerine insanlığın hükümranlığı
düşüncesi yatmaktadır. İşlevi yalnızca gözlemlenebilir olgularla sınırlı olan
bilim, modern-insanın en büyük mukaddesi hâline getirilmiştir. Hâlbuki hiç-bir
bilimsel disiplinin “mutlak”ı ifâde edemediği bilinmektedir. Modern-bilim ilâhi
vahye bir karşı-koyma olarak tezâhür etmektedir. Allah’ın yarattığı hiç-bir
varlık kendisini Allah’tan soyutlayarak bir hayâtiyet ortaya koyamaz. Vahye
dayalı bilimsel etkinlikler ancak İslâm’ın ön-gördüğü çizgi üzerinde ortaya
çıkacaktır.
Atasoy Müftüoğlu: “Bütün değer ve ahlâk-sistemlerinden
bağımsız bir bilim ve teknoloji anlayışı/zihniyeti insan ve toplum hayâtına
egemen olunca, bir dünyâ-görüşü hâlini alınca; insan-hayâtı da, toplum-hayâtı
da, dünyâ-görüşleri de her tür anlam ve erdem-sisteminden bağımsız hâle
geliyor. Teknolojik akılcılık, bilimsel-teknik uzmanlaşmayı mutlaklaştıran
teknokrasi, teknolojik ön-yargılar, insanlığa mekânik kitle-katliamları çağını
yaşattığı gibi, insânî varoluşun ve değerler dünyâsının
parçalanmasını/yıkılışını da yaşattı. Teknolojik başarılar insanlıktan çıkmak
pahasına gerçekleştirildi. Modern-seküler iktidarlar; mitolojileri, bilimi,
sanatı, felsefeyi araçsallaştırarak bir ideolojiye dönüştürüyor. Bilim ve
teknoloji daha çok kapitâlist çıkarlar adına kullanılıyor; bilim, sanâyileşme
ve askeri-teknoloji üzerinde yoğunlaşıyor. Din'den bağımsız akıl, tek-bilgi
biçimi olarak bilimsel bilgiye yaslandı. Bu durum, insanî anlam ve değerlerin,
insanî durumların ve yönelişlerin, bilimsel bilginin ilgi-alanı dışına
çıkarılması demekti. Sınırları teknik akılcılık tarafından belirlenen
bilim-anlayışı, insanî değerlere îtibâr etmedi. Bütün mutlaklara karşı savaşan
modern-bilim, sonunda kendi-kendisini mutlaklaştırarak içerisinden çıkamayacağı
derin bir çelişkiye düştü. Kibirli bir bilim-zihniyeti insanî varoluşun
ahlâkî/mânevî boyutlarına yabancı kaldı” der.
Allah
Big-Bang sürecinin her ânına müdâhil ise, o hâlde yaratmayı bir zorunluluk ile
yapmış demektir. Çünkü parçacıkların hareketleri ve başka parçacıklara ve yapılara
dönüşmeleri zorunludur.
Dücâne Cündioğlu:
“Bir bilimsel yorum, ne zaman kibirle hâlelenir? Hiç
kuşkusuz ki hesâba çekilemez bir yetkinlik iddiasında bulunduğu zaman. Ve/veya
varlık karşısındaki tevazûunu kaybettiği zaman” der.
Kur’ân, insanların bilmediği ve
kesinlikle de bilemeyecekleri şeylerin ardına düşmelerini yasaklar ve onları
bundan dolayı sorumlu tutar:
“Hakkında bilgin olmayan
şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kâlp, bunların hepsi ondan sorumludur” (İsrâ 36 ).
Kâinât Allah’ın fiilidir. Bu fiili fiilin
sâhibinden bağımsız açıklamaya kalkmak saçmalıktır.
Kur’ân, güzel iş yaptıklarını zannedenlerin yaptığı
işlerin ne kadar boş olduğunu şöyle açıklar:
“De ki: 'Davranış
(ameller) bakımından en çok hüsrana uğrayacak olanları size haber vereyim mi?. “Onların, Dünyâ hayâtındaki bütün çabaları boşa gitmişken,
kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar” (Kehf
103-104).
Seyyid Kutub da tefsirinde bu konuyla
ilgili şunları yazmıştır:
“Yaratılışın
varlığı hiç kimsenin inkâr edemeyeceği gözler-önündeki bir gerçektir. Allah'ın
varlığı ve birliği ile ilgi kurmadan bu meseleyi açıklamak mümkün değildir.
Allah'ın varlığı ile ilintilidir. Çünkü bu evrenin varlığı, O'nun varlığını
kabûl etmeyi zorunlu kılmaktadır. Her şeyin amaçlı ve planlı bir biçimde
gerçekleştiği bu evrenin varlığını, Allah'ın varlığını ve birliğini kabûl
etmeye yanaşmadan îzah etmeye çalışan bütün çabalar mantıksal açıdan iflâs
etmiştir. Zîra sanatının eserleri onun birliğini kabûl etmeyi zorunlu
kılmaktadır. Bu eserlerin üzerinde planlama birliğinin, idâre birliğinin izleri
apaçık görünmektedir. Aralarında sınırsız bir âhenk vardır. Bu da değişmez
yasayı belirleyen bir irâdeyi kabûl etmemizi zorunlu kılmaktadır.
Atomun parçalanması ve kullanılmaya başlanması ile insanlık
bilim alanında yeni bir aşamaya ulaşmıştır. Fakat insanlık bugüne kadar Allah'ı
hatırlamayan, O'ndan korkmayan, O'na şükretmeyen bilimlerden ve O'na yönelmeyen
uzmanların araştırmalarından ne gibi bir yarar sağlamıştır? Bu bilim
"Hiroşima" ve "Nagazaki"ye atılan atom bombalarının yol
açtığı barbarca katliamlardan, doğunun ve batının tüylerini ürperten korku ve
huzursuzluktan, her iki tarafı da yerle bir etme, yakıp-yıkma ve haritadan
silme gibi tehditlerle sindirmekten başka ne fayda vermiştir?
Mehmet Bahadır: “İnsanlığa faydadan çok zarar getirmiş, îmandan çok inkâr
hesâbına kullanılmış olan günümüz bilim anlayışı, vicdânını ve insanlığını
askıya almış robot insanların elinde kaldığı ve Allah adına okunmadığı müddetçe
insanlığın, kendi eliyle yontup sonra da taptığı gibi, bu modern puttan daha
çok çekeceği var demektir”.
Gök-bilim araştırıcısı bir
bilim-adamının; kâinâta baktıkça, onun hakkında bilgisi ve vukûfiyeti arttıkça
îmanı da artmıyorsa, o bilim-adamı kâinâtı ya yanlış anlamıştır, yada eksik.
Yanlış yada eksik anladığı için söyledikleri de yanlış yada eksik olacaktır.
Bir şey yanlış veya eksikse doğal olarak doğru olmayacaktır. Eğer bakışına, bilgisine
îman/inanç da katsaydı, karşılığında ilham ve yeni bilgiler alacaktı. Bu
bilgiler “îmanlı bilgi”=”doğru bilgi” olacaktı ve dahası minnettarlığı da
artacaktı. Bunlardan dolayı “Allah’sız” hiç-bir söz edemeyecekti. En azından
konuşmasının sonuna; “Allahu-alem” sözünü ekleyecekti. “Îmanlı bakış” sâyesinde
kendinde daha fazla kuvvet ve bilgi bulacaktı. Çünkü îman insana hürriyet
kazandırır. Özgür olan insan ise nitelik ve nicelik olarak daha iyi üretim
yapar. Üstad Mevdûdi’nin dediği gibi:
“Bir Müslüman (ki özgürdür) her bilgi şûbesini
doğru görüşle tetkik eder; doğru hedefler için mücâdele eder ve doğru
netîcelere varır”.
Modern-bilim tüm sınırları ortadan
kaldırmak istiyor. Kaldıramadıklarını da kaldırabiliyormuş gibi gösteriyor.
Hâlbuki kâinâtta mecbûri sınırlar vardır ve bu sınırlar aşılamaz. Aşmaya
çalışanı “şihap”lar yakar. Yerin belli bir derinliğine inmek nasıl mümkün
değilse, belli bir yüksekliğe çıkmak da mümkün değildir. Yanarsınız.
Unutulmamalıdır ki, Big-Bang
Teorisi pozitivist sistemle, yâni sebep sonuç mekânizmasıyla işler. Bu ise
kadere ve kaderin sâhibine bir karşı duruştur. Çünkü Allah için her-hangi bir
sebep gerekmez. Dahası Allah her-hangi bir sebeple kayıtlanamaz.
Bu teori insanları “akılcı tapıcılık”a yönlendiriyor. Tabi sonuçta da “içi-boş
inanç”lara sâhip insan-tipi çıkıyor
ortaya.
Big-Bang Teorisi’ni savunan
bilim-adamları kâinâtı ve kâinâtın yaratılışını anlatırken çok basit bir şeyden
bahsediyormuş gibi ifâdeler kullanırlar. Hâlbuki kâinât mükemmel bir düzene
sâhiptir. Kâinâtı seyreden "kendinde insan" büyük bir şaşkınlığa ve
hayranlığa kapılır. Bu şaşkınlığı Kur’ân-ı Kerim şöyle ifâde eder:
“Hayır,
sen (bu muhteşem yaratışa) şaşırdın kaldın; onlar ise alay edip duruyorlar” (Saffat 12).
Bilim, insanı “kendinde hâl”den uzaklaştırıyor. Ali
Şeriati:
“Tabiat âleminin
gerçeklerini bilmek ve onun sırlarından haberdâr olmak bizde öylesine yansır
ki, kendimize ve toplumumuza karşı olan bilincimizi yalancı bir şekilde
doyurur. Âlim kendini ve toplumunu, zamânını bildiğini sanır. Oysa ki o
yalnızca “âlim”dir. Bilim bilim içindir demek, soyut bir şekilde, insâni ve
toplumsal öz-bilincin bozulmasının bir etkenidir. Zamânımızın büyük üstadı ve
Sartre'ın hocası Heideger'in dediği gibi: “Bilim, insanın o anlarda
kendinden geçtiği zamanların birikiminin meyvesidir”! Yâni araştırma, bilim
ve teknik, uygarlık, onların kurban edilmesiyle değerlenir! Bir incelemeyle
meşgul olduğumuz ya da bir buluş veya keşfe daldığımız zaman, o durumda
öz-bilincimiz yoktur, bir şey hissetmeyiz. O iş için bir araç konumundayız.
Tekniği, bilimi, uygarlığı var eden bu hâllerin toplamıdır. Bütün bunların
gerçekleşmesi kendinden geçme ânındadır. Hepsi insanın gerçek “kendi”nden
uzaklaşması durumunda olmaktadır. Hepsi, insanın kendini düşünmekten
uzaklaşması ve başka bir şeye dalması hâlinde, bir şeyin başka bir işe âlet
olarak yaraması hâlinde gerçekleşmektedir. Teknik ve uygarlık böyle anlarda var
olmuştur. Bu yüzden bilim bireysel ve toplumsal öz-bilince darbe vurmaktadır”
der.
Bilim-adamlarının bir rüyası var; TOE. Bu
rüyayı gerçekleştirebilirlerse hâşa Allah gibi her-şeyi bilebilecekler.
Big-Bang’in sonrasını en iyi şekilde bildikten başka Big-Bang öncesini de en
iyi şekilde bilebilecekler. Ama gel-gelelim hayâl ettikleri bu rüyâyı nasıl
göreceklerini bilmiyorlar. Bu rüyâyı görmek için nasıl bir “istihâre”ye
yatacakları hakkında bile bir fikirleri yok. Tek yaptıkları TOE hayâli. “Daha
önceki”ni bulmadan, “daha sonraki”nin hayâli. Daha doğrusu ütopya. Çünkü bu
hayâli gerçekleştirmek için tüm kâinâtın enerjisi bile yetmez.
Bilim bir gün her-şeyi açıklayabileceğini
zannediyor ama, bilimin son 80-100 yıldır bilmedikleri/bilemedikleri
bildiklerinden çok-çok daha fazla hâle geldi ve bilemedikleri ve
bilemeyecekleri şeyler araştırmalar yapıldıkça artıyor.
Bilim-adamları kendi şahsî eğilim ve
duygularına ilim ve kültür adını veriyorlar? Hakîkatten sâdece küçük bir
parçayı keşfetmekle “bütün” hakkında her-şeyi çözdüm zannediyorlar. “Bütün”
hakkında ahkam kesiyorlar. Hâlbuki “bütün” hakkında konuşmak ancak Allah’a
mahsustur.
Söyledikleri şeyler “mağara”larının
içinde yapılan konuşmalardır. Zanları bu yüzden devam edip gidiyor. Oysa
“mağara”nın dışından her şey daha farklı görünür/görünüyor.
Kuantum
mekâniği; “evrende “kesin” hiç-bir şey yoktur” der.
Bilim-adamlarının 19. yy.’da başlamış
olan “her şeyi bildiğini sanma kibri” -ki hastalık derecesine gelmiştir- onları
bir çok yanlış yapmaya götürmüştür. Çünkü kibir insana yanlış yaptırır.
Caner Taslaman:
“Allah’ın her hikmeti bilinir olsaydı tevekkül
ne olurdu?” der.
Mesiri:
“Batı, paradigmasını, paradigmalardan bir
paradigma olarak değil, gerçeği keşfedecek yöntem ve evrensel bilgiye giden yol
olarak sunmuştur” der.
Big-Bang Teorisi kendi târihini hükmü
altında tuttuğunu zannedenlerin, kendi târihlerini donduranların teorisidir.
Modern kafayla düşünenler, kendi çağlarını târihin sonu zannederler. Zâten
biraz mal-mülk tutmuş olanlar hep böyle demişlerdir insanlık târihinde.
Bilim-adamları da mevcut çağı târihin sonu zannederler ve bilimi de ulaşılmış
en zirve yerde görürler. Böylece neredeyse evreni kuşatmış olarak görürler
kendilerini. Bahsettikleri bilimsel teoriler de bu durumda son noktadadırlar.
Hâlbuki her “târihin sonu” zannedilen zamanlar ve bu zamanlarda yapılanlar bir
zaman sonra, insanlar o zamanlarla o bilgilerle dalga geçecek kadar zırva
hâline gelecektir.
"Onlar Rahman'ın kulları olan melekleri de dişi
saydılar. Acaba meleklerin yaradılışını mı gördüler? Onların bu şâhitlikleri
yazılacak ve sorguya çekilecekler" (Zuhruf 19).
Mekke müşrikleri melekleri “dişi”
sayarlardı. Hâlbuki meleklerin yaratılışlarını görmemişlerdi. Meleklerin
yaratılışlarını görmedikleri hâlde onların “dişi” olduklarını iddia
ediyorlardı. İşte aynı şekilde bâzı “bilim-adamları” da kâinâtın yaratılışını
görmedikleri hâlde onun 13.7 milyar yıl önce vs., vs. aşamalarından geçerek
yaratıldıklarını iddia ediyorlar. Bakın Seyyid Kutub bu konuda ne diyor…
Biz, varlıklar âlemine hükmeden yasanın bir yönünü
keşfettiğimiz zaman sâdece varlık bütününün bâzı görünümlerini ve bâzı
etkilerini kavrayabiliriz. Çünkü varlıklar alemini bütünüyle kavramamızı
önleyen, bizzat bedensel yapımızdan, duyu organlarımızdan ve bunların neden
olduğu alışkanlıklarımızdan kaynaklanan engeller vardır.
Big-Bang Teorisi,
termodinamiğin 2. kanunu olan entropi kanunuyla da çelişir. Entropi kanununa
göre her şey zamanla bozulmaya doğru gider, oysa Big-Bang Teorisi’ne göre her
şey düzelmeye doğru gitmiştir. Bu, iki bilimsel olgunun çelişmesi demektir.
En baba doğa
kânunu (aslında Allah’ın kânunudur) olan Termodinamiğin ikinci yasası Entropi
Kânununa göre, her-şey zamanla bozulmaya doğru gider. Fakat Big-Bang Teorisi’ne
göre düzelmeye doğru gitmiştir. Her şey mevcut ideâl durumundan bir-önceki
durumunda eksik bir yapıdadır. Yâni en ideâl hâlinde değildir. Zâten en ideâl
hâlinde olsa oluşum devâm etmez. En ideâl olan hâline göre daha kötü, eksik,
çirkin vs. hâlinde olan bir yapı, zamanla nasıl oluyor da iyi, güzel ve ideâl
hâle gelebiliyor?. Entropiye göre zamanla bozulmaya doğru gitmesi gerekiyor
ya!. Ama teoriye göre zamanla düzelmeye
doğru gitmiş. İşte bu, iki bilimsel olgunun çelişmesidir. Allah zâten
başlangıçta en güzel şekilde yaratmıştır kâinâtı. İşte bu yaratma aşama-aşama
değil, bir-anda olan bir yaratılmadır. Allah, koyduğu-yarattığı hiç-bir yasa
ile kayıtlanamaz. Fakat Allah, yaratmayı yasalarından bağımsız yapmaz/yapmıyor.
Aşama-aşama yaratılışta kötüden iyiye doğru bir gidişat entropi yasasına göre
mümkün değildir. Tam tersine; bu yasaya göre iyiden kötüye doğru bir gidişat
vardır. Bu nedenle de eksik yapılar zamanla en ideâl hâle dönüşemezler. İdeâl
olmayan bir yapı, -hele ki milyarlarca yıldan sonra- düzelip, ideâl hâle
gelemez. Entropi yasasına aykırıdır bu durum ve entropi yasasına aykırı olan
bir teori çökmeye mahkûmdur. Çünkü hiç-bir teori entropi yasasıyla çelişemez. Entropi kânununa göre her-şey doğal hâlinde
bırakıldığında zamanla bozulmaya doğru gider, oysa Big-Bang Teorisi’ne göre
her-şey zamanla düzelmeye doğru gitmiştir. Bu, iki bilimsel olgunun çelişmesi
demektir.
Entropi yasası
evrende (insanlar tarafından) mutlak-doğru bir târif yapılamayacağını da
söyler. Çünkü târif yapılırken bile entropi tarafından tahrif devâm eder.
Arthur Eddington:
“Evren/Dünyâ hakkındaki bir
teori, Maxwell’in formülleriyle, hattâ daha önceden yapılmış bâzı deneylerle uyumsuz
olsa bile doğru olma şansı bulunabilir; ama entropi yasası ile çelişiyorsa
hiç-bir şansı yoktur” der.
Caner
Taslaman:
“Bir teori belki diğer tüm
teorilerle hattâ yasalarla bile çelişebilir ama termodinamiğin ikinci yasasıyla
(entropi) asla çelişemez. Entropi ile çelişen hiç-bir teori kabûl edilemez”
der.
Big-Bang
Teorisini ciddiye alıp da tartışmaya bile gerek yok. Her-şey o kadar mükemmel
ve bâriz ki; her-şey bir aşamanın olmadığını haykırıyor. Öyle ki; bu haykırışın
sesi kâinâtın her noktasında yankılanıyor.
Entropi yasası evrende (insanlar
tarafından) mutlak-doğru bir târif yapılamayacağını da söyler. Çünkü târif
yapılırken bile entropi tarafından tahrif devam eder. Evrendeki gerçek tahrifin
ne durumda olduğunu zâten bilemeyiz. Çünkü hiçbir zaman evrenin “şimdi”sine
bakamayız.
BİLİMsel
ZIRVALıklar
Şöyle derler: Yer-yüzü … milyon yıl önce
ateş koruymuş da sonra üzerine uzun yıllar yağmur yağmışmış. Peki bu yağmur
nasıl oluşmuş da yağmış? Nerden yağmur toplanmış oraya buharlaşma olacak durum
yokken.
Çağdaş bilginlerden biri bu konuda diyor
ki;
"Eğer, yer-küresinin Güneş’ten ayrıldığı sıradaki
sıcaklığı on iki bin derece civârında idi. Veya yer-yüzünün sıcaklık derecesi
bu kadardı” şeklindeki görüş doğru ise, bu demektir ki orada tüm elementler
özgür ve bağımsızdır. Bu nedenle önemli kimyâsal her-hangi bir oluşumun meydana
gelmesi mümkün değildi.
Ama sonuçta yer-yüzünde “su” vardı. Bunun
bir açıklaması olmalıdır. Anlatmaya devam ediyor:
Yer-küresi yada onu oluşturan parçalar yavaş-yavaş soğumaya
başlayınca oluşumlar meydana geldi ve tanıdığımız gibi Dünyâ’nın hücresi
oluştu. Darlık oksijen ve hidrojenin birleşebilmesi için sıcaklık derecesinin
dört bin dereceye düşmesi gerekiyordu. Bu noktaya gelindiğinde elementler
birleştiler. Şimdi bildiğimiz su meydana geldi. Ve yer-kürenin semasını
kuşattı. Bu sıradan olay gerçekten korkunç büyüklükte meydana gelmiş olmalıdır.
Bütün okyanuslar gökte bulunuyordu. Birbiriyle birleşmeyen elementlerin tamâmı
havada gaz hâlinde bulunuyorlardı. Atmosferin dış-yüzeyinde oluştuktan sonra
yere doğru inmeye başladı. Fakat ona ulaşması henüz mümkün değildi. Zîra
sıcaklık derecesi binlerce mil uzaklıktaki mesâfeye oranla yere yaklaştıkça
artıyordu. Doğal olarak suyun yer-yüzüne ulaştığı tufan zamânı geldi. Ulaşıp buhar
şeklinde tekrar yükseliyordu. Okyanusların havada olduğu sıralarda soğumanın
ilerlemesi ile meydana gelen taşmalar gerçekten her türlü tahminin üstünde
beklenenin çok ilerisinde meydana gelmiştir. Ve bu coşku patlamalarla birlikte
devam edip gitmiştir…
Dikkat eder misiniz! Bu anlatılanlar
nasıl bilinebilir? El-cevap: “masal” ile. Ama bu işler masallarla olmaz.
Dünyâ’mızdaki
bu kadar bol olan suyun nerden geldiği ya da nasıl oluştuğu sorusuna (manyakça
verilen cevaplar hâriç) bir cevap verilemiyor. Çünkü bir-anda yaratılan şey
için doğru-düzgün bir cevap verilemez. Onu cevâbı “Allah yaratmış” sözüdür.
“Ne
yâni! Bunca bilim-adamının uğraşları boşuna mı? Boşuna mı uğraşıyorlar?”
diyorsanız… İslâm’ın içinde değilseniz, otomatikman küfür yada cehâlet içindesiniz
demektir. Bu küfür ya da cehâlet içinde olan kişi “yanlış yoldan” başladığı
için, tâkip edeceği yol hep yanlış olacaktır. Ulaşacağı yer ve varacağı hedef
de yanlış olacaktır. Bu yanlış yolda atılacak her adım da yanlış olacaktır.
Laik-seküler ön-yargı ve laik-seküler ön-bilgiyle yola çıkanlar, mâneviyatı
hiçe-saydıkları için gerçek bilgiye ulaşamazlar. Çünkü kâinâtın mutlak ve
gerçek bilgisine ancak, maddî ve mânevi ilmi birleştirdiğiniz zaman
ulaşabilirsiniz. Mâneviyata gözlerinizi yumduğunuzda “bâzı şeyleri”
göremeyeceğinizden dolayı, gittiğiniz yoldan sapmanız ve yanlış yargılara
varmanız kaçınılmaz olacaktır.
Muhammed İkbâl:
“Bu-gün, insanlık, evrenin mânevî bir yorumuna her şeyden daha çok
muhtaçtır” der.
Dîni hesâba katmadan
varacakları yargıların hepsi de yanlış olmaya mahkûmdur. Çünkü onlar tabiatın
sâdece görünür yüzüne bakarak sonuçlara varıyorlar. Hâlbuki tabiatın bir
görünür yüzü, bir de görünmeyen yüzü vardır ki bunlar birbirlerini etkilerler.
“Onlar,
Dünyâ hayâtından (yalnızca) dışta olanı (zâhiri) bilirler. Âhiretten/görünmeyen
yüzünden ise gâfil olanlardır” (Rum 7).
Seyyid Kutub:
“Allah’ın zikrinden gafletle sâdece dünyâ-hayâtı
için çalışanlar -çağımızın bilim-adamları gibi- zâhirden/dış-görünüşten başka
bir şey bilmezler. Gönül-rahatlığı ile alınabilecek bilgi türü bu değildir”
der.
Bilim-adamları kâinâtı ele alırken, onu
aşkın bir hakîkatin yaratması olarak değil, tabiatın bir ürünü olarak görürler.
Bu durum onların kâinâtı yanlış anlamasına neden olur. Bu konuda Mehmed Alagaş
şöyle diyor:
“Tabiat-perest denilen bu kimseler bir yaratık olan tabiatı
yaratıcı yerine koymaktalar ve kâinâtın yaratılışını tabiata nisbet
etmektedirler. Bunlara göre kâinât kendi içinde ve kendiliğinden varolmuştur.
Kendilerine bilim-adamı denilen bu kimseleri sapıklığa
götüren önemli bir neden, belki bir-çoklarımıza tuhaf gelecektir ama, kâinâtın
birbirini tamamlayan, birbiriyle bütünleşen muhteşem ahengidir. Yaratılmış
olan kâinâttaki bu muazzamlığı görüp, huşû içinde Yaratıcıya yönelecekleri
yerde; akıllarını zorlayan bu muazzamlığa takılıp kalmışlar ve gördükleri
muhteşem âhengi, gördükleri tabiata nispet etmişlerdir.
Tabî ki sonuç olarak yanlış, gözlem olarak ise
eksik bir yaklaşımdır bu!.
Oysa gözlemledikleri gerçekleri biraz daha derinlemesine
inceleseler, bu gerçeklerin üzerinde olan, bu gerçekleri yaratan ve bu
gerçeklere vaziyet eden ilâhi gerçeği anlamaları zor olmayacaktır.
Kısacık akılları ile Yaratıcının irâdesini,
yaratılmış olan tabiata nispet edenler, tabiatı Allah'a eş koşan
tabiat-perestlerdir.
İnsanlardaki
yanlış kanaatları değiştirmek gerçekten çok zordur. Hele bunlar göklerle
ilgiliyse o zaman iş daha da zorlaşır ve gökler hakkında doğruları söylemek
“yürek ister” hâle gelir.
“Bilimsel mitoloji”; Bu terim ilk defa bilim-felsefecisi
Stephen Toulmin’in 1950’lerde neşredilmiş uzun bir makâlesinde yayınlanmıştır.
Bir başka gözlemci Alasdair McIntyre ile birlikte yazdıkları kitapta Toulmin,
Darwinizmin efsanelerinden giriyor, Türkiye’de de bir vakitler pek rağbet gören
Freud Hoyle’un “Sürekli Genişleyen Âlem” nazariyesindeki akıl-almaz rakam
oyunlarına kadar bir yığın mitolojik örneği zikrediyor ve bilimin modern çağda
ne büyük bir mitoloji fabrikası hâline dönüştüğünü gösteriyordu:
“Bilimsel mitoloji, ne yazık ki okul kitaplarını pek sever.
Halkın kafası bilim imajına teşnedir, bilimin kendisini ise kimse umursamaz. Herkes
sonuçlarla ve mitolojik başlangıçlarla ilgilidir. Newton’un, kafasına düşen
elma sâyesinde yer-çekimi kânununu keşfettiği yollu efsâne bunlardan biridir.
Böyle bir olay vâki olmamıştır. Ancak bir kere yakıştırılınca, uzun saçlarla
örtülü kafasını ovuşturmakla meşgûl Newton karikatürü, modern bilimin alâmet-i
fârikalarından birisi hâline gelmiştir. İstediğiniz kadar efsâne-savarlar
kurun, bu imaj sürüp gider muhayyilelerde.
Zâten efsânenin
gerçekle bağlantısı da böyle bir şeydir. Gerçeklik ile şöyle veya böyle bir
alâkası vardır efsânelerin. Fakat onu, gerçeklik düzeyinden kopartarak çok daha
geniş bir yorum düzeyine, attâ masal düzeyine kadar sıçratmak mitoloji için
garip bir şey değildir. Çünkü mitolojinin mantığı bunu gerektirir. O,
gerçekliği tasvir etmek niyetinde değildir. Gerçekliğin yerine geçmek, onun
yerini almak, işgâl etmek niyetinde de değildir aslında. Gerçeklik imajını
avlamak ve ayartmak peşindedir o. Gerçeğin “bu” olduğunu değil, gerçekliğin
“böyle görülmesi gerektiğini” söylemektedir bize. Ama bir-yandan da gerçekliğin
başını okşamakta ve ona bir sus-payı vermeyi de ihmâl etmemektedir…
15 milyar
yıllık sürece göre bilim olmaz. 15 milyar yıllık sürecin bilimi olmaz. O
sürecin hangi zamânına göre bilim yapacaksınız?. Hangi zamânında ne gibi
şartlar olduğunu bilemezsiniz. Geçmiş test edilemez. Adı üstünde.. geçmiştir.
Ey bilim-adamları!; evren için “geçmişin târihi”ni yazamazsınız; ancak “geçmişin
romanı”nı yazabilirsiniz.
Gerçek basittir. Bu uydurma teori ise
anlatıla-anlatıla bitirilemiyor. Kesin sonuca ulaşılamıyor. Hak olan bir gerçek
ise kısa bir şekilde hem de kemâl düzeyde anlatılabilir. Bununla ilgili bir
yorumu Mehmed Alagaş’tan dinleyelim:
“Her-hangi bir görüş, kendisini ifâde edebilmek için ne
kadar uzun anlatımlara ihtiyaç duyuyorsa, o görüşe o kadar ihtiyatlı
yaklaşmamız gerekir. Çünkü hak ve hak görüşler, herkesin anlayabileceği çok
kısa cümle ve anlatımlarla bile kendisini ifâde edebilirken; insanları haktan
döndürmeyi amaçlayan bâtıl görüşlerin, insanların farkedemeyecekleri kadar
geniş virajlar alabilmeleri için çok uzun anlatımlara, çok geniş te’vil ve yorumlara
ihtiyaçları vardır.”
Modern insanın en büyük hatâsı, duyduğu
bütün haberleri doğru zannetmesidir. Bu, iletişim organlarına olan
güvenindendir. Oysa Kur’ân bize duyduğumuz bir haberi ve bilgiyi iyice
araştırmamızı telkin eder:
“Ey
îman edenler, eğer bir fasık size bir haber getirirse, onu etraflıca araştırın.
Yoksa cehâlet sonucu bir kavme kötülükte bulunursunuz da, sonra işlediklerinize
pişman olursunuz” (Hucurât 6).
Sümerli düşünürler de konular üzerindeki
düşüncelerinin tartışmasız doğru olduğuna ve evrenin nasıl yaratılıp işlediğini
kesin olarak bildiklerine inanıyorlardı. Şimdiki bilim-adamları da aynı
iddiadalar. Neden şimdi onların dediklerinin mutlak-doğru olduğunu kabûl
edelim?
Delinin biri kuyuya bir taş atmış, kırk
akıllı çıkaramıyor işte.
BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK
Big-Bang’cilerin bahsettikleri şeylerin çoğu
gülünç şeylerdir. Bu komediyi şu şekilde anlatabiliriz:
Mâlûm olduğu üzere Evrim Teorisinde de
böyle komedilere sıkça rastlarız. Meselâ; yaptıkları kazılarda kime âit
olduğunu bilmedikleri bir “diş” bulurlar. Bu dişi incelerken çeşitli hayâller
kurarlar. En yakın dostları olan Şeytan da onları vesveseleriyle destekler ve
böylece masal başlar… İlk önce bu dişin ...yıl önce yaşamış olan ...atamıza âit
olduğunu düşünürler, sonra bu diş üzerinden sözde sâhibinin bir resmini
çizerler, hem de yumuşak dokularıyla berâber. (yumuşak dokuların şekli/hatları
belirlenemez, her-hangi bir şekilde olabilir). Diş’in sâhibi atamız!
belirlendikten sonra sıra gelir atamızın karısına, sonra oğluna, tabi bir de
kızına. Artık âile tablosu ortaya çıkmıştır. Evet-evet; sâdece bir “diş”ten
yola çıkarak mutlu bir âile tablosu çizilmiştir. Bunu, tablonun reklamını yapıp
cicili-bicili sözlerle câhillere anlatmakla tamamlarlar. Evrim Teorisi bunun
gibi masallarla doludur. Kısaca; “arzularının salıncağında sallanıp dururlar”.
Evrim Teorisi adına yapılan çok önemli
sahtekârlıklardan biri “Piltdown adamı” (Eoanthropus Dawsoni) ile ilgilidir.
1912 yılında Londra Tabiat Târihi Müzesi müdürü Arthur Smith Woodward ile
Charles Dawson, bir çene ile kafatası fosili ve kabaca yontulmuş taş âletler
bulduklarını açıkladılar. İngiltere’de Piltdown yakınında bulunan bu fosilin
çene kemiğinin maymununkine, dişlerinin ve kafatasının ise insanınkine çok
benzediği söylendi. Bu fosilin, insan evriminde büyük bir boşluğu doldurduğu ve
500.000 yıl önceki bir canlıya âit olduğu savunuldu. Fosil kemiklerin yaşını
tespit etmek için 1950 yılında bulunan bir metot ile çene kemiğinin toprakta
ancak bir-kaç yıl kaldığı, kafatasının ise bir-kaç bin yıllık olduğu öğrenildi.
Bu bilgiler elde edildikten sonra yapılan detaylı araştırmalarda, kemiklerin,
eski görüntüsü verilebilmesi için boyayıcı maddeler ile işleme tâbi
tutuldukları saptandı. Ayrıca dişler çene kemiğine yerleştirilmek için
zımparalanmıştı. Maymun çenesi ile insan kafatası bir-araya getirilerek sahtekârlık
yapıldığı detaylı araştırmalar ile doğrulandı. Bu örnek 40 yıl boyunca, bir
sahtekârlık ürününün bilim-insanlarını ne kadar kolay yanılttığının bir
delîlidir. Sahtekârlık yapılmasından daha önemli olan, mevcut paradigmaya
uyum sağladığı, hattâ destek verdiği için, sahte bir delilin, 40 yıl boyunca
bir-çok bilim-insanını ciddî şekilde yanıltıyor olabilmesidir. Paradigmaya
uygun olan delil ciddî analizlere tabi tutulmamış, elde ciddi veri olmadan
Piltdown adamının yaşı 500.000 yıl olarak belirlenmiştir. Oysa Evrim
Teorisi’nin görüşlerine çok aykırı sahte bir fosil îmâl edilseydi, “hâkim
paradigma” olan görüşe aykırı bu fosildeki sahtekârlığın hemen tespit
edileceğini, Kuhn’un yaklaşımından esinlenerek tahmin etmek mümkündür. Piltdown
adamı 40 yıl boyunca Evrim Teorisi’nin en önemli delillerinden biri sayılmasına
karşın, bu sahtekârlık ortaya çıkınca, sonradan yazılan ders kitaplarından
çıkartılmıştır.
İşte bunun gibi Big-Bang Teorisi de,
aslında olmayan bir patlamanın, olmayan “iz”inden yola çıkarak yukarıdaki
hikâyeye benzer bir masal anlatmıştır. Bunun reklamını da en iyi bir şekilde
yapmıştır. İnsanlar da zannediyorlar ki… “vay bee!; bilim-adamları kâinâtın
başlangıç anını hesaplayıp buldular”. Hayır, asla! kendileri de çok iyi
biliyorlar ki buna güçleri yetmez. Bu “gayb” ın konusudur. Gayb’ı ise yalnız
ALLAH bilir.
Bilim-adamları kendilerine ilâh
arıyorlar. Aynen, hemen yukarıda anlattığımız “diş” te olduğu gibi.
Gözlemledikleri noktacıkları “bilgisayarın yardımıyla” resmedip onu olağan-üstü
olarak kabûl edip kamu-oyuna lanse ediyorlar. George Smoot, sözde kozmik fon
ışınımı görüntüsü için “Bu, Tanrı’ya bakmak gibi bir şey” der. Zâten hep böyle olur; kendi ürettiğini hemen ilahlaştırmak.
Aslında evrenin bizzat kendisi Tanrıları
olmuştur çoğu bilim-adamının. Mesela Einstein, 1954 yılındaki bir mektubunda
inandığı şeyin bizzat evren olduğunu şu ifâdelerle söyler:
“Dînî kabûllerim hakkında okuduklarınız elbette bir yalandan
ibâret, sistematik olarak tekrar ettirilen bir yalan bu. Kişisel bir tanrıya inanmıyorum
ve bunu asla saklamadım, hattâ açıkça dile getirdim. İçimde dînî olarak
adlandırılabilecek bir şey varsa bu, bilimin açıklayabildiği hâliyle evrenin
yapısına karşı duyduğum sınırsız hayranlıktır”. “Kişisel” bir Tanrı’nın
varlığına inanmadığını söyleyen Stephan Hawking, “eğer isterseniz bilimin
yasalarına Tanrı diyebilirsiniz” der.
Bâzı bilim-adamları çoğunlukla
ispatlayamadıkları, duvara tosladıkları yerlerde bilimsel sahtekârlıklara
başvururlar. Meselâ Samanyolu Galaksisi’nin resmini çekmişlerdir. Bilindiği
gibi bir resmi çekmek için o şeyin dışında olmak gerekir. Samanyolu’nun bırakın
dışına çıkmayı, onun dışına nasıl çıkılacağı hakkında fikirleri bile yoktur. O
yüzden gördüğünüz o resimler sahtedir.
Daha
Dünyâ’nın hatâsız doğru bir haritası bile çıkarılamazken, kâinâtın haritasının
çıkarıldığını iddia etmek, gülmenin “farklı yerlerle” yapılmasını gerektirir.
Sevan
Nişanyan, bilimsel ahlâksızlık hakkında târihsel örnekler de vererek şöyle der:
“Bilimsel yöntemin (ve
belirtelim ki, bilimsel ahlâkın) önemli bir özelliği de, "bilimsel"
diye ileri sürülen tezleri, mevcut olan tüm karşıt görüşler ve karşıt gözüken
olgularla sınama çabasıdır. Bir-takım yarım-yamalak ip-uçları üzerine tezler
inşâ edilebilir; hattâ gerçekten yaratıcı bilim-adamlarının hareket noktası
çoğu-zaman böyle yarım-yamalak ip-uçlarıdır. Ancak kendi inşâ ettiği
tezleri, usanmadan, çekinmeden, aman vermeden, karşıt kanıtlarla çürütmeye
çalışmak; çürüyen kısımları varsa onları budamak; ana-gövde çürüyorsa, onu da
kesip atma cesâretini göstermek, bir bilim-adamını şarlatandan, propagandacıdan
ve hâkim siyâsetin dal-kavuğundan ayıran başlıca farktır. Yanlış olduğu bilinen
şeyleri, yanlışlığını bile-bile, dînî, siyâsi, millî vb. kaygılarla doğru olarak
göstermek ve bilimsel mahfillerde savunmak ise, bilimsellik-bilim-dışılık
tartışmasının ötesinde, doğrudan-doğruya "yalancılık" diye
adlandırılan ahlâki kategoriye girer.
Örneğin, kimliği
bilinmeyen bir-takım târih-öncesi kavimler hakkında, çeşitli ip-uçlarına
dayanarak bir-takım varsayımlar ileri sürülebilir. Hattâ bu varsayımlar,
bilim-adamları arasında ilginç kamplaşma ve inatlaşmalara neden olabilirler.
Ancak bilim-dışı (örneğin: millî veya siyâsi) nedenlerle, bu varsayımlardan
biri kanıtlanmış bir gerçek diye öne sürülür ve varsayımı kabûl etmeyenler
aşağılanır ve susturulursa, karşımızda ciddi bir ahlâk sorunu var demektir.
İpuçlarının zayıflığı oranında, ahlak sorununun ciddiyeti de artacaktır. Hattâ,
örneğin, Osk dilinde “turutum” kelimesinin "dört" anlamına geldiğine
dâir bir olasılık kesin bilgi olarak sunulup, bu da Osk'ların Türklüğüne kesin
kanıt olarak gösterilirse, ahlâk sorununun da ötesinde bâzı ihtimâller gündeme
gelebilecektir.
Siyâsi otoritenin emir ve
direktifleriyle, ya da en azından siyâsi otoritenin gözüne girmek gayretiyle,
"bilim-adamı" kimliğine sâhip kişilerin, yanlış olduğu bilinen
şeyleri kamuoyu önünde savunmak zorunda kalmaları ise, kişisel ahlâksızlığın
ötesinde, toplum yaşamında eşine ender rastlanan bir mânevi felâketin
ifâdesidir. Roma imparatoru Caligula'nın Olimpos tanrılarından biri olduğunu
gösteren felsefî çalışmalar (MS 1.ci yüzyıl), Fransa krallarının el değdirerek
scrofula hastalığını tedâvi edebildiklerine ilişkin tıbbî kanıtlar (17.ci
yüzyıl), Nazi Almanya'sında ırk konusu üzerinde yapılan araştırmalar ve Stalin
döneminde Lenin'in beyni üzerinde yürütülen biyolojik incelemeler (20.ci
yüzyıl) bu sınıfa girerler.
Bilimsel ahlâkın böyle
bir darbe yediği toplumda, bilimsel düşünce bir daha uzun süre yeşeremez.
Siyâsi otoritenin emrine uyarak veya gözüne girerek bilimsel kariyer
yapılabildiği, karşı çıkanın ise horlanıp eziyet çektiği bir toplumda, bilimin
zahmetli yoluna katlanacak kimse kolay-kolay çıkmaz. "Kötü paranın iyi
parayı kovması" gibi, kötü bilim, iyi bilimi kovar: emirlere boyun eğerek yükselmenin
mümkün olduğu yerde doğruda ısrar edenler sâdece reddedilmek ve unutulmakla
kalmazlar; başkalarının ayıbını teşhir ettikleri için, ayrıca hırpalanırlar.
Kamuoyu önünde yalan
söylemeyi kabûl eden bilim-adamı, her şeyden önce kendi vicdânı önünde bitmiş
bir insandır. Kariyerine yönelik tehdit ortadan kalktıktan sonra bile doğru
yola dönmesi güçtür; çünkü dönmek, geçmişteki aczini ve iki-yüzlülüğünü îtiraf
etmek anlamına gelir. Kendisi yükselirken, doğru söylediği için akademik mahfillerden
kovulan insanlara karşı suçludur ve bu suçluluk duygusu, saldırganlık şeklinde
dışa vurulmaya devâm edecektir. Kendisi yalan söylerken onu onaylayan, destekleyen,
alkışlayan meslektaşlarıyla aralarında suç-ortaklığının korkunç bağı vardır:
birisi döndüğü gün, hepsinin foyası ortaya çıkmak zorundadır. Dolayısıyla
hiç-birinin dönmesine izin verilmemeli, dönmeye yeltenenlere karşı en korkunç
şiddet yöntemleri, en acımasız karalama teknikleri kullanılmalıdır.
Aslında bilimsel önermeler, bir-çok
önermelerden sâdece bir-kaçıdır. Aralarından, ürettikleri formüllere uygun
olanı alıyorlar. Formüllerin doğru olup-olmadığını kimse sorgulamıyor tabi.
Mesela Higgs bozunu.. Aslında görülmedi
ve zâten görülemez de. Kütlesi olmayan bir bozon maddeye nasıl kütle verecek
ki? “Kabûl edecek bir şey” arıyorlar. Bunun için de senaryo lâzım tabi. Bu
kadar gürültünün nedeni bu.
Bir yazıda:
“Higgs'i nasıl gördüler? sorusuna: “Görmediler. Çünkü Higgs
görülemez. Bir parçacıkla etkileşime girdiği-anda yok oluyor Higgs. CERN'deki
bilim-insanları, onu yok olduktan sonra ortaya çıkan etkilerden hareketle
saptayabiliyorlar ancak” diye cevap veriliyor.
Hâki Demir:
“Higgs bozonunun kendisinin kütlesi olmamasına rağmen,
“varlığa” kütle kazandırdığını iddia etmek fizik bir teori değildir. Kendinde
olmayanı başkasında meydana getirdiğini düşünmek, mevcut fizik verileriyle îzah
edilemez. Higgs bozonu ile ilgili teori, özünde, kütlesi olmayan bir
parçacığın, maddeye kütle mayaladığını kabûl etmektir. Denklem (teori), özünde
böyle bir şeydir. Bu, matematik bir teoridir, dolayısıyla tasavvur ile
ilgilidir, biraz zorlandığında ise meta-fizik bir teoridir. Kütlesi olmayan bir
parçacığın, maddeye kütle kazandırması hâdisesi meta-fizik kavrayıştan başka
neyle îzah edilebilir?
Higgs bozonunu bulduklarını mı zannediyorsunuz? Hayır…
Bulamadılar. Gerçekten bu parçacığı buldularsa bile hâlâ onu
bulup-bulmadıklarını bilmiyorlar. Elde edilen veriler, yeni bir parçacığın
bulunduğuna dâir işâretler, alâmetler, izler taşıyor olabilir. Higgs
bozonunu aradıkları için tüm dikkatleri ona yoğunlaşmış durumdadır ve higgs
bozonunun muhayyel (tasavvuri) alâmetlerine benzettikleri bir parçacığın
peşindeler. Ulaştıkları nokta (fizik-biliminin ulaştığı nokta), iki farklı
şeyin (parçacığın) arasındaki benzer ve benzemez özelliklerini birbirinden
ayırmanın fevkalâde zor olduğu bir aşamadır. Her-şeyin birbirine benzediği,
aralarındaki farklılıkların asgarî seviyede ve anlaşılmasının fevkalâde zor
olduğu bir aşamadan bahsediyoruz. Bunları söylerken, ukalâ bir tavırla, yapılan
işin kıymetini azaltmak, inkâr etmek, reddetmek gibi anlamsız bir işle meşgûl
değiliz. Söylemeye çalıştığımız şey, matematik (tasavvurî) olarak kurdukları
denkleme âşina oldukları için, ulaştıkları safha îtibariyle her şeyin birbirine
benzediği yerde, arzu ettiklerini görmeye meyledebilecekleridir. “Bir parçacık
bulduk” diyorlarsa, bulmuşlardır. Fakat bulduklarının ne olduğunu anlamaları ve
anlamamız için zamâna ihtiyâcımız olduğu açık. Elde edilen verileri (yine büyük
ihtimalle matematik denklemlerle) değerlendirecekler ve bir netîceye
(aslında bir kanaate) varacaklar. Ondan sonra konuyu daha rahat ve kolay
tartışacağız” der.
Ockham’lının usturası, gereksiz
spekülasyonları önlemeye, onlara değer vermemeye yarayan bir ilkedir. En basit
açıklama, gerçekliği olduğu şekliyle târif eden en muhtemel açıklama olma
durumundadır. Ockham’lı William’ın Usturası basitliğin erdeminden bahseder.
Hz.
İbrâhim gibi zamânın astronomi bilimini sorgulamalı, üzerinde düşünerek “bâtıl
olan”ları görmeliyiz ve demeliyiz ki: “Ben bâtıl olanları sevmem”. Fıtrat/İslâm-merkezli
bu araştırma düşünme sürecinden sonra göreceğiz ki Big-Bang Teorisi de
ilahlaştırılmış bir bâtıldır, modern bir hurâfedir.
TEKNOLOJİK YOZLUK
Ali Araf Arat, teknolojinin âileden
başlayarak toplumu nasıl kişiliksiz bir hâle soktuğunu şu şekilde açıklar:
“Bugün modern/seküler kurgu toplumsal yaşamı kontrôl etme ve
insan ihtiyaçlarını küresel pazarın belirlediği tüketim mantığı üzerine
kurgulamıştır. Teknoloji ve kitle-iletişim araçlarında meydana gelen baş-döndürücü
gelişmelere paralel olarak kitlelere yön vermek çok daha kolay olmaktadır.
Başta medya olmak üzere bu alana yön veren ve küresel bağlantıları da olan
şirketler yer-yüzünde ilâhlık taslayanların çıkarlarına hizmet eden bir
yoğunlukla işliyor. Küreselleşme olgusunun âile yapısını iletişim araçları
üzerinden kontrôl etmek istemesi yalnızca kendisine itaât ettirme çabasıdır.
Yeni nesil denilen ve akıllı! olarak reklâmı
yapılan teknoloji, küresel pazar düzeni kurallarına itaât eden yeni nesil
insanı erken dönemde itaât altına alma mantığı ile üretilmektedir. Burada
hedeflenen asıl amaç işleyen küresel-pazar kurallarına itaât eden uyumlu yeni
nesil insanları üretmektir. Android işletim sistemi adı verilen, daha çok
zihinsel süreçleri kontrôl etmek için tasarlanan yeni nesil ürünler, âile
kavramını devre-dışı bırakmak için tasarlanmıştır. Dışarıdan müdâhale etmek
yerine içeriyi kontrôl etmek için tasarlanan ve geliştirilen zihinsel manipülasyon
araçları amacına uygun işlemektedir. Yeni yetişen insan nesilleri hiç de mâsum
olmayan ileri teknolojinin araçlarıyla, farkına varamayacakları yozlaşmış bozuk
bir düzenin içinde, zihinsel sapmalara maruz bırakılarak, yozlaşmış bir yaşam
sürmeye devam ediyorlar.
21.yy.’da yer-yüzünde Rabblık iddiasındaki
seküler teknoloji İslâm’i değerlere uygun inşâ edilmiş âile kavramına tahammül
edememektedir. İlâhlığını sekülerizm olarak dayatan modern Dünyâ’nın
müstekbirleri, İslâm’ın bir değer olarak topluma işlendiği âile kavramını
ruhsuzlaştırıyor, îtibarsızlaştırıyor, müstağnileştirerek yeni doğan nesilleri
seküler tanrılarına kurban ediyorlar.
Müslümanlar yaşadıkları toplumda Rab kavramına
uygun bir âile modeli geliştirmekte sıkıntı yaşıyorlar. Bu alanın daha çok modern
teknolojik araçların kontrôlüne terk edilmiş olduğu görülüyor. İnsan
yaratılmışların en şereflisidir. İnsanı şerefli kılan, kendi irâdesi ile
Rabbine kulluk edebilen bir varlık olmasıdır. İnsanı Rabbinin terbiyesine uygun
bir siyâsetle yönetmek insanı şerefli kılar. Müslümanlar tüm enerjilerini
kontrôl edildikleri modern teknolojinin araçlarına karşı direnmek için
harcamalıdır. Âileleriyle birlikte daha çok vakit geçirmeli, zamânı âileleriyle
birlikte Rabbin terbiyesine uygun olarak işlemelidirler” der.
Atasoy Müftüoğlu:
“Çağdaş-dünyâ teknik gelişmelerle öne çıkmasına rağmen içi
boşalmış değerler dayatmaktadır. Bu teknik gelişmeler korkunç sonuçlar
doğurmuştur. Çağdaş-toplum tüketim toplumundan ibârettir. Sahtekârlıklarla
doludur. İnsan özüne yabancılaşır, bencilleşir. Çağdaş-insan hesapçıdır.
Çağdaş-dünyâ kötülüklerin güvence altına alındığı ruhsuz bir dünyâdır. Sürekli
olarak kölelik üretir ve bu aykırılıkları bilimsellik kılıfıyla örter.
Modern-dünyâ arzu ve korkulara dayanır. Modernizm kendisini kültür üzerinden
egemen kılar ve temel araçları medya ve reklamlardır. Kitle-iletişim araçları
birer fitne aygıtı olarak evlerimizin içerisine kadar girmektedir” der.
İnsanlar bilim-perest bir hâle getirildi. Bu,
teknoloji hayranlığı sâyesinde yapıldı. “Henüz bilmiyoruz,
ama bilim bize öğretecek” sihirli sözcüklerine ne kadar da inanıyorlar.
“Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki olanları
akledecek kâlbleri, işitecek kulakları olsun. Gerçek şudur ki, gözler kör
olmaz, fakat asıl göğüslerin içindeki kâlpler kör olur” (Hacc
46).
İki
çeşit akletme merkezi vardır. Zihin/beyin ve kâlp. Beyin göreceli ve hatâlı
şeyleri bilen merkezdir. Kâlp ise gerçek bilgiyi bilir. Kâlpte kolay-kolay
yanılmalar olmaz. Batı, kâlbi hesâba katmadan salt beyin-zihin ile
çalıştığından, hatâ yapması çok olasıdır. Hattâ beyin, doğruya yakın olan
bilgiye bile yüzlerce hatâdan sonra varır. Fakat kâlbiyle bakan kişi o şeydeki
doğruyu daha bakar-bakmaz görür ve idrâk eder. Hele bu bakış kâlp akıl/zihin-beyin
ve göz ile yapıldığında, kesin bir sonuç açığa çıkar. Yeter ki kâlp hastalığa
yakalanmamış olsun. Kâlp ile bakan bir-nevi Allah ile bakar:
“Ve Biz, ona şah-damarından daha yakınız”
(Kâf 16) Şah-damarı kâlbe açılır.
Aslında insanların bilim ile direkt bir
ilişkisi yok. Daha çok bilimin ürünleri olan teknoloji ile yoğun bir ilişki
içindeler. Teknolojiye sâhip olmayı “bilimsel olmak” zannediyorlar. Bilimin
görünen yüzü olan teknoloji ilâhlaştırılmaya çok müsâit ve bilimin en sâdık
poh-pohlayıcısıdır. Tabî ki yararlarının yanında zararları da birlikte
getiriyor..
Ivan Illich:
“Deneyimli bir tüketici için büyüsel teknolojilere safça bir
güven duymaktan başka bir yol yoktur” der.
Neil Postman, toplumsal ilişkiler ve
çocuk tasarımı gibi kültürün bütünü üzerinde büyük değişikliğe yol-açan
teknolojinin giderek tanrısal bir statüye kavuştuğunu ve bu nedenle de
sorgulanmadığını düşünmektedir. Ona göre, teknolojik gelişmelerin sonuçlarının
olumlu ya da olumsuz olması toplum tarafından irdelenmemektedir; çünkü insanın
anlama ve duyumsama yetenekleri teknolojinin egemenliği altına girmiştir.
Teknolojiye olan bu “körü-körüne inanç” bir teknoloji çokluğu ve egemenliği
yaratmaktadır. Üzerinde fazla durmamakla birlikte Postman, teknolojik
egemenliğin toplumsal temellerinin kapitâlist dizgenin içinde olduğunu
düşünmektedir.
Mekânikleşme aracılığıyla “homo
economicus”, en fazla kârı amaçlamaktadır. Bu nedenle insanlar “tanrının
çocukları” ya da “yurttaş” olarak değil de “pazar faktörleri” ve “tüketici”
olarak görülmektedir. Psişik ve toplumsal yönelimler olmadığı için dolaysız
deneyimler anlamsız kalmaktadır. Anımsama olmadığı gibi anlamlı gelecek
tasarımları da yoktur. Mitlerin üretimini güvenceye alan devlet de eski gücünü
yitirmekte ve etik temeller yıkılmaktadır. Geçmişte güçlü olan âile ve okul
gibi kurumlar artık işlevselliğini yitirmiştir. “Günah” ya da “kötü” gibi
kavramlar ise ortadan kalkmaktadır. Bu dizgede giderek hızlanan teknolojik
gelişmeler, insanları köleleştirmektedir. Köleleşme, insanların teknolojinin
doğanın bir parçası olduğuna inandıkları andan îtibâren daha hızlı
gerçekleşecektir. Postman, teknolojik gelişmelerin sonucunu kültürü
yozlaştırıcı ve insan düşmanı olarak değerlendirmektedir.
Bilim, hükümet kadar müstebit olmamakla
birlikte, köleliğin sürdürülmesine olan katkılarıyla önemli bir işleve
sâhiptir. Bu işlevin niteliği ideolojiktir.
Bilim, eşitsizliğin meydana çıkmasına
olan katkılarının yanında, eşitsizliğin meşrûlaştırılması ya da üzerinin
örtülmesinde de etkili olmaktadır. Yâni, insanlar arasındaki eşitsizliği hem
kurmakta hem de onu sürekli kılacak ve meşrulaştıracak araç olarak işlev görmektedir.
Târihsel gelişim süreci içinde çocukluğun
ortaya çıkışı ve kayboluşuna ilişkin önemli saptamalarda bulunan ve bunu
iletişim teknolojisinin gelişimiyle ilişkilendiren Postman, teknolojik
gelişmelerin kendisine ve toplumsal ilişkilere çökertici sonuçlarla etki
ettiğini söylemektedir.
BİLİMSEL
Yanılsamalar
Big-Bang Teorisi’nin delîli olarak
gösterilen Kozmik Fon Işıması sâdece bir yanılsamadır. Kozmik Fon Işıması
zannedilen şey aslında, kâinâttaki bütün materyâllerin radyasyon yaymasından
başka bir şey değildir. Evren materyâlleri tarafından yayılan bu radyasyonu,
Big-Bang’in delîli olduğunu zannettikleri Kozmik Fon Işıması’nın yaydığı
radyasyon zannediyorlar. Oysa “Kozmik Fon Işıması” diye bir ışıma yoktur. O şey
başka bir şeydir. Nedeni başkadır.
Caner Taslaman kozmik
fon ışımasını anlatırken:
“Eğer 13,7
milyar yıl önce bir patlama olduysa, günümüze kalan bir ışımasının olması
gerekir. Olay önce teorik olarak gösterilmiştir. 1960’lı yıllardan sonra radyo
ve televizyon işleri artınca radyo dalgaları ile ilgilenme artmıştır ve bir
anten kurma işi sırasında tesâdüfen parazit olarak büyük patlama ışıması
bulunmuştur. Başlangıçta işlerin yoluna girdiği sanılmışsa da daha sonra bir
sorun çıkmıştır. Evrende bilindiği gibi galaksiler vardır. Galaksilerden bu
ışımayı kendilerine isâbet eden yerlerde emmeleri beklenir. Ama böyle
olmamaktadır. Işıma, galaksiler dâhil her yerden gelmektedir. Öyle ise
patlamanın kaynağı bize göre galaksilerden daha yakında bir yerde olmalıdır. Bu
sonuç Büyük Patlama Teorisini geçersiz kılar. Belki de gerçek
tümüyle farklıdır. Işığın bir ortam içinde yayıldığını düşünürsek, uzayda
da bir ortamın olduğunu ve bu ortamın yalnız ışığı değil, gözle göremediğimiz
radyo dalgalarını da engellediğini ciddi olarak düşünmek durumunda kalırız.
Diğeri, uzay kütleler nedeniyle sürekli bükülüyor. Bir kozmik ışın bize düzgün
doğrusal bir çizgi şeklinde ulaşamıyor. Buna karşılık galaksi ışınları da bize
düzgün doğrusal bir şekilde ulaşamıyor. Bize gelene kadar ışınların ne gibi
yollardan geçtiğini hiç-bir zaman bilemeyiz. Belki yolda öyle şeyler oluyor
ki ışımada hiç-bir boşluk kalmıyor. Doppler etkisini kabûl etmenin bir sonucu
daha var. Büyük patlama teorisine göre ve Doppler etkisine bakarak evrenin
sınırlarına doğru galaksilerin bizden ışık-hızına yakın bir hızda uzaklaştığını
biliyoruz. Ama daha uzaklaşınca galaksilerin ışık-hızını geçmeleri gerekir
ki bu mümkün değildir. Öyle ise böyle bir etkinin olmaması gerekir” der.
Michael Rivero:
“Big-Bang'i kanıtlamak için ilk-patlamanın günümüzdeki
yankısı anlamında yorumlanabilecek Kozmik Arka-plân Radyasyonunu araştırmaya
yönelik bir çaba ortaya çıktı ve gerçekten de bir sinyâl bulundu. Aynen Aristo
ve Hubble gibi, Kozmik Arka-plân Radyasyonu fikrinin öncüleri de sinyâlin kendi
düşündükleri anlama geldiğini, başka alternatif açıklaması olamayacağını
farzettiler. Bu radyasyonun bulunması Big-Bang Teorisinin büyük kanıtı olarak
îlan edildi ve teoriye yatırımda bulunmuş olan kurumlar kutlandı.
Fakat sonra ortaya çıktı ki, Epicycle Teorisinin
gezegenlerin hareketini doğru şekilde açıklayamaması gibi, Big-Bang Teorisi de
uzayla ilgili yapılan ölçümleri iyi açıklayamıyordu.
Birinci sorun olarak "ufuk problemi"
vardı. Şu-anda evren 28 milyar ışık-yılına yayılmaktadır ve 14 milyar yaşında
olduğu düşünülmektedir. (Tabî ki, eğer biz gerçekten de evrenin merkezinde
değilsek, evren en az bir yönde daha uzağa yöneliyor olmalıdır). Hiç-birşey
ışık-hızından hızlı hareket edemeyeceğine göre, ısı-radyasyonunun iki ufuk
arasında Big-Bang tarafından yaratılmış olması gereken soğuk ve sıcak bölgeleri
dengeleyecek ve şu-anda gözlediğimiz dengeli durumu oluşturacak şekilde hareket
etmiş olması mümkün değildi” der.
Yanılsamalarla dolu olan
bilim-anlayışlarından biri olan E=mc2
de yanlış bir önermedir/yanılsamadır. Madde enerjiye, enerji de maddeye
dönüşmez/dönüşemez. Büyük bir yanılsama var burada. Madde ve enerji zâten
ayrı-ayrı olarak bir-anda birlikte yaratılmışlardır ve Allah’ın bildiği bir
zamanda da bir-anda yok olacaklardır. Suyu ısıtınca ortaya çıkan buhar, suyun
enerjiye dönmesi değil, suyun içinde mündemiç hâlde bulunan enerjinin, ısı
verilerek ayrılmasıyla açığa çıkmasıdır. Diğer şeylerin ısıtılmasıyla olan da
aynısıdır. Enerji maddenin içinde yaratılmıştır ama ayrı bir varlık olarak.
Atomun içindeki proton-nötron gibi. İkisi bir-birinin dönüşümü değildir.
Proton-nötron ikilisi orijinâl atom parçacıklarıdır. Madde ile enerji de
böyledir. İlk başta o şekilde yaratılmışlardır. Hiç-bir şey başka bir şeye
dönüşemez. Madde enerjiye dönmez/dönüşmez, içinde enerjiyi taşır sâdece. Bir
etki sonucunda da madde ve enerji ayrılır ve açığa çıkar. Vel hâsıl kelâm;
“simyâ” ilmi boş bir ilimdir. Umut ve hayâlin sentezinden oluşmuş boş bir
özlemdir ve bu konudaki fiyaskoyla netîcelenen sonuçsuz çalışmalar, bir şeyin
başka bir şeye dönüşemeyeceğinin delîlidir.
Yine Big-Bang’e delil
olarak sunulan kâinâtın genişleme teorisine gelince...
Evrenin genişlediği teorisi de aslında
bir yanılsamadır. Atom-altı parçacıklar, Dünyâ, Güneş sistemi, galaksiler,
süper kümeler ve en sonunda kâinâtın kendisi de bir döngü hâlindedir. Varlık
varlığını sürdürmek için hareket etmek ve hareketini de dönerek yapmak
zorundadır çünkü. Evrende meydana gelen tüm değişikliklerin nedeni
“kozmik-döngü”dür. “Dönüp duran göğe
andolsun” (Târık 11).
İşte bu galaksilerin döngüsü
genelde eliptik bir döngüdür. Bu döngü sırasında Meselâ x galaksisi elipsin en
ucuna doğru giderken, Samanyolu Galaksisi ise ters uca doğru yol alır ve biz x
galaksisini gözlemlerken onun Samanyolu Galaksisi’nden uzaklaştığını görürüz.
Gözlemlerimizin bâzılarında yıldızların ve galaksilerin uzaklaştığını
gördüğümüz için (çünkü biz tam tersi bir konumda bulunabiliriz) kâinâtın
genişlediğini düşünürüz. Hâlbuki belli bir zaman beklesek, bizden uzaklaştığını
zannettiğimiz galaksilerin bir süre sonra bize yaklaştıklarını gözlemlemeye
başlayacaktık. Evrende belli bir noktadan sonra kırmızıya kaymaların
gözlenmemesi, oradaki döngülerin yönünün değişmesi sebebiyledir. Artık
yakınlaşma başlamıştır. Artık kırmızılıklar mâvileşmeye başlayacaktır. Gerçi
yörünge elips değil de tam bir dâire biçiminde de olsa, galaksilerin dönüş
hızlarındaki farklardan dolayı sonuç değişmez. Bu, bütün kâinât materyâlleri
için geçerlidir. Meselâ Halley kuyruklu yıldızı Güneş’in etrafında bir elips
çizer. Büyük bir elips (parabôl). 76 yılda bir dönüşünü tamamlar. Bu döngü
küçük-çaplı bir döngüdür. Tabi bizden uzaklaşan galaksiler olduğu gibi, bize
yaklaşan galaksiler de vardır (Andromeda galaksisi gibi) bu döngü yüzünden.
Hattâ Andromeda ile Samanyolu Galaksisi’nin 4 milyar yıl içinde çarpışacakları
ön-görülür. (Evren uniform olarak genişlediği için, kızıla kaymanın da uniform
dağılımlı olarak gözlenmesi gerekmektedir). Zâten sâdece “E-tipi” galaksi denen
eliptik galaksilerin genişlemeye uydukları, “S tipi” denen spiral galaksilerin
ise “genişleme teorisine” aykırı hareket ettikleri de konuşulur. Andromeda
Galaksisi işte bu “S tipi” galaksilerdendir. Bakın! “uzaklaşmakta olan
yıldızlar kırmızıya kayar” diyorlar. Tamam bu doğru ama, yaklaşmakta olan
yıldızların da mâviye kaydığını söylüyorlar. Dikkat edin! “yaklaşmakta olan
yıldızlar”dan bahsediliyor. İşte bu durum evrenin genişleme teorisine
aykırıdır. Eğer evren balon gibi genişliyorsa, bize yaklaşan hiç-bir şey
olamaz. Uniform olarak genişleyen evrende hiç-bir zaman mâviye kayma olmaz.
Ayrıca nede-olsa biz yıldızların ve galaksilerin belli bir zaman önceki hâlini
gözlemleyebiliyoruz. Gözlemlediğimiz konuma göre de ölçüm yapıyoruz. Hâlbuki
gözlemlediğimiz nesne orada değil. Nerede olduğu ise tam olarak bilinemez,
dolayısıyla doğru ölçüm yapılamaz. Binaenaleyh, Big-Bang Teorisi’ne delil gibi
gösterilen kâinâtın genişleme teorisi aslında bir yanılsamadır.
Michael Rivero:
“Evren uniform olarak genişlediği için, kızıla
kaymanın da uniform dağılımlı olarak gözlenmesi gerekmektedir. Fakat öyle
değildirler. Evrende gözlenen kızıla kayma, belli aralıklara ayrılmış olarak
kuantize biçimdedir. Bu durum, kızıla kaymayı rölatif hıza dayalı olarak
açıklayan teori ile uyumlu değildir. Bu kızıla kaymadan başka bir etki
sorumlu olmalıdır. Bunun anlamı, kızıla kaymaya dayalı olarak evrenin
genişlediği fikrinin geçersizliğidir. Başka bir etki bu sonuçları doğuruyor
olmalıdır ki bu etki her neyse hızdan bağımsız olarak kuantize bir şekilde
kızıla kayma oluşturmaktadır. Ayrıca evrende
mevcut teorinin gerektirdiği miktarda madde bulunmuyor ve kızıla kayma hızının
artmasına sebep olan bir karanlık enerji var” der.
Şekil A
Şekil A’da görüldüğü gibi; A galaksisi
ile B galaksisi arasında kırmızı eksende 3 ışık-yılı uzaklık var ve galaksiler
ok istikâmetinde yol alıyorlar. Aynı galaksiler mâvi eksene yöneldiklerinde
(ikisini de aynı hızda yol alan galaksiler olarak düşündüğümüzde) kademeli
olarak 5 ışık-yılı uzaklığa kadar uzaklaşacaklardır. Burada aslında gerçek bir
uzaklaşma yok. Döngüden kaynaklanan ve belli bir süreliğine olan geçici bir
uzaklaşma var. Döngü tekrar ilk başa yöneldiğinde yine uzaklık kademeli olarak
3 ışık-yılına inecektir. Bu durum bâzı yıldızlarda da gözlenebilir. Meselâ
bizden 4.2 ışık-yılı uzaklıkta bulunan Proxima Centauri yıldızı bize 21.7 km/s
hızla yaklaşmaktadır, fakat 3.11 ışık-yılı yaklaştıktan sonra tekrar
uzaklaşmaya başlayacaktır.
Hubble sâbitinin sonucuna baktığımızda
“evrende belirli bölgelerin birbirinden uzaklaşmaları ışık-hızını dâhi
aşmıştır” denir. Balon gibi genişleyen evren düşünüldüğünde; bizden çok
uzaktaki ışık-hızında uzaklaşan galaksiler/kuasarların ışığı bize hiç-bir zaman
ulaşamaz. Fakat ışık-hızında uzaklaşan galaksilerden bahsediliyor. Işıkları
bize ulaştığına göre, bu durum evrenin genişlemediğinin kanıtıdır. Çünkü ışık-hızında
olan bir genişleme teorisine göre ışıkları bize hiç-bir zaman ulaşmamalı.
Evrendeki dinamizm, evrenin
genişlemesinden değil, evrendeki bu “kozmik döngü” sebebiyledir. Döngü,
osilasyonik bir şekilde ileri-geri olur. Geriye dönmesi aslında aynı yönde
ilerlemesinin bir sonucudur. Aynen insanın yaşlandığında bir-nevi çocukluğa
dönmesine benzer.
Evrenin çekim-gücüne rağmen neden
çökmediği genişleme teorisinin bir sonucu değil; kozmik döngüdür.
Zâten bu genişleme teorisi, daha ilk
başta sorulacak olan soruya cevap vermekten âcizdir; “neyin içinde genişliyor”?
(Çünkü sâdece uzaydaki materyâllerin mesâfeleri açılmıyor, uzayın kendisi
genişliyor teoriye göre). Bu soruya net bir cevap verilemez. Çünkü insanda bu
soruya cevap verecek kapasite yok. (Genişleme dışarıdan gözlemlenemediği için).
Seyyid Kutub’un dediği gibi;
“İnsanın, varlık hakkında mutlak bir düşünce oluşturmak ve
hayat için değişmez temeller belirlemek gibi bir yetkisi ve yeteneği söz-konusu
değildir. Hiç-bir insanın, hayâtı derinliğine kavraması mümkün olmadığı gibi,
oluşumunu da kavraması mümkün değildir. Burası, Allah tarafından kendisine
verilen inancın alanına girmektedir.
Işık sürekli düz mü gidiyor, yoksa bir
döngü hâlinde mi? Sürekli düz gittiğini varsaydıkları için, kâinâtı genişliyor
zannediyorlar. Hâlbuki kâinâtta düz hareket olmaz. Bir makâlede:
“Düz bir hareket kâbil
olmadığı gibi anlamlı da değildir. Düz hareketin olgunlaşma ve kendini
tamamlama imkânı yoktur” denir.
Bu-arada maddenin genişlediği yer (mekân)
nedir, o da ayrı bir sır. Patlama veya açılma bir mekânda olduğuna göre, o
mekânı da hesâba katmak gerekir. Ama o zaman belki tüm hesaplar alt-üst
olabilir.
Bilim-adamları daha
kâinâtın nerede olduğuna bile bir cevap vermekten âcizdirler. Allah’ı hesâba
katmadan bu soruya, mantıklısını bırakın, mantıksız bir cevap bile verilemez.
Belki de “ilk başta ne vardı?” sorusunun sorulmaması ve bu konuya merak
salınmaması için uyduruldu bu “büyük patlama teorisi”. “İlk başta ne vardı?”
sorusu bütün büyüyü bozuyor çünkü. “Peki patlayan şeyden önce ne vardı?” olası
sorusu… “Son soru”yu sormuyorlar ve sordurmuyorlar. İşe tersten başlıyorlar.
Bakın Mehmed Alagaş bu konuyla ilgili ne diyor:
“Yaratılmış ve yaratılacak her şey, sığabileceği bir yere,
içinde varolabileceği bir mekâna muhtaçtır. Mekân da bir varlıktır ve her
mekân, içinde yer alabileceği kendinden daha büyük bir mekâna muhtaçtır. Ancak
biliyoruz ki yaratılmış hiç-bir varlıkta sonsuzluk olmadığı gibi, mekânda da
sonsuzluk yoktur. Bu gerçeği anladığımız zaman, akıl sâhibi insanlar olarak
“bütün mekânları içine alan en-üst mekân neyin içindedir?” sorusuna cevap aramaya
başlıyoruz.”
Günümüzdeki bilimsel anlayış bu sorunun cevabını vermek
bir-yana, bu soruyu sorma seviyesine dâhi çıkabilmiş değildir. Uzayın
genişlediğinden söz-ederler, fakat bu genişlemenin neyin içinde
gerçekleştiğini, bütün mekânlârı içine alan en-üst mekânın ötesinde ne
olduğunu, ne olabileceğini hiç düşünmezler, düşünmek istemezler!, çünkü onların
korktukları bir menzil, onların korktukları bir sorudur bu!.
Neden korkuyorlar?
Çünkü bu soruya, Allah'ı dikkate almadan verebilecekleri
hiç-bir beşerî cevap yoktur. Allah’ı dikkate almadan verecekleri her cevap,
mekâna muhtaç bir cevap olacağı için yeni bir soruya kapı açacaktır.
Dünyâ uzayın içinde dediğimiz zaman, uzay neyin içinde
sorusuyla karşılaşıyoruz. Oysa bu konudaki son soruya verilecek son cevap,
yeni bir soruya kapı açmayacak bir cevap olmalıdır.
O hâlde bilimin kaçtığı, sormaktan korktuğu son
soru; “bütün mekânları içine alan en-üst, en son mekân neyin içinde”?
sorusudur.
Kur’ân; Dünyâ’nın ve tüm yıldızların birinci kat göğün
içinde olduğunu, birinci kat göğün yedi kat gökler içinde olduğunu beyân
ettikten sonra bütün bunların üzerinde büyük arşın bulunduğunu belirtiyor.
Peki büyük arş neyin içinde?
İşte son soru bu!
Ve Rabbimiz bu son soruya verdiği son cevapta “Ben büyük arşın Rabbiyim. Bu arşı istivâ
ettim, kuşattım. Ve Ben, mekândan münezzehim, mekâna muhtaç değilim”
buyuruyor. İşte mekânla ilgili son sorunun son cevabı bu. Çünkü bu açık
cevaptan sonra “Peki Allah neyin içinde?” gibi saçma bir yaklaşımla yeni bir
soru sormuyor, soramıyoruz. Zâten düşünen her akıl sâhibi insan, tüm mekânları
içine alan en-üst mekânın, mekândan münezzeh bir kudretle kuşatılmış olmasının
bir şart, bir zorunluluk olduğu sonucuna varacaktır. Ve yaratılmış hiç-bir
maddede “Ben mekâna muhtaç değilim” iddiası yok iken, Allah (c.c.) “mekândan münezzeh olan Ben’im, her-şeyi Ben
yarattım ve Ben kuşattım” buyuruyor. İşte bizler de bu ilâhi
buyruğa hem aklımızla, hem de kâlbimizle îman ediyoruz”.
Big-Bang teorisi için de için şöyle der:
“Büyük patlama teorisi? Ne teorisi, neyin patlaması?
Patlayan şey ne ve bu şey nasıl var-oldu? Çünkü biz burada ilk yaratılışı, ilk
varoluşu sorguluyoruz. Onlar ise Allah'ın yarattığı varı zâten var kabûl
ederek, bu varın üzerine ucuz teoriler üretiyorlar!. Karanlığa taş atan
çocuklar gibi “milyarlarca yıl önce D'nin evrimiyle E, E'nin evrimiyle F
meydana geldi” diyorlar. Oysa biz milyarlarca yıl önceyi değil “ilk”i soruyoruz,
kendinden önce hiç-bir şey olmayan A'nın nasıl varolduğunu soruyoruz. Fakat bu
insanlar mekân konusunda son soruyu sormaktan korktukları gibi, yaratılış
konusundaki bu ilk soruyu sormaktan da korkuyorlar. Çünkü bu soru da, Allah'ı
dikkate almadan cevaplandırabilecekleri bir soru değil. Allah'a inanmamak
için Allah'ın dışında bir yaratıcı unsur arayan insanlar, binlerce yıldır bunu
başaramadı ve başaramayacaklar.
Çünkü bunu başarabilmeleri için şu iki şeyden birisini
bulmaları gerekiyor. Ya kendiliğinden var-olabilecek bir madde, ya da Allah'ın
dışında bu maddeyi yoktan var-edebilecek yaratıcı bir güç! Kendi olmadan,
kendiliğinden var-olabilecek bir maddeyi bulamayacakları âşikârdır. Bu maddeyi
yoktan var-edebilecek Yaratıcı bir güç aradıklarında ise karşılarına Allah'tan
başka bir ilâh, Allah'dan başka bir Yaratıcı çıkmayacaktır”.
Modern meâlciler, Zâriyat süresi 47.
âyeti yorumlarken, âyette geçen “mûsiun” kelimesini, “genişlettik” anlamında
kullanma gayreti içindedirler. Oysa bu kelime “güç ve kudret sâhibi” mânâsına
da gelir. Bilim! karşısında komplekse kapılmanın gereği yok.
Bakınız Mevdûdi, ilgili âyet hakkında
kelimenin iki anlama da gelebileceğini nasıl açıklıyor...
“Mûsiun” Mûsi; “güç ve kudret sâhibi” demek olduğu gibi, “genişleten”
demek de olur. İlkine göre bu ilâhi buyruğun mânâsı şöyle olur: Bu gök-yüzünü,
birinin yardımı ile değil, kendi gücümüzle yarattık. Onun yaratılması bizim
gücümüzün üstünde bir-şey değildir. Buna rağmen siz nasıl olur da bizim sizi
tekrar yaratamayacağımızı düşünebilirsiniz?
İkincisine
göre de mânâ şu demektir: Bu büyük kâinâtı biz sâdece bir kere yaratıp
bırakmadık, aksine o kâinâtta sürekli genişletme yapıyoruz. Ve her-an o kâinât
içinde yaratmamızın yepyeni, dehşete düşüren gelişmeleri olmaktadır. Böyle
güçlü ve muazzam yaratıcının şahsını, yeniden yaratma konusunda siz nasıl âciz
sanabilirsiniz?”.
Bakara 236. âyette “alâ el mûsi” kelimesi
geçer ve “kudreti olmak” anlamındadır. Bu durumda âyet: “Göğü biz kurduk. Buna kudretimiz/gücümüz
(mûsiun) yeter” anlamına gelir.
Big-Bang Teorisi’nin
adının geçmediği zamanlarda Fahruddin Er- Razi “mûsiun” kelimesini şöyle tefsir
etmiştir...
“Mûsiun”
kelimesinin âyet-i kerîmedeki ifâdesi hakkında şu îzahlar yapılabilir:
a) Bu ifâde,
"genişlik" maddesindendir. Yâni, "Biz o semâyı, yer ve yeri
kuşatan su ve havayı, semâya ve onun genişliğine nispetle, tıpkı çöldeki bir
halka misâli olacak bir biçimde genişlettik" demektir. Böylesine geniş bir
alanı kaplayan bir binâ ise şaşırtıcıdır. Çünkü, böylesine geniş bir kubbeyi
hiç-bir usta yapamaz. Zîra onlar, sâyesinde, bu yuvarlaklığın sağlanabileceği
ve birbirlerine bitişinceye değin cüzlerinin birbiriyle temasa geçebileceği bir
âleti bulundurmaya muhtaçtırlar.
b) Bu ifâde, "Kâdir
olucularız.." anlamındadır ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah hiç-bir nefse
gücünün yettiğinden başkasını yüklemez" (Bakara, 286) âyetindeki kelimesi
de bu mânâda olup, yâni, "ancak o nefsin gücünün yetebileceği
şeyi..." demektir. Bu hususta bu iki ifâde arasındaki münâsebet gâyet
açıktır. Şöyle de denebilir: Bu durumda bu, şu gâyeye, yâni (son esâsa) bir
işâret olup, son îtikâdî esas da, haşirdir. Buna göre Cenâb-ı Hak âdeta, "Biz,
semâyı yaptık ve bizler, semâ gibilerini yaratmaya da kâdiriz.. (Yâni,
insanları öldükten sonra yeniden diriltmeye de kâdiriz..) demiştir ki, bu tıpkı
"Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibisini yaratmaya kâdir değil
midir?" (Yâsin, 81) âyeti gibi olmuş olur.
c) Bu
ifâde, "Biz, mahlûkatın rızkını genişleticileriz"
mânâsındadır.
"Mûsiun"
kelimesine, İbn Abbas ve Hasan el-Basrî gibi önemli kişiler "güç yetiren
ve kâdir", bir başka görüşlerinde de "bol rızık veren" anlamını
vermişlerdir. Kur’ân'ın garip kelimeleri üzerine eser yazan İbn Kuteybe (276
h/889 m) ve ondan sonra Zemahşerî (467-537 h/1074-1143 m ) de bunu “Allah'ın güç-sâhibi olması”
şeklinde açıklamışlardır. Doğrusu da “güç yetiren” anlamıdır. Zâten bağlam da
bunu destekler.
Elmalı’lı Hamdi Yazır, Zâriyat 47. âyeti:
“Biz göğü kudretimizle binâ ettik. Hiç şüphesiz
biz, çok genişlik ve kudret sâhibiyiz” şeklinde çevirmiş ve sonra da şu tefsiri
yapmıştır:
“Bir de
semâya bakın, biz onu kuvvetle binâ ettik” “İzmar alâ şaritati't-tefsir”dir.
Yâni semânın âmili olan “fiil” gizlenmiş de zamîrine taâllûk ettirilerek diye
tefsir edilmiştir. Eserden, bunu yapan müessirin çıkarılmasını ifâde eden bir
üslûbda, lafız mânânın muhtevasına terkibi ile de uyum sağlamıştır.
EYD, “yed”
kelimesinin çoğulu olabilirse de burada “Davud'u, o kuvvet sâhibi zâtı hatırla”
(Sâd, 38/17) âyetinde olduğu gibi têyidin aslı olan “kuvvet” mânâsına olması
daha ağır basar. Bu beyan “Allah’a kaçın!” ifâdesi ile “Ben cinleri ve
insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zâriyat, 51/56) âyetinin
muhtevâsına ve mânâsına önceden yapılmış bir hazırlıktır. Nitekim “Şüphesiz
rızık veren güç ve kuvvet sâhibi olan ancak Allah'tır” (Zâriyât, 51/58) âyeti
ile têyid olunacaktır. Ve hiç şüphesiz biz çok genişliğe mâlikiz. Bunun iki
mânâsı vardır: Birisi, kudret genişliğini ifâde eder. Kudret ve
kuvvetimiz öyle geniştir ki semâyı binâ ile tükenmedikten başka, onu daha çok
genişletebilir. Bu mânâ hem, “Artık orada bize ne bir yorgunluk dokunacak, ne
de orada bize bir usanç gelecektir” (Fâtır, 35/35), hem de “O'nun kürsüsü
gökleri ve yeri içine alır” (Bakara 255) âyetlerinin mânâlarını andırır. Birisi
de “zenginliği, nimet ve nimet vermede genişliği ifâde eder, biz darlıkları
genişletiriz. Yalvaran darda kalmışlara icâbet eden, sıkıntıları açan,
ihtiyaçları gideren, fakirleri zenginleştiren, nîmet vereniz” demek olur”.
Görüldüğü gibi bu âyete,
“evrenin genişleme teorisi” yanılgısına paralel bir tefsir yapmak şart değil.
Elmalı’lı örneğinde de görüldüğü gibi farklı bir yorum da yapılabiliyor ve
zâten âyetin kastettiği mânâ da Elmalı’lının dediği gibidir. Elmalı’lı Hamdi
Yazır bu âyeti tefsir ederken, “genişleme teorisi” tüm Dünyâ’da biliniyordu.
Mûsiun kelimesinin geçtiği âyetin tefsiri
“Kur’ân’ın Kur’ân’ı tefsiri sadedinde Hadid 4. âyettir: “Gökleri ve
yeri altı-günde yaratan, sonra arşa istivâ eden O'dur. Yere gireni, ondan
çıkanı, gökten ineni ve ona çıkanı bilir. Her nerede iseniz, O sizinle berâberdir,
Allah, yaptıklarınızı görendir” (Hadid
4).
“Ve O, yeri
yayıp uzatan, onda sarsılmaz-dağlar ve ırmaklar kılandır. Orada ürünlerin her
birinden ikişer çift yaratmıştır; geceyi gündüze bürümektedir. Şüphesiz
bunlarda düşünen bir topluluk için gerçekten âyetler (deliller) vardır” (Ra’d 3). Mustafa Öztürk
bu âyeti yorumlarken:
“Bu âyetteki mede’l arz ifâdesine istinâden bâzı büyük
müfessirler yer-yüzünün yuvarlak değil düz olduğunu ileri sürmüşleridir. (Bakz.
İbn Atiyye, El Muharrerü’l Veciz, III. 293. Kurtubi, El Camii IX. 184.) İşte bu
tür yorumlar bilimsel(ci) tefsir anlayışına ibretlik örnekler olarak arz
edilebilir ve bu anlayışın “kaş yapayım derken göz çıkardığı” söylenebilir. Ne
tuhaftır ki geçmişte bir-çok büyük müfessir, Kur’ân’dan hareketle Dünyâ’nın hem
sâbit hem düz olduğunu söylerken; bu-gün yine Kur’ân’dan hareketle tam tersi
şeyler söylenmekte ve bu da Kur’ân’ın bilimsel mûcizesi olarak takdim
edilmektedir. Ama gerçek şu ki Kur’ân Dünyâ’nın düz ve yuvarlak olduğu hakkında
konuşmamasına rağmen, insanlar onu bu konuda konuşturmakta, fakat geçmişte ak
dediğine bu-gün kara dercesine konuşturmaktadır” der.
Post-modern pozitivist paradigma içinden tefsirlerdir
bunlar. İşte bu nedenle bu tefsirler ileride yüz-karası olarak îlan
edilecektir. Paradigma-dışı tezler öne sürmek bu nedenle bu zamanda mü’minin
şiârı-alâmeti olmalıdır. Kur’ân’ı modern kavramların/batılı kavramların
etkisiyle tefsir ettikleri için bu sonuca varıyorlar. Metni bu şekilde çevirme
gayretlerinin arkasında modern-bilimin ve kavramların etkileri vardır. Bu tarz
çeviriler “bir döneme âit meâller” olarak kalmaya mahkûmdur.
Evrendeki uzaklıkları nasıl
ölçüyorlar? El-cevap: Tahminle. Zan ile.
Meselâ bir yazıda, bulunan
en uzak galaksi için şunlar yazıyor:
“Dünyâ’ya 30 milyar ışık-yılı uzakta olan
galaksinin, Büyük Patlama'yı izleyen döneme ışık tutması bekleniyor. Evren'in
kıyısından ışığın bize ulaşması uzun zaman aldığı için, biz bu galaksiyi 13,1
milyar yıl önceki hâliyle görüyoruz. Fakat evren genişlediği için Dünyâ’ya
uzaklığı 30 milyar ışık-yılı olarak hesaplanıyor. Araştırmayı yürüten ABD Texas
Üniversitesi'nden Steven Finkelstein, “bu tespit ettiğimiz en uzak galaksi ve
onu Büyük Patlama'dan 700 milyon yıl sonraki hâliyle görüyoruz" dedi. Uzak
galaksiye z8_GND_5296 adı verildi.
Gök-bilimciler, galaksinin rengini
inceleyerek Dünyâ’dan ne kadar uzakta olduğunu belirledi. Böylece bu
galaksinin bu-güne kadar tespit edilmiş en uzak galaksi olduğuna karar
verildi. Yeni galaksinin, Dünyâ'nın da içinde bulunduğu Samanyolu
Galaksisi’nin yüzde 1-2'si kadar bir kütleye sâhip olduğu ve ağır metâller
bakımından zengin olduğu düşünülüyor. Bu galaksinin ilginç bir özelliği
de gaz ve toz bulutlarını Samanyolu'ndan yüzlerce kat daha hızlı döndürerek
hızla yeni yıldızlar oluşturması.
Açık Öğretim Üniversitesi'nden Dr. Stephan
Serjeant ise, aşırı kızıl değişimler içeren galaksiler peşinde koşmanın heyecan
verici olduğunu, fakat zorlukları da bulunduğunu, bir-çok uzak-galaksi
iddiasının sonradan daha yakındaki yabancı yıldızlar olduğunun anlaşıldığını
vurguladı”.
Oysa bir de derler ki:
“Evrende uzaklığı görüntülenebilen en uzak yapı olan kuasar
ise, Dünyâ’dan 13.7 milyar ışık-yılı uzakta bulunur. Bu uzaklıktan daha
uzaktaki hiç-bir şey henüz görülememiştir”.
Bu tarz manşet laflara aldanmayın. Bunlar
boş gürültüden başka bir şey değildir. İnsanları oyalamak için uydurula-gelen
oyalama taktikleridirler. Aslında yaptıkları ölçümler %99 yanlış ölçümlerdir.
Sâdece Güneş Sistemi içindeki uzaklık ölçümleri yaklaşık sonuçlar verebilir.
Uzak yıldızlar ve galaksiler için yaptıkları ölçümler ve bu ölçümler için
kullandıkları yöntemler son derece basit ve mantıklı olmayan yöntemlerdir.
Aslen belli bir uzaklıktan daha ilerideki uzaklıkların ölçülmesi imkânsızdır.
Peki gök-bilimciler uzak yıldız ve
galaksileri ölçmek için hangi yöntemleri kullanıyorlar? Bu, bilimsel bir yazıda
şöyle aktarılır:
“Bilinen iki yöntemi ana-hatlarıyla aktarmak gerekirse;
birincisi üçgenleştirme (parallax), diğeri parlaklık ölçümü. İlkinde,
Dünyâ’nın, en yakın yıldız referansımız olan Güneş çevresindeki dönüşü
sırasında çizdiği yörüngenin kabaca dâiresel bir çapa sâhip olduğu kabûl
edilerek bu çapın iki ucundayken yapılan yıldız gözleminden elde edilen
açılar sanal üçgenin taban-açıları yerine konur ve trigonometrik çözümlemeyle 'yaklaşık'
uzaklık bulunur. İlk yöntem belli bir uzaklıktan ötedeki yıldızlar için
hassâsiyetini yitireceğinden, “parlaklık ölçümü” adı verilen ve ilk
yöntemde uzaklıklarını bulduğumuz "binlerce" yıldızın parlaklıkları
esas alınarak öte-yıldızların renk tayfındaki parlaklık dereceleriyle (kadir)
karşılaştırmaya dayanan bir teknik kullanılır.
Olayı basitçe anlatırsak; yıldızın renginden yola çıkarak
hangi sınıfta bir yıldız olduğu ve bu sâyede yaklaşık kütlesi hesaplanır.
Bu özellikte bir yıldızın parlaklığının hangi mesâfede ne kadar olacağı
hesaplanabilir. Bu durumda Dünyâ’ya ulaşan parlaklık belli olduğundan mesâfe
ortaya çıkar. Türkçede “salt-parlaklık” denilen, orijinâli "absolute
magnitude" olan ve bir yıldızın 10 parsec mesâfeye getirildiğinde hangi
parlaklıkta olacağını gösteren değer (M) ve şu-anki parlaklığı (m) ile
ilişkilendirilmiş formüller var. Bunlar yardımı ile uzaklık kolayca
hesaplanıyor. Tabi soruyu daha da içinden çıkılmaz yapabilecek bir konu daha
var. Yıldızların uzaklığı bu şekilde hesaplanıyorsa, galaksilerin uzaklığı
nasıl hesaplanıyor? Burada da Hubble yasasından faydalanılıyor. Galaksilerin
ortalama bir parlaklığı var, evren sürekli genişlediğinden bizim galaksimiz ve
ölçmek istediğimiz galaksi birbirlerine göre belli bir hızla hareket etmelidir.
Bu da gözlenen galaksinin ışığında "kırmızıya kayma" (red shift)
denilen bir etki ortaya çıkarır. Kırmızıya kaymanın oranı evren genişleme
sâbiti ile ilişkilendirilip, oran bu ise bizimle bu galaksi arasında bu
kadar uzaklık olmalı gibi sonuçlara varılır. Bu hesaplar uçuk ve hatâya açık
görünse dâhi şu-an daha güvenilir bir yöntemimiz de yok..
Yakın çevremizdeki yıldızların uzaklıkları ‘’Paralaks’’ adı
verilen bir yöntemle bulunabiliyor. Bu yöntem keşfedilmeden önce kimse
yıldızların ne kadar uzakta olduğunu bilmiyordu. Dünyâ’nın yörüngesi üzerinde
birbirine en uzak iki noktadan (6 ayda bir) yapılan gözlemlerde, yakındaki
yıldızlar uzak yıldızlardan oluşan fonun önünde yer değiştiriyor gibi
görünürler. Bu yer değiştirme yıldızların bize uzaklığıyla ters
orantılıdır..Yıldızın uzaklığı trigonometri hesaplamaları kullanılarak
bulunabilir. Paralaks yöntemiyle sâdece 3.000 ışık yılı uzaklığa kadar olan
yakın yıldızların uzaklıkları bulunabiliyor.
Kırmızıya kayma yönteminin düşük duyarlılığı, paralaks
yönteminin de çok sınırlı bir uzaklığa kadar sonuç vermesi, bu yöntemleri
kullanarak evrenin genişleme hızını, dolayısıyla da yaşını duyarlı biçimde
bulmamıza yetmiyor. Bu konuda
gök-bilimcilerin önemli bir silahı daha var: Sefeid değişken yıldızları.
Sefeid’lerin çok önemli bir özelliği, ışıma güçlerinin “zonklama”
periyotlarıyla ilişkili olmasıdır. Işıma güçleri arttıkça, periyotları da uzar.
Periyodu ölçülebilen bir Sefeid yıldızının parlaklığı hesaplanabilir.
Parlaklığı bilinen bir yıldızdan bize ulaşan ışıma miktârına bakılarak ne kadar
uzakta olduğu bulunabilir.
Gök-bilimci Edwin Hubble, bu ilişkiyi gök-cisimlerinin
uzaklıklarını hesaplamada kullanmaya başladı. Hubble, öncelikle Andromeda
gök-adasının içindeki Sefeidleri gözledi ve gök-adanın uzaklığını yaklaşık
olarak 1 milyon ışık-yılı olarak hesapladı. O sırada Sefeidlerin özellikleri
çok iyi bilinmediğinden bu hesap hatâlıydı. Ancak yine de o zamanlar sanıldığı
gibi, Andromeda’nın Samanyolu’nun içinde bir gökcismi olmadığı anlaşıldı”…
Evet; yukarıdaki yazılar
bilimsel gibi görünse de aslında bilim ile alâkası yok. Dikkat edilirse
tahminden/zandan başka bir şeyden bahsedilmiyor. Yapacakları başka bir şey de
yok zâten. Şimdi:
1-Parallax (üçgenleştirme)
yöntemi ile sâdece yakın yıldızların, o da “yaklaşık” uzaklıkları
hesaplanabilir. (Aslında çok da yaklaşık değildir).
2-Parlaklık ölçümü (kadir) ile yapılacak
ölçümlerde ise yanlış ölçüm kaçınılmazdır. Çünkü evrende her cisim bir
diğerinden etkilenir. Bu etkilenmede en çok itim-çekimden dolayı
ışıkları/parlaklıkları etkilenir. O yüzden bize, doğru ve gerçek parlaklıkları
ulaşamaz.
3-Sefeid yıldızları ise, bu yıldızlar, evrendeki
her cisim gibi bir değişkenliğe sâhiptir. Her-zaman aynı durumda/parlaklıkta/hızda
vs. kalmazlar. Bu yüzden de her-zaman aynı sonuçları vermezler. Hem de ışığın
da çekimden etkilenmesi söz-konusu olduğundan, bu ışık/parlaklık/kadir bize net
olarak ulaşamaz.
4-Kâinâtta her şey sürekli devinim hâlinde
olduğundan dolayı; sürekli yer değiştirdiğinden, birbirlerinin çekimlerinden
etkilendiğinden, zamâna ve entropiye karşı mecbûren dayanıksız olduklarından
dolayı her zaman farklı sonuçlar vermek zorundalar.
5-Kâinâtta hiç-bir şey biraz-önceki durduğu
yerde değil. Hattâ uzaklık arttıkça, bulunduğu zannedilen yerdeki görüntüsü
sâdece hayâli bir görüntü olur. Belki de çoktan sönüp gitmiştir. Yâni aslında
olmayan bir şeyin ölçümü yapılıyor olabilir. Olmayan bir şeyin ölçümünün kesin,
hattâ yaklaşık bir sonuç bile vermeyeceği tartışılmaz.
Binaenaleyh kâinâtta hiç-bir
şeyin (Güneş’imizin bile) uzaklığı, dolayısıyla yaşı doğru olarak hesaplanamaz.
Yapılacak tüm ölçümler, varılacak tüm sonuçlar kesinlikle doğru sonuçlar
olamaz. Fakat bu bilgiler yanlış da olsa, farklı alanlarda bize ufuklar
açabilir, yâni beyin jimnastiği ile geniş düşünmeyi öğretebilir ancak. Sâdece
böyle bir değerleri ve kıymetleri olabilir. Yoksa bilimsel olarak yanlış
sonuçlar verdiği için bilimsel bir kıymetleri yoktur.
Kâinâttaki hiç-bir şey Big-Bang Teorisi’nin
delili değildir. Big-Bang Teorisi’ne delil gibi sunulan önermeler sâdece kendi
durumlarını ispât ederler. Meselâ yıldızlar/galaksiler sâdece kendi
varlıklarını ispât ederler. Kozmik Fon Işınımı sâdece kendi varlığını ispât
eder, evreni değil.
Bir başka yanılsama da şudur:
“Uzaktaki yıldızlara, galaksilere,
kuasarlara ve süper-kümelere bakarken aslında onların yâni evrenin geçmişine
bakıyoruz, en son göreceğimiz yer Big-Bang’in ilk ânıdır” diyorlar ve bu
düşünceyi Big-Bang’e delil olarak sunuyorlar. Genişlemenin bir merkezi mi var
ki? Evrenin neresinde olursak-olalım hep geçmiş görünür. Hâlbuki bizim
“geçmiş”ini gördüğümüz yıldızların/galaksilerin bulunduğu yerden kendi
durduğumuz yere yâni Samanyolu Galaksisi’ne baksak, burayı “gelecek” olarak
görmeyiz. Yine “geçmiş” olarak görürüz yada zannederiz. Kâinâtın hiç-bir
yerinde toplu olarak çok yaşlı ve çok genç galaksiler yoktur. Bu sebeple Meselâ
10 milyar ışık-yılı uzaklıkta gördüğümüz yer oranın 10 milyar yıl önceki hâli
değildir, çünkü oraya göre biz de 10 milyar ışık-yılı uzaktayız ve geçmişteyiz.
Orası sâdece, bize 10 milyar ışık-yılı uzaklıkta bir yerdir. Bu işin sonu
yoktur, çünkü bu sâdece bir yanılsamadır. Bu yüzden kâinâtın hiç-bir yerinden
kâinâtın en “geçmiş”i görülmez. Her yer “geçmiş”tir yada her yer “gelecek” tir.
Biz en iyisi her yer “şu-andır” diyelim. Allah yaratmanın her türünü bilir ve
istediği gibi yaratır.
Big-Bang Teorisi’nin sözde delilleri,
teorinin zorlamasıyla ortaya çıkmış önermelerdir.
Müneccimler yıldızlardan bilgi alırlar ve
hayatlarını buna göre düzenlerler. Modern müneccimler olan gök-bilimciler de
yıldızlara/gök-adalara bakarak bilgiler alırlar ve bu bilgileri kesin bilgiler
olarak halka sunarlar. Yıldız/gök-bilimciler yâni modern müneccimler, sürekli
gökten/yıldızlardan bilgiler aldıklarını söylerler ama bu bilgiler kesin
bilgiler olamaz, çünkü kesin bilgi onlara kapalıdır. Kapalı olmasının nedeni,
sürekli bir döngünün olması, hâlden-hâle geçişin olmasıdır. Kesin bir yerde
durmadıkları ve kesin hızlarda olmadıkları için kesin bilgi de alamazlar.
Hâlbuki vahiy kesin bilgi kaynağıdır.
Bilim-adamları yâni çağdaş Firavun’ların
çağdaş büyücüleri, sahte bilimleriyle/yılanlarıyla halkı efsunluyor/büyülüyor
ve bu şekilde kandırıyorlar.
Kemâle doğru bir gidiş yok, kemâl içinde
bir gidiş vardır. Kâinâtın kendisinin bir hedefi yoktur. Hedef, şuurlu olan
insana hastır. Evren sürekli döner ve bu döngülerde değişimler olur. Fakat bu
değişimler niteliksel değil, niceliksel değişimlerdir. Maddî anlamda değil,
mânevi anlamda niteliksel değişimler olur. Kâinât, tamlığın kendi içindeki
devinimi olarak boyuna inkişâf eder. Bu oluşması gereken bir gâyenin tâkibi
değil, tamlığın kendi içindeki açılımıdır.
Zorunlu olan şey Herbert Spencer’in
dediği gibi “ilerleme” değil, “döngü”dür. Zorunlu bir döngü vardır ve bu
zorunlu döngü aslında nimettir. Evrim yok, tekâmül yok, aşama yoktur. Bunlar
sâdece yanılsamalardır. Sâdece döngü vardır. Döngüye bağlı olan değişimler
vardır. Bu yüzden de evrende yeni hiç-bir şey yoktur. İyiye doğru bir gidiş ve
ilerleme de yoktur. Termodinamiğin ikinci yasasına göre tüm kâinâtta zâten
böyle bir süreç vardır. Kâinât eksiksiz bir şekilde yaratılmış ve
yaşlanmaya/ölüme/bozulmaya doğru gidiyor. İnsan da böyle; zamanla
yaşlanmaya/bozulmaya doğru gidiyor. Sosyolojik alanda da böyledir. Sâdece bir
döngü vardır. Bu döngü spiral bir döngü değil, simetrik bir döngüdür. Simetrik
ama aynı yerden geçen çizgilerle olmaz bu. Mutlak anlamda aynı yerden geçen
çizgilerle tekrar eden bir döngü değildir. Mutlak anlamda aynı dönüş değildir.
Anlamsız bir döngü değildir bu. Her turda
yeni anlamlar açığa çıkar. Maddî olarak simetrik tekrarlar vardır. Fakat her
döngüde mânevi farklılıklar açığa çıkar.
İlerleme, sandığımız gibi yükselme,
gelişme değildir. İlerleme; çemberin etrafında ilerlemedir. Özel anlamda
ilerleme, modern bir düşüncedir, yanlış bir düşüncedir. Yanılsamadır.
Yine genişleme teorisine göre evrenin en
sonunda mutlak bir soğukluğa ulaşacak olması düşünülür. Fakat mutlak soğukluk
olan -273,15 dereceye yıldızlar vâr olduğu sürece ulaşılamayacaktır. (Bir-gün
gelip yıldızları oluşturan gaz-stokları azalıp biterse o zaman başka).
Deneyle ispatlanmamış bir şey bilim
olamaz. Yâni bir şeyin bilim olabilmesi için deneyle ispatlanmış olması
gerekir. Aksi hâlde o, bir düşünce, bir felsefe yada bir fikir olmaktan öteye
geçemez. Peki Big-Bang deneyle nasıl ispatlanır? İspatlanamaz! Çünkü bu deney
için, şu-anda aldığınız nefes de dâhil kâinâtın bütün materyâllerini kullanmak
gerekir. Tabî ki bu imkânsızdır.
“Deney
ile ispatlanmış” diyorlar. Sınırı belli olmayanın deneyi yapılamaz. Deneyin de
bir sınırı olduğundan dolayı evrensel bir deney yapılamaz. Ayrıca; bir deneyin
ne sonuç vereceği bilinemez. Hep aynı sonucu veren deneylerin, tekrar aynı
sonucu vereceği de kesin değildir. Deneyde zorunluluk da yoktur. Bir olay hep
aynı şekilde davranmayabilir. Deney sonucu olguları biliriz de zorunluluklarını
bilemeyiz. İşte evrensel ve zorunlu olmayan deney, bu nedenle gerçek değil, bir
yanılsamadır. Bir olaya defalarca şâhit olunca, olay başlangıcında eski görüntü
çağrışım yapar. Bu bize evrensellik ve zorunluluk imajı verir.
Yusuf Kaplan:
“Unutmayalım, imaj, gerçekten daha gerçektir ve
gerçekten daha tehlikelidir. Yalanı bir şekilde düzeltebilirsiniz ama
oluşturulan imajı asla düzeltemezsiniz” der.
Aklın temel kurallarından birisi,
doğruluğu kesin olarak ispatlanmamış bir iddiaya güvenmemektir. Akıl ve mantık
sâhibi hiçbir insan, doğruluğu şüpheli olan bir bilgiye kesin olarak güvenip
hayâtını ona dayandırmaz. Örneğin hiç kimse, ciddî bir hastalığa
yakalandığında, eline geçirdiği ilk ilacı, ne olduğunu bilmeden "belki işe
yarar" diye yutmaz. Tüm eylemler kesin doğrulara dayanmalıdır. Oysa
bilim-adamlarının yaptıkları tek şey, kendi “gerçeklerini” bize sunmak ve
“böyle inanacaksın” demektir. M. İslamoğlu:
“Allah yalın gerçeği söyler. Birileri “öyle”
dediği için o şey “öyle” olmaz” der.
“Onlar
Dünyâ hayâtının görülen kısmını bilirler…” (Rum 7).
Çünkü onlar sâdece bu Dünyâ’nın iç-yüzünü
tanırlar. M. İslamoğlu’nun da dediği gibi; “Hayâtın
iç-yüzünü görmek için, insanların kendi iç-gözlerini açmaları gerekir.” İç-gözünü açamayanlar tabî ki de “gerçek
göz”le bakmadıkları için net göremezler. Bulanık görürler. Gördükleri
bulanıklığa yorum yaparlar sâdece.
Bilim-adamlarının
bir konuyu nasıl yorumladıkları da önemlidir. Aynı konuyu farklı yorumlayarak
farklı sonuçlara varan bilim-adamları vardır. Bu nedenle modern-bilim, “yorum
bilimi” olmaktan kurtulamaz.
Evren hakkında bilinenler,
bilinemeyenlere göre binde bir bile değildir.
İnsanlar, bilim-adamlarının verdikleri
bilgilerin ve buluşların mutlak-doğru
olduğunu zannediyorlar. Oysa bakın bir bilimsel yazıda bütün dünyâca doğruluğu
istisnasız olarak kabûl edilen ünlü teorilerin doğruluk payları hangi
oranlarda:
Kuantum alan kuramı, 1011’de bir ölçüsünde doğru olan ve şimdiye kadar yapılmış olan en duyarlı fiziksel kuram olduğu söylenir. Genel rölativite ise 1014’de bir doğruluğa sâhiptir.
Caner Taslaman:
“Fizikçiler
veya biyologların, her ifâdeleri biyolojiyle ilgili değildir, fizikçiler veya
biyologlar, kimi-zaman evren veya canlılar üzerine konuşurken felsefe veya
teoloji gibi alanlara geçmekte, fakat kişileri söylediklerinden ziyâde akademik
kimlikleriyle değerlendirenler, bir-çok zaman, bu geçişi anlayamamakta ve bu
söylenenleri bilimin deneysel ve gözlemsel verileriyle karıştırmaktadırlar”
der.
Evrene bu kadar uzun bir ömür/yaş vererek
ve kâinâtı ölümsüz gibi göstererek onu ilâhlaştırıyorlar ve ilâh olarak
sunuyorlar. Çünkü hiç-bir şey bu kadar uzun yaşayamaz.
Fizik-yasaları evrensel değildir. Evrenin
her yerinde aynı şekilde işlemez. Bunun anlaşılması için olasılık hesaplarına
ve evrendeki hassas ayarların gözlemlerine de gerek yoktur.
Baâl denilen tanrı, “hava-tanrısı” olarak şöhret bulmuştur. Hz.
İlyas: “En güzel yaratanı bırakıp da
baâle mi tapıyorsunuz” derken, Allah’ı bırakıp da havaya/göklere mi
tapıyorsunuz demek istemiştir.
Ey bilim-adamları! “neden”inin bulamayacağınız şeylere boş-yere
kafa yorup hem emek hem de para harcamayın.
Kâinâtta her şey döngüseldir. Döngüsel
olmak zorundadır. Zaman, maddenin hareketinin bir sonucu olduğundan ve madde
sürekli bir döngü hâlinde olduğundan dolayı zaman bile bir döngüdür. Döngüsel
bir durumdur. Bu nedenle zaman izâfi değildir, sâbittir, algılardır izâfi olan. Kâinâtın dışında
bildiğimiz anlamda bir zaman yoktur. Bu yüzden kâinâtta bir yere doğru gitme yoktur. Belli zamanlarda
tekrarlanan döngülerin sonucundaki anlama ulaşmaktır amaç. Bilim ise sürekli
olarak bir yere gidildiğinden bahsederek olmayan bir hedefe kilitlenmiştir.
İlerleme diye bir şey yok. Nereye
ilerlenecek? Evet; sâdece “döngü” var. Bu döngünün bir sonucu olarak da: “keser
döner sap döner, bir gün gelir hesap döner”.
Bir “zen” ustası:
“Hayat bir çizgi değil, birbiri ardınca gelen
‘şimdi’lerden ibârettir” der.
Bilimsel kriterlerin kriteri nedir? Akıl
mı? Hangi akıl?
Bir şeye ne kadar derinlemesine
bakarsanız, o şey o oranda karmaşıklaşır. Bu yüzden kâinât hakkında bir
ilerleme kaydedilemez. Ancak “bildirilen” kadar. Bu aynı; “tıp”ta olduğu
gibidir. Yapılan aslında hastalığı belirleyen tıp-cihazlarının gelişmesidir.
Hastalık daha çabuk ve isâbetli tespit edilebilir. Bu tespitler süper-lüks
hasta-hâne ortamında yapılır/yapılabilir.. Lâkin iş tedâviye gelince tâbir-i
câizse şapa oturulur. Hiçbir gelişme kaydedilemediği gibi gerilemenin de önüne
geçilemez. İş, vücûdun kendisine kalmıştır. Kendi-kendini ne kadar
baskılayabilirse o oranda iyileşme olur. Aslında tıbbın geliştiği falan yoktur.
Çünkü tıb demek, tedâvi demektir. Aslında gelişen şey sâdece tıp-cihazları
teknolojisi ve hasta-hâne konforudur. Astronomide de; gelişen şey sâdece
teleskopların kalitesi; hızlandırıcıların hızlarının/kalitelerinin artması netîcesinde
farklı “sinyâl”lerin yakalanabilmesi vs. dir. Bu-arada kâinâtın muazzam esrârı
devam eder gider. Ona kimse dokunamaz. Teleskoplar ne kadar gelişirse-gelişsin;
bilimin ne kadar ilerlediği söylenirse-söylensin; kâinâtın o muhteşem büyüsü
hep aynı kalacaktır. Yeni isimler; yeni kitaplar; yeni tartışmalar vs..
Paradigmaya dayalı boş sözler ise çoğalıp gider. “İlk bakış”ın verdiği
bilgiden başkası elde edilemez.
M. Said Çekmegil:
“Bilim henüz elektriği, magnetizmayı ve yer-çekimini
açıklayamaz. Bundan sonra açıklayabileceği de meçhûl, (büyük ihtimâlle
açıklayamayacak). Bunların etkileri ölçülebilir ve önceden kestirilebilir fakat
çağdaş bilim-adamı bunların temel niteliklerini; ilk olarak M.Ö. 585’de
kehribarın elektriklenmesi üzerinde düşünen Milet’li Thales’ten daha iyi
bilemez, bilemeyecektir. Bilim, maddenin özelliğinden dolayı oluşan etkinin
gerçek nedenini yâni eşyanın hakîkatini hiçbir zaman anlayamayacak ve
gösteremeyecektir” der.
ZAN
“Onların
çoğunluğu zandan (kuruntu) başkasına uymaz. Gerçekten zan ise, haktan hiç bir
şeyi sağlayamaz. Şüphesiz Allah, onların işlemekte olduklarını bilendir” (Yunus 36).
Mehmet Keçeci bilimin târifini şu şekilde
yapar:
“Bilim, bilim-adamının bir gelinin duvağını her
açtığında farklı bir görüntü görmesidir”.
Kemâl Sayar:
“Zaman algımız ruh-hâlimize göre değişiyor,
meselâ sinirli, beklentili veya çökkün oluğumuzda zaman yavaşlar” der.
Dünyâ’ya göre belirlediğimiz ölçümler
mutlak-doğru ölçümler değildir, olamaz da. Çünkü evrenin diğer yerlerindeki
genel özellikler farklıdır. Meselâ; Jupitere göre Plüton daha soğuktur. Güneşe
göre bir nötron yıldızının kütle-çekimi daha fazladır. Suyun kaynama derecesi
bile bulunulan yere göre değişir. Yükseklerde farklıdır. Hattâ
Dünyâ’nın her yerinde üçgenin iç-açılarının toplamı aynı değildir. İzâfiyet teorisi, değişik çekim alanları
ve hızlarda zamânın ve uzayın izâfileştiğini gösteriyor. Bu yüzden yapılacak
ölçümler mutlak-doğru olamaz.
Kâinatın tümünün doğru bir incelemesi
için onun bir karşıtı olması gerekir. O karşı-kâinata göre kıyaslayarak bu
kâinatı anlamamız lâzım ki doğru sonuca varabilelim. Hegel:
“Her-hangi bir şey anlaşılır hâle gelmek için kendi
karşıtından geçmek zorundadır. Her-şey başka bir şeye nispetle tanımlanabilir.
Her-hangi bir şeyin anlaşılır olabilmesi için bu şeyin karşıtı olan şey de
düşünülmelidir. “Her bir yasa ancak diğerleriyle ilişkili olarak ve bir bütün
içinde ele alındığında anlam kazanacaktır” der.
Caner Taslaman:
Sürekli deniz seviyesinde hayatını yaşamış ve bu seviyede
suyun kaynaması ile ilgili deneyler yapmış olan bir kişi, yüksek bir yere
çıkınca suyun kaynama derecesinin değişebileceğini tahmin edemediğinden, kendi
deniz seviyesinde bulduğu yasaları, evrensel tüm yasaların karşılığı zanneder
ve bir gün dağ-başına çıktığında suyun kaynama derecesinin değiştiğini
gözlemler, fakat doğa yasalarını kendi bildiği deniz seviyesine âit yasalardan
ibâret sanan kişi, bu yasaların ihlâl edildiğini sanır. Tanrısal yasalara nüfûz
edemeyen kimi kişiler de, kendi bildikleri yasaların (kısmi-doğa yasalarının),
evrensel tüm yasalara karşılık geldiğini zannedebilirler.
İzâfiyet teorisine göre evrendeki zamânı
gösterebilecek “evrensel bir saat” olamaz. Çünkü kesin bir zaman yoktur.
İzâfiyet teorisi; zamânın, yer-çekimine ve hıza bağlı olarak değiştiğini; yâni
zamânın mutlak olmadığını ve evrenin içindeki değişkenlere bağımlı olduğunu
göstermiştir.
Bu durumda bilimin verileri de izâfidir.
Sâdece “birilerine” göre doğrudur.
Kâinatın yaşı mutlak-kesin olarak
belirlenemez. Bilim-adamlarının belirledikleri 13.7 Milyar yıllık bir yaş
dünyaya-göre belirlenmiş bir süredir. Meselâ; Dünyadaki ölçüm sonuçlarıyla
güneşteki ölçüm sonuçları farklı çıkar. Eğer bir nötron yıldızında olsaydık
evrenin yaşını farklı hesaplayacaktık. Büyük kütlelere sâhip cisimlerin
yakınında da (örneğin güneş) zaman daha yavaş akar. Demek ki evrenin yaşı
göreceli bir kavramdır. Mutlak bir yaş belirleyemeyiz. Çünkü bunun için “kesin
yasalar” yoktur.
Hâkî Demir:
“Her deney mikro bir uzay oluşturmaktır. Mikro uzay, gerçek
kâinatın eş-değeri veya bizzat kendisi olmayacaktır hiçbir zaman. Kâinatı
kuşatabilecek tasavvur güçlüğü (imkânsızlığı demek gerekir belki de)
mikro-kâinat tasavvurunu, kâinatın “bölge özelliklerine” mahkûm edecektir. Buna
rağmen her kâinat tasavvurunda veya teoride bir-çok bilginin doğrulanabilir
olmasının sebebi kâinatın o bölgesinde (parçasında) gerçekleşebiliyor
olmasındandır. Tüm kâinatta geçerli olduğunu bilme imkânına iki sebeple sâhip
olamıyoruz. Birincisi tüm kâinatta test etme imkânımız yoktur, ikincisi zâten
tasavvurumuzu parça tasavvur olarak ele almayıp tüm kâinat tasavvuru şeklinde
inandığımız için kâinatın başka yerlerinde test etme ihtiyacı duymuyoruz” der.
Zaman, yer-çekiminden etkilenir. O yüzden
farklı çekim-kuvveti olan yerlerde farklı zaman-algıları olur. Aslında
etkilenen zaman değildir, çünkü o soyut bir şeydir. Burada asıl etkilenen,
zamanı ölçen araçlar ve onu algılayanlardır. Meselâ gözlem-aracından giden ya
da gelen ışığın, çekimin etkisiyle büküleceğinden oluşan bir etkilenmedir bu.
Gözlemin yapıldığı yerde çekim ne kadar kuvvetli/az ise bükülme de o oranda
fazla/az olur.
İzafiyet teorisine göre herkese/her-yere
göre farklı bir zaman-algısı vardır. Önemli olan bağımsız gözlemcinin
zaman-algısıdır. Sâdece vahiy ile kayıtlanmış gözlemcinin zaman-algısı. Yoksa
binlerce sayı/ideoloji/kavram/teknoloji vs. ile kayıtlanmış gözlemci değil.
Dünya'nın şeklinden
dolayı yer-çekimi Ekvator'da az, kutuplarda fazladır. Yeryüzündeki her enlemde bile yer-çekimi
farklıyken, evrensel yasalardan söz edemeyiz.
Her-an yeni bir noktadan bakarız
aslında kâinata, her-an farklı bir yerden.. Her-an farklı yerden bakılan kâinat
neden hep aynı sonuçları versin ki?
Bilim, gelişmesi sürekli değişime bağlı
olan bir yöntemdir.
Belirlenen bu uzun zaman-süreci sâdece
Big-Bang Teorisi için geçerli değildir. O evrenin genel materyâli için de
geçerlidir. Zamanla kâinattaki galaksiler ve yıldızların sayısı 1 milyon, 10
milyon, 1 milyar, 10 milyar, 100 milyar, 200 milyar ve en sonunda 400
milyarlara kadar gelmiştir. Edwin Hubble, evrendeki galaksilerin sayısını 100
milyon olarak vermişti. “İbn-i teleskop”lar teleskopu adım-adım tâkip
etmişlerdir çünkü. Bu rakamların nereye kadar gideceği de belli değildir. Güçlü
teleskop ve tarayıcıların gelişmesiyle de bu sayı zamanla artacaktır. Çünkü
sınırı bilinmeyen bir alan için söylenecek bütün sözler ve rakamlar
mutlak-doğru olamaz. Bakın değişmez bir kanundur; “niteliği bilinmeyen şey
hakkında sonsuza kadar nicelik üretilir”. Târif etmek istediğiniz şeyin
niteliğini bilmiyorsanız, sonsuza kadar nicelikler üretmek zorunda kalırsınız.
Bu değişmez bir formül ve kuraldır.
Sonuçta da; “o göz (uyumsuzluk
bulmaktan) umudunu kesmiş bir hâlde bitkin olarak sana dönecektir” âyeti
tecelli eder.
Fatma Barbarosoğlu:
“Îcat
edilen her görme-tekniği ile birlikte hakîkatin peçesi bir kat daha kalınlaşır,
her îcat kâlp-gözünü daha kesin biçimde devre-dışında bırakmaya meyillidir”
der.
Aliya İzzetbegoviç:
“Nitelik hakkında hiç bir ilim ve hiç bir görüş mümkün
değildir. Tabiat ancak bir fâile, insana nispetle güzel veya korkunç, maksada
uygun veya karma-karışık, mânâlı veya mânâsız, yâni nitelikli olabilir. Yoksa,
objektif olarak bakıldığında böyle vasıfları yoktur; tabiat tamâmen homojen ve
"lâkayt"tır” der.
Michael Rivero:
“Eskiler Dünyâ’nın evrenin merkezi olduğuna inandılar. Biz
ise şu-anda hoşumuza gitmeyerek Dünyâ’nın Güneş etrafında döndüğünü ve Güneş’in
de Samanyolu’nun merkezinden çok uzakta bir yerde olduğunu kâbul etsek de,
Dünyâ’nın her şeyin merkezinde olduğu fikri Big-Bang teorisinin temel kabulleri
arasındadır. Big-Bang'ciler gözleyebildiğimiz en uzak nesnelere bakarlar
(şu-anda 13 milyar ışık yılı) ve buradan da evrenin yaşını hesaplarlar (şu-anda
14 milyar yıl).
Fakat bu, ancak Dünyâyı gözlenebilir evrenin
merkezinde kabûl ederseniz işe yarayan bir yöntem olur. Teknolojik
limitlerimizin uçlarında nesneler gördüğümüz ve bunları her-yönde gördüğümüz
doğrudur. Evrenin belli bir sonunu görmüyoruz. Mantıksal olarak, bizim mevcut
olan çok geniş bir evrenin sâdece küçük bir bölümünü görüyor olmamız olasılığı,
Big-Bang'in merkezinde bulunuyor olmamız olasılığından çok daha fazladır. Ve
eğer orijinal tekilliğin yakınlarındaki şanslı bir noktadan evrene bakmakta
olduğumuz kabûlünü terk edersek, o zaman evrenin ne büyüklükte olduğunu
bilmemize olanak kalmaz ve yaşını tespit etmek için kullandığımız matematik
tamâmen çöker. Gerçekten de bir toplu iğnenin ucundaki meleklerin sayısını
hesaplamaya çalışıyoruz hâlâ” der.
Bilim-târihine bakınca tüm teorilerin
zamanla tamâmen değiştiğini görürüz. Meselâ yüzyıllar boyunca bilim-adamları
tüm gezegenlerin arzın çevresinde dolaştığına inanıyordu. Bu, Ptolemy'nin
yer-merkezli evren kuramıydı. Sonra Kopernik'in Güneş-merkezli sistemi ortaya
çıktı. Bu sistemin doğru, Ptolemy sisteminin ise yanlış olduğunu kabûl etmek
kolay olmadı. Bilim-dünyâsını, gezegenlerin Güneş çevresinde döndüğüne
inandırmak ancak Kopernik, Galileo ve onları izleyen bâzı bilim-adamlarının
çetin uğraş ve kavgalarıyla olanak kazanmıştır.
Newtoncu yaklaşımda, kozmolojinin bittiği
zannedilmişti. Şimdi de Big-Bang’ci yaklaşımla bu yapılmaya çalışılıyor.
Kıyâmet kopmadan hiçbir şey bitmez.
Pozitif-bilim anlayışı bilim-târihini
kendi açısından yeniden yazdırmaktadır. Bilimsel faaliyeti, “aynı zihniyetle
yapılan” sürekli bir faaliyet, sürekli bir ilerleme olarak ortaya koyarlar.
Târihte bir-çok şeyler değiştiği gibi, bilimsel doğrular da değişmiş, bilimsel
devrimler olmuştur. Târihte bilimin sürekli bir ilerlemesi yok; kesintiler,
kopmalar, dönüşümler, birbiriyle çatışan bilim-görüşleri vardır.
Bulunduğumuz çağı süper-çağ olarak göstermeye
çalışıyorlar. Böylece bulunulan çağın her ürettiğini tüketen bir toplum
oluşturmak istiyorlar. Foucault’ya göre, yaşadığımız zaman, târihte eşsiz yada
temel bir nokta değildir.
Bilimin özünde tartışılabilirlik ve
yanlışlanabilirlik özelliği vardır. Yâni bilim, mutlaktan bahsedemez, ancak
varsayımlardan bahsedebilir.
“..İçlerinden
biri arkadaşlarına "burada ne kadar kaldınız?" dedi. Arkadaşları
"bir-gün yada daha az bir süre kaldık" dediler. Arkasından dediler
ki; "Ne zamandan beri burada olduğumuzu Allah hepinizden iyi bilir…” (Kehf 19).
Seyyid Kutub bu âyeti yorumlarken…
“Gençler uyanıyorlar, ama uykuya daldıklarından bu-yana
mağarada ne kadar kaldıklarını bilmiyorlar. Uyandıktan sonra gözlerini
ovarlarken içlerinden biri diğerlerine dönüyor ve uzun bir uykudan sonra uyanan
biri gibi "burada ne kadar kaldınız?" diye soruyor. Bu soruyu
sorarken uzun bir uykunun etkisini hissettiği kesindir. Arkadaşları “bir gün
yada daha az bir süre kaldık” dediler" diyor.
Biz de bu âyeti günümüze
uyarlamak isteyerek diyoruz ki:
İşte! şimdi de bâzı “uyuyanlar”,
kâinât’ın 13.7 milyar yıldır burada olduğunu zannediyorlar. Hâlbuki âyetin de
dediği gibi; “ne kadar kaldığımızı Allah hepinizden iyi bilir”. İşte böyle;
yapılması gereken şey, Ashab-ı Kehf’ in yaptığı gibi gereksiz tartışmaları
bırakıp, Allah’a dayanmaktır. Allah’a dayanmak ise, Kur’ân’a dayanmaktır ve
Allah’ın bildirdiği kadarıyla yetinmektir. Çünkü Allah göklerin ve yerin bütün
sırrını bilendir. Aksi hâlde, karanlığa taş atmış oluruz. Taş ata-ata da
taşlaşırız.
Lâboratuar sonuçlarını gerçek sonuçlar
olarak lânse ediyorlar. Hâlbuki ölçümler evrenin her değişik noktasında değişik
sonuçlar verir. Meselâ “İkizler Paradoksu”nda diyorlar ki:
“20 yaşınd ikiz-kardeş düşünün. Bunlardan biri
komşu yıldızlardan birine bir uzay-yolculuğu yapacak olan bir astronot olsun.
Diğeri de Dünyâ’da kalsın.
Yolculuğun 20 yıl gidiş, 20 yıl da dönüş olmak üzere toplam
40 yıl sürdüğünü varsayalım. Hesâbın kolay olması açısından, roketin de
ışık-hızının %87’si kadar bir hızla yol aldığını düşünelim. Sorumuz şu: Tekrar
buluştuklarında hangi kardeş daha yaşlı olacaktır? Hesâbımızı Dünyâ’daki ve
roketteki kardeşlere göre yaptığımızda farklı cevaplar buluruz.
Önce hesâbı Dünyâ’daki kardeşe göre yapalım. Dünyâ’daki
kardeş, yolculuğun başında 20 yaşındaydı. Yolculuk 40 yıl sürdüğüne göre,
tekrar buluştuklarında kendisi 60 yaşında olur.
Astronot kardeş de başlangıçta 20 yaşındaydı. Dünyâ’ya göre
40 yıl yolculuk etti ama roketteki saatler iki kat daha yavaş işlediği için bu
süreç boyunca sâdece 20 yıl yaşlandı. Dolayısıyla, buluşma-ânında astronot 40
yaşında.
Özetle, Dünyâ’daki kardeşe göre yolculuk
bittiğinde kendisi 60 yaşında, astronot kardeşi de 40 yaşında olmalı. Yâni,
astronot daha genç kalır”.
Sürekli deneyden ve deneyin öneminden
bahseden bilim-adamları, üstte anlattıkları kurguyu asla denememişlerdir ve
zâten hiç-bir zaman da deneyemezler. Yaptıkları, “oturdukları yerden”
yaptıkları bir kurgudur sâdece. Zâten tüm söylediklerinin %90’ı kurgulardan
ibârettir. Pratiğe yansıması mümkün olmayan kurgulardır.
Kâinâtın değişik
yerlerinde değişik algılar olur. Hattâ bu durum Dünyâ’da bile hissedilebilir.
Meselâ ikizlerden biri deniz seviyesinde kalırken, diğeri yaşamak üzere bir
dağın tepesine gönderilse, dağın tepesinde yaşayan, deniz seviyesinde kalan
ikizinden daha hızlı yaşlanacaktır. Yâni bir daha karşılaştıklarında ikizlerden
biri daha yaşlı olacaktır. Fakat bu durum “görece öyle olan” bir durumdur.
Görelilik kuramında mutlak-zaman yoktur; bunun yerine her bireyin bulunduğu
yere ve hareket edişine bağlı kişisel zaman-ölçüleri vardır.
Bilgi ayrı, hakikât ayrı bir şeydir. Her
bilgi, hakikâte açılmaz.
Doğruluğu kesin olan bilgi, Allah'tan gelen bilgi, yâni vahiydir. İnsan,
hayâtını doğruluğu kesin olan bir bilgiye dayandırmak istiyorsa, Allah'tan
gelen bilgiyi, yâni Kur’ân'ı yol gösterici olarak kabûl etmek zorundadır. Buna
karşılık, insanlar tarafından üretilmiş her-hangi bir kıstas (bir ideoloji, felsefe, sistem, düşünme
yöntemi vb.), insanı kesin bilgiye götüremez. Çünkü insanların ilâhi
kaynaklara dayanmadan ürettikleri bu tür düşünceler sonuçta birer “zan”dır.
Oysa âyetteki, "Onlar, yalnızca zanna uymaktadırlar. Oysa gerçekte zan,
haktan yana hiçbir yarar sağlamaz" (Necm Suresi, 28) hükmüne göre
zan, insanı doğruya ulaştırmaz. Bilim-adamları da “zan” dan yola çıktıkları
için yanlış sonuçlara varıyorlar.
Çocuklar geceleyin ışıklar sönünce
karanlıkta gördükleri nesneleri zihinlerinde değişik sûretlere sokarlar. Çok
basit olan nesneleri “ışık”sızlıktan ve gecenin/karanlığın esrarının katmış
olduğu korkudan dolayı başkalaştırırlar. Olduğundan farklı görürler. Bu durumdan
kurtulmaları için birinin ışıkları yakması gerekir. Işıklar yanınca da her
şeyin gerçek yüzü açığa çıkar. İşte aynen bunun gibi; zulmet karanlığında,
câhiliyet karanlığında olan bâzıları da “nur”suzluktan ve“ışık”sızlıktan dolayı
gördüklerini gerçek zannediyorlar. Karanlıkta gördükleri/göremedikleri şeylerin
gerçekte de “tam göremediklerinin” aynısı olduğuna inanıyorlar. Hattâ bunu
bütün Dünyâ’ya da “tam göremedikleri” gibi aktarıyorlar. Işıkları yakacak biri
olmadığı için bu yanlış görüş ve inanış sürüp gidiyor. Bu durumdan kurtulmanın
tek-yolu ise birinin ışıkları yakması ve ortalığı aydınlatmasıdır. O zaman
görülecek ki, “karanlık”tan ve pustan dolayı tam göremedikleri her şey
zannettikleri gibi değilmiş. Peki; bu yanlış boyunca verilen emeklere, boşa geçen
zamâna, harcanan paralara -ki nice yetimin, yoksulun hakkı vardır o paralarda-
yazık değil mi? Bu boş işlerden yolunu bulanlar acaba kaç kişinin “yolunu”
kaybetmesine sebep oldu? Kaç kişi (…) yerine kondu? Gerçekten çok yazık..
Bilim-adamları boşuna uğraşmasın; çünkü
öne sürdükleri teori ispatlanacak bir teori değildir. İstedikleri kadar
“herkesçe kabûl edilen teori” gibi laflar etsinler. Söyler misiniz; Acaba bu
teoriyi hiç sorguladınız mı? Hiç şüphelendiniz mi bu teoriden? Hazırcılık yapıp
kafa-konforunuzu bozmak zor mu geliyor? Yoksa kabûl etmekten sorgulamaya vakit
bulamadınız mı? Stephen Jay Gould:
“En yanlış hikâyeler genelde, en iyi bildiğimizi
sandıklarımızdır; çünkü onları ne inceleriz ne de sorgularız” der.
Ey bilim-adamları! bağnazlıkla suçladıklarınızın
yaptıklarının aynısını kendinizin de yaptığınızın farkında mısınız?
Fizik-yasalarının işlemesinin imkânsız olduğu bir ortamı, bilinen fizik
kurallarıyla nasıl açıklayacaksınız? Parçalarla bütünü açıklayamazsınız, bütünü,
parçalarını analiz etmek sûretiyle anlayamazsınız. Çünkü imkânsızdır. Ve yine
ey bilim-adamları; taptıklarınız boş isimlerden başka bir şey değildir. Bir
şeye bir kere de “bilmiyoruz” deyin be birâder ya. Neymişiniz siz be!
“Allah'tan başka ilâhlar (yol
göstericiler, yardımcılar) edinenlerin tümü zanna uyanlardır”. Allah Kur’ân'da
bu kişiler hakkında şöyle buyurmaktadır:
“Bu (putlar ise) sizin ve
atalarınızın (kendi istek ve ön-görünüze göre) isimlendirdiğiniz (keyfi)
isimlerden başkası değildir. Allah, onlarla ilgili hiçbir delil indirmemiştir.
Onlar, yalnızca zanna ve nefislerinin (alçak) hevâ (istek ve tutku) olarak arzu
ettiklerine uyuyorlar. Oysa andolsun, onlara Rablerinden yol gösterici
gelmiştir” (Necm 23).
“Haberiniz olsun; şüphesiz göklerde kim var,
yerde kim var tümü Allah'ındır. Allah'tan başkasına tapanlar bile, şirk
koştukları varlıklara ve güçlere (gerçekte) uymazlar. Onlar yalnızca bir zanna
uyarlar ve onlar ancak "zan ve tahminde bulunarak yalan
söylemektedirler" (Yunus
66).
“Yer-yüzünde olanların çoğunluğuna uyacak
olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar
ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler" (Enam
116).
“Onların çoğunluğu zandan başkasına uymaz.
Gerçekten zan ise, haktan hiçbir şeyi sağlayamaz. Şüphesiz Allah, onların
işlemekte olduklarını bilendir” (Yunus
36).
Büyük âlim Mevdûdi “zan” konusunda
şunları söylemiştir.
Sahte din-koyucular, filozoflar, kânun yapıcılar görüşlerini
ilim üzerine değil, yalnızca tahmin ve zan üzerine dayandırırlar. Aynı şekilde bilim-adamlarının
ve liderlerin peşinden gidenler de onların büyük insanlar olduklarını ve bu
yüzden doğru söylediklerini varsayarlar. Zîra ataları ve cümle ahâli onları
izlemiştir, zanlarının nedeni budur.
“Hayır, onlar ilmini
kuşatamadıkları ve kendilerine de henüz yorumu gelmemiş bir şeyi yalanladılar.
Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Zulme sapanların nasıl bir sonuca
uğradıklarına bir bak” (Yunus
39).
Kur’ân bir-kaç kelimeyle şunu bildirmiştir ki, vahyedilmiş
olanın dışındaki tüm dinler (ideolojiler, kıstaslar) bâtıldır. Çünkü kâinâtın
menşei, mebdei, (kökü, kaynağı) sebebinin yalnızca felsefî akılla araştırılması
üzerine temellenmektedirler. Felsefî araştırma ise, zann üzerine temellenir ve
tabiatı gereği Hakîkat'a ulaşmaya güç yetiremez. Hakîkate ulaşmanın doğru yolu
Resûllerin getirdiği vahyin anlaşılmasından geçer. Hakîkatı keşfetmenin tek
yolu budur. Aksi takdirde, yanlış yollar izleyen kimse dâima yanlış
sonuçlara ulaşacaktır.
Müşrikler, araştırmalarını bütünüyle ve yalnızca
hurâfe üzerinde temellendirirler.
Münzevî ve zâhidler de, bilgiye, müşâhede ve tefekkürle
ulaşacaklarını ve gerçeği sırları aralamak sûretiyle görebileceklerini iddia
ederler. Fakat aslında gerçeği göremezler, gördükleri sâdece muhayyilelerinin
bir mârifetidir (oyunudur). Onlar zihnî bir hayâli tasavvur edip, sonra onun
üzerinde zihinlerini yoğunlaştırırlar ve böylece bu tasavvur
"gerçek"in sûreti olur.
Filozof denen kimseler ise, araştırmalarını akılcılık
(rasyonalizm) üzerine temellendirdiklerini ileri sürerler fakat gerçekte her ne
kadar "mantıki" deliller ve "yeter" sebeplerle
destekleseler bile dayandıkları yalnızca zan ve şüphedir.
Şu hâlde bu gruplar hiç değişiklik arzetmeden ön-yargılarına
dayanıyorlar ve kendilerinden farklı bakış-açılarına sâhip kimseleri anlamaya
yanaşmıyorlar. Bu yüzden de kendi teorilerine bağlanıp kalıyorlar.
Kur’ân, bilginin bu türlü araştırılmasının temelde yanlış olduğunu
anlatmak istemektedir... "Sizin sapmanızın gerçek sebebi,
araştırmalarınızı zan ve şüphe üzerine dayandırmanızdır. Ve bu türlü
ön-yargılarınız yüzünden en mâkûl şeylere bile kulak vermek istemiyorsunuz.
Sonuçta yalnızca hakîkata ulaşamamakla kalmıyor, aynı-zamanda nebiler
tarafından bildirilmiş semâvi dinleri doğru değerlendiremiyorsunuz.
Yukarıdaki araştırma yollarının aksine, Kur’ân kendi yolunu
bildirir ve hakîkata ulaşmanın yegâne sahih, aklî ve ilmî yolunun o yol
olduğunu ileri sürer. Hakîkatı araştırmanın yolu şudur... "Araştırmaya
başlamadan önce daha evvel edindiğiniz ön-yargılarınızdan vaz-geçmeli ve hakîkat
hakkındaki haberlerinin zan, şüphe, düşünce, müşâhede ve soyut çıkarımlar
üzerine değil, doğrudan-doğruya "vahy" üzerine temellendiğini ileri
süren kimselerin mesajına kulak vermelisiniz. Sonra Kur’ân'ın dikkate çağırdığı
kâinât âyetleri üzerinde derin-derin düşünmelisiniz. Eğer bu âyetler, nebilerin
ifşâ ettiklerini söyledikleri Hakîkat'a delâlet ediyorsa, o zaman onların
öğrettiği hakîkatı reddetmeniz için hiçbir mâzeretiniz kalmıyor demektir. İslâm
felsefesinin temeli budur. Ne yazık ki müslüman filozoflar bile bu yolu
izlememiş, Eflatun ve Aristo'yu izlemişlerdir.
Kur’ân bu yöntemi bir-çok yerde zikreder ve birer hakîkat delîli
olarak bir-çok tezâhürü tekrar-tekrar gözler önüne serer. Böylece insanlara
hakîkati idrak etme yolunda doğru sonuçlara nasıl ulaşacağını öğretir. Nitekim,
Yunus 67. âyette gece ve gündüz birer âyet olarak zikredilmekte ve insanlar bu
âyetler üzerinde derin-derin düşünmeye çağrılmaktadır. Gece ve gündüzün
dönüşümleri olağan-üstü birer âyettir ve Musavvir olan, her-şeye kadir bulunan
Allah'a delâlet etmektedir. Zîra bu dönüşüm arzın matematiksel bir kesinlikle
kendi ekseni ve Güneş etrafında dönmesi ile oluşur. Bu ard-arda geliş, Musavvir
olan Allah'ın yüce hikmetine mebnîdir ve arkasında büyük bir gâye yatmaktadır.
Nitekim bu dönüşümün arz üzerinde bulunan tüm varlıklara sayısız faydalar
sağladığı ortadadır. Bu aynı-zamanda Yaratıcının arz üzerindeki nîmetine işâret
eder ve sonuç olarak yaratıkları için ne mükemmel düzenlemelerde bulunduğunu
gösterir. Dahası, bu dönüşüm evrensel Musavvir'in tek olduğunu, oyun
oynamadığını, aksine âlemi bir gâye ve hikmete göre yarattığına delâlet eder.
Ayrıca şu büyük hakîkat'e delâlet eder ki, tapınılmaya en layık olan, Veli ve
Rabb olarak Allah'tır, başkası değil. Zîra, O'nun dışında olan her varlık gece
ile gündüzün ard-arda gelişiyle ihtiyaçlarını giderir. Bu ihtiyaçları başka hiç
kimse gideremez, bu yüzden bu muhtaç varlıklardan hiçbiri Rabb ve Veli olamaz.
Bu âyetlerin ışığında, yalnızca şüphe ve zan üzerinde temellenen diğer
dinlerin, böyle apaçık âyetlere dayanan semâvi dinle karşılaştırıldıklarında
hakîki din oldukları nasıl düşünülebilir?.
“Hakkında bilgin olmayan
şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kâlp, bunların hepsi ondan sorumludur” (İsrâ 36).
Heveslerinin peşine takılanlar ancak
heveslerinin isteklerine göre üretim yaparlar. Hakka göre değil de heveslere
göre yapılan üretim yarardan çok zarar getirir. Çünkü heveslerine uyanların
ürettikleri “zan” dan başka bir şey değildir. Zanna dayanmak ise beşeri
dinlerin değişmeyen özelliğidir. Bakın Mustafa İslamoğlu bu konuda ne diyor:
“İpini hevâ, heves ve fobilerin eline vermiş bir akıl
bilgiye değil zanna uyar ve zan üretir, kuşkuya düşer ve kuşku üretir,
cehâletten yola çıkar ve cehâlet üretir. Böylesine hevâsına esir olmuş bir
aklın sâhibi, elde ettiği doğru bilgileri de yanlış tarafa yatırır. Sonuçları
açısından onun iyi çalışması, bir canavarın zeki kılınmasından farksızdır. Kur’ân,
işte tam da bu gerçeği ifâde eder şu âyette:
"Kendi
hevâsını (arzu ve tutkularını) tanrı edinen kimseyi bir düşünsene!" (Câsiye 23).
İç-güdü, tutku, hevâ ve hevesin eline geçmiş bir akıl için
artık hürriyetten söz edilemez. Aksine o akıl ayartıcı güdülerin âzât olmaz
esiri hâline gelmiştir. O aklın sâhibi özgür düşünemez. Düşüncesinin sınırları,
tutkularının, kişisel çıkarlarının, arzularının sınırlarıdır. Aklı bunlar
yönlendirdiği zaman, akıl hakîkati değil yalanı, hakkı değil bâtılı, yakîni
değil zannı, itminanı değil kuşkuyu, mârifeti değil vehmi arar ve üretir. Böyle
bir akıl elbette "sâlih amel" değil, "fâsık amel" ya da en
azından "fâsit amel" üretecektir.
“Kahrolsun, o zan ve
tahminle yalan söyleyenler” (Zâriyat
10).
Mevdûdi, bu âyeti yorumlarken şu ifâdeleri
kullanmıştır…
Bu sözlerde
Kur’ân-ı Kerim çok önemli bir gerçek üzerinde insanı uyarıyor. Tahmin ve
benzetmelere dayanarak kanaat kurmak, dünyâ-hayâtının basit bir-takım
meselelerinde bir dereceye kadar geçerli olabilir. Her ne kadar ilim yerine
geçmese, ilmi yolla ispatlanmasa bile.
Bütün hayâtımız boyunca
yaptığımız işlerden dolayı, birine karşı sorumlu ve hesap vermek durumunda
mıyız değil miyiz; hesap vermek durumunda isek kimin karşısında, ne zaman ve ne
cevap verme durumunda olacağız ve bu cevap vermede başarı ve başarısızlıkların
sonuçları ne olacaktır? Bütün bunlar, insanın sâdece kendi tahmin ve kanaatine
dayanarak bir akîde kurması, sonra da bu çürük ipliğe bütün hayat sermâyesini
sermesi doğru olmaz. Çünkü bu kanaat yanlış çıkarsa bunun mânâsı;
"Kendi-kendini tamâmen mahvetmek olur" demektir. Buna ilâveten bu
mesele baştan-başa kişinin kendileri hakkında sâdece kanaat ve tahminlerle
sağlam bir görüş kurabileceği konulardan değildir. Kanaat, insanın duyular
dâiresi içinde olan konularda geçerlidir. Bu konu ise, hiçbir yönü ile duyular
dâiresi içine girmemektedir. Bu sebeple bu konu hakkında sağlam bir tahminde
bulunulması mümkün değildir. İnsanın his ve idrâk gücünün ötesindeki konularda
sağlam bir kanaat elde edebilmesinin nasıl olacağına gelince, bunun cevâbı Kur’ân-ı
Kerim'de yer-yer verilmiştir. Ve bundan da insanın kendi başına doğrudan-doğruya
hakîkate ulaşamayacağı cevabı ortaya çıkmaktadır. Gerçek ve şaşmaz bilgiyi
Allah Teala kendi peygamberi vasıtası ile vermektedir. Bu bilginin sağlamlığı
hakkında insan kendini şu yolla tatmin edebilir; yer ve gökte, hattâ bizzat
kendi nefsinde var-olan sayısız alâmetlere bir göz atıp bakması ve sonra
benzeri olmayan bir tarzda yaratılanları, peygamberin haber verdiği hakîkatleri
acaba ispât eden işâretler mi, diye düşünmesi veya diğer insanların ortaya
attığı çeşitli görüşleri destekleyen deliller midir diye incelemesi gerekir.
İşte bu; Allah ve âhiret hakkında Kur’ân-ı Kerim'in bildirdiği ilmî araştırma
yoludur. Bu yoldan saparak kendi kanaat ve tahmînine göre hareket eden herkes
kaybetmiştir...
“Allah
bu konuda güçlü bir delil indirmiş değildir” (Yusuf 40).
“Getiriniz
delilinizi” (Bakara 111).
“Getirin
belgenizi” (Saffat 157)
vb. ifâdeler sürekli bir delil ister, zan’la hareket etmeyi tenkit eder.
“Çoğunluğun kabûl ettiği”.. diyorlar. Ne
yâni.. kabûl etmeyenler de mi var? Bu nasıl olur? Çoğunluk kabûl edince o şey
doğru mu oluyor? Allah Kur’ân’da: “Yer-yüzünde
olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan
şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle
yalan söylerler” (En-âm 116) der.
“Kabûl edenler-etmeyenler” diye bilim mi olur? Parmak sayısına göre bilim
olmaz.
Zâten bir şeyin herkes tarafından kabûl
edilmesi o şeyi sorunlu hâle getirir.
Bunların bize bilim adına
dayattığı şeyler, Ali Şeriati’nin dediği gibi, "dünyâ-bilimi" değil,
"dünyâ-görüşü"dür. 20. yüzyılın
laik-seküler-kapitâlist-neo-liberâlist dünyâ-görüşü. Sapık dünyâ-görüşlerini
bize dünyâ-bilimi olarak sunuyorlar.
Abel
Rey:
"Bilim
insanların faraziyelerinden dini özelliğin atılmasıyla başlar" der.
Bir teorinin doğru olması için o teorinin
bir-çok kimse tarafından bağımsız bir şekilde düşünülüp târif edilmiş olması
gerekir. Yoksa bir kişinin yada bir-kaç kişinin bulduğu bir teoriyi bütün
Dünyâ’ya pazarlamasının ve dayatmasının sonucunda oluşan bir teorinin doğruluğu
tartışılabilir.
Aynı adres değişik şekillerde târif
edilebilir. Popüler târif en iyi târif olmayabilir. Târif edenin başka amaçları
olabilir. Fakat bir adrese çok farklı yerlerden gitmek de mümkündür. Birileri,
bilim-adamlarına târif etmelerini istedikleri yolu dayatıyorlar. Bir süre sonra
o târif benimseniyor ve o târiften başka târif yapanlar herkes tarafından alaya
alınmaya ve yobaz olarak görülmeye başlıyor. Dayatılmış târiflere mecbur
değiliz.
Kitle psikolojisi ile hareket edenler
ancak zannın peşine düşerler.
Big-Bang Teorisi’nin başlangıçta
gözlemsel delillere dayanmadan teorik temelde ortaya konduğunu görüyoruz.
Evrenin genişlediği teorisi de ilk olarak gözlemlerle değil, matematiksel
formüllere dayanarak teorik temelde ortaya konmuştu. Bu kâinât öyle bir yerdir
ki, neyi gözlemlemek istiyorsanız onu görürsünüz. Fakat gözlemi hangi zihne
göre yaptığınız önemlidir. Vahyin inşâ ettiği zihin/akılla gözlemlenmeyen
kâinâtta gözlemlenenler zannetmelerdir.
KOMPLEKS
Müslüman meâlciler-tefsirciler ve
bilginler, Batı’nın târih, ahlâk, edebiyat, müzik vs. anlayışlarını bir-çok
eleştiriye tâbi tutmalarına rağmen, bilimin verilerini hiç sorgulamadan
hemencecik kabûl edebiliyorlar. Hâlbuki bilimin ürünleri toplumun hayâtında
daha fazla (olumsuz anlamda) görünür olduğu için bilime daha fazla eleştiri
getirmeleri gerekiyor. Bilime yapmadıkları eleştiriler, diğer anlayışlara
yaptıkları eleştirileri bloke ediyor. Sonuçta da Batı’ya karşı bir
eleştirisizlik ortaya çıkıyor.
Kürşat Atalar:
“Modern dönemde müslüman dünyâsının Batılı
kavramlardan etkilendiği husûsu tartışılırken, Müslüman düşüncesinin çağdaş
dönemde 'yarı-geçirgen' kavramlar bulmakta zorlandığı yönünde bir çıkarımda
bulunulur ki, bunun önemi şudur: yarı-geçirgenlik aslında yabancı bir düşünce
yahut dünyâ-görüşü ile karşılaşan kültürün 'intibak gücü'nü gösteren bir
şeydir. Eğer bir düşünce güçlü ise, yabancı kültürü kolaylıkla özümsemeyi
başarır; fakat yabancı kültüre karşı dayanıksızsa, yeni olguyu tanımlamak için
kendi kavramsal dağarcığından yardım alamaz ve çoğunlukla yabancı kelimeyi
kendi sintaksına uydurarak adapte eder. (Bu durum kâne fiili için de geçerlidir
H.G.) Bu konu özellikle de modernitenin müslüman dünyâsını derinden etkilediği
19. yüzyıl ve 20. yüzyıl kelime hazîneleri için önemlidir. Müslümanlar bu
yüzyıllarda Batı modernitesinin kavramlarıyla karşılaşmışlar ve bunların
bir-çoğunu olduğu gibi kendi dillerine aktarmışlardır (örneğin İngilizce'deki
telephone kelimesinin Arapça'ya telefun olarak geçmesi örneğinde olduğu gibi).
Bu husus niçin önemlidir? Aslında burada 'değer yüklü' bir îmâda
bulunulmaktadır ve şu söylenmek istemektedir: "Müslümanlar modern dönemde
Batı modernitesine karşı yenilmişlerdir! O hâlde modernitenin kelime hazînesi,
müslümanların kelime hazînesinden güçlüdür” der.
Seyyid Kutub:
“Avrupa’daki kilisenin içine düştüğü hatâların en büyüğü,
orta-çağa hâkim olan teorileri ve bilgileri alması ve bunları kitab-ı
mukaddesin yorumunda kullanmış olmasıdır. Öyle ki bu bilgi, varsayım ve
teorileri de mukaddes kıldı. Ne zaman ki bu bilgi ve teorilerin yanlışlığı
ortaya çıktı, hemen dağılıverdi. Onunla birlikte, kilise, kilisenin dîni,
ve kilisenin inancı da yıkıldı.
Bu-gün Kur’ân âyetlerini, çağımızda egemen olan bilgi ve
teorilere göre mânâlandırmaya çalışanlar ve bu teorileri ona yükleyenler,
bilinçsizce orta-çağda kilisenin tâkip ettiği yolda yürümektedir. Kur’ân’ı
insanlara sunarken de, çağdaş giysiler içinde sunduklarını, modern ilmi
keşiflerin delilleriyle delillendirdiklerini hüsn-ü niyet göstererek
yapmaktadırlar.
Bilimsel-buluşlar karşısında hezîmete uğrayan bâzı kimseler,
Kur’ân’ın, dolayısıyla dînin doğruluğuna bir belge olmak üzere kâinâtın
hakîkatlerine işâret eden âyetlerle yeni bilimsel-buluşlar ve nazariyeler
arasında bir uyum saptama içine girdiler. Hâlbuki bu yanlış bir yöneliştir.
İlmî metot yönünden hatâlı olmakla birlikte, îtikâdi yönden de son-derece
tehlikeli bir davranıştır. Beşer târihinde ilmi nazariyeler diye bilinen
bilimsel gerçekler, kesin bilgi ifâde etmedikleri gibi, mutlak doğrular olarak
kabûl edilemezler. En iyimser tahminlerle ancak, gerçeği yansıtmayan zannî
bilgileri ifâde ederler. Bizzat bilim-çevreleri tarafından bir-takım ağır basan
faraziyeler olarak kabûl edilirler. Yâni kâinâtta beliren bir-kısım bulgulara
dayanarak yapılan yorumlardan ibârettir. Bu kuramsal yorumlar, söz-konusu
bulguları başka şekilde yorumlayacak bir hipotez çıkıncaya kadar geçerliliğini
korurlar. Ancak ne zaman birinci nazariyeden daha açık veya bulgu bakımından
daha zengin bir faraziye ortaya çıkarsa, birincinin mukadder âkibeti iflâsa
sürüklenmektir. Görülüyor ki nazariyelerin bir temeli yoktur. Dâima değişikliğe
uğrayabilirler ve hattâ tamamen çürütülebilirler” der.
Abdurrahman Arslan:
“Müslüman’ın ciddi ve trajik sorunu; modern/seküler bilgiyi
her-hangi bir istisna yapmadan sâhiplenirken, aynı modern zihniyetin kabûl
ettiği ilerlemeci/seküler değişim ve târih anlayışını reddetmeleri olmaktadır.
Hâlbuki Müslümanlarca içselleştirilmeye başlanan bu bilginin, aynı-zamanda
onların târih anlayışlarını, geleceği kavramlaştırma, kurgulama ve
yönelimlerini değiştirilebileceği hesâba katılmamaktadır. Bilginin inşâ edeceği
zihniyet-biçiminin “hakîkati” ve hayâtı yeniden ve kendi ideâllerine göre
anlamlandıracağı nedense unutulmaktadır” der.
Ramazan Yazçiçek:
“Modern-bilim dinleştirilmiş,
din de bilimleştirilme çabasıyla uhrevî olandan soyutlanmaya çalışılmıştır”
der.
Ahmet Başaran:
“Ne bir hakîkatten ne de bir gelenekten haberdar olan
bilim-adamları, gerçek olmayan ve gerçekleri yansıtmayan sanal bir Dünyâ
üzerinden kendi ideolojilerini ellerindeki “insafsız” güçle dayatmak
emelindeler. Hâlbuki İslâm’ın prensiplerine göre bilinen bilgi, hakîkatin
birliğine yöneltir. Bu birlik Allah’ın mutlak-birliğinden ötürüdür. Allah
hakîkati ilim ve vahiy ile açıklar.
Abduh, Reşid Rıza, Ahmet Han gibi düşünürler, Batının
pozitivist bilgi anlayışı ve bilimsel yöntemini hiç-bir sınamaya tâbi tutmadan İslâm
dünyâsının içine katarak, İslâm’ın yükselmesini amaçlıyorlardı. Onlara göre,
ümmetin her açıdan geri kalması, akıl ve vahiy uzlaşmasını modern düşünceye
adapte edememekten kaynaklanmaktaydı. Ancak hâkim Batı modelini benimseyerek
yapılan çalışmalar, aydınlar ve halk arasında müthiş bir kültürel şizofreni
yaratmaktaydı. Bunun sonucunda, İslâm’i çözümler üretmek isterlerken, Batının
bir parçası hâline geliyorlardı. Hâlbuki tüm iddialara rağmen, elde edilen
sonuç Batı modeli değil, onun yalnızca bir karikatürüydü. Bu düşünürler, modern
münyâ ile İslâm âlemindeki din-anlayışını aynı değer kabûl edip aynı
çalışmaların yine aynı sonuçlar vereceğini ümit ediyordu. Ne var ki bu bilgi ve
hakîkatten, bilhassa da tevhidden yoksunlaştırılmış bilim-anlayışı, İslâm
dünyâsı için çâre olmaktan öte, ruhsuzlaştırmaya yönelik en baskıcı tutum
hâline gelmiştir. Bu çalışmaları iyice değerlendirip Batı’ya karşı gerçek ve
somut bir duruş sergilemek isteyen ilk düşünürlerden olan İsmail R. Farûki,
amacından sapmış olan modern/pozitivist bilgiyi İslâm’ileştirme yoluna
gitmiştir. Çünkü Farûki için Batılı insanın elinden çıkmış olan çalışmalar, bu
topluma âit çözümlemelerdir ve zorunlu olarak ‘Batılı’dırlar. Bu yüzden bu
çalışmaların müslümanlar için birer örnek teşkil etmesi düşünülemez. Tüm bu
düşünce ve çalışmalara rağmen sonuçlara baktığımızda hiç de beklenilen
sonuçlara ulaşılamamıştır. Evlerimiz, mobilyalarımız, şehir düzenlerimiz, kim
ve ne olduğumuz konusundaki kafa karışıklığımızı gâyet açık bir şekilde
yansıtmakta. Kısacası, Müslüman kendini Batılılaştırmıştır. Batılılaştığı
oranda da berbatlaşmıştır. Kendisine ne İslâm’i ne de Batılı denilebilecek,
çağdaş bir kültür gâribesine dönmüştür” der.
René Guénon:
“Modern-bilime kendini kaptırmış olan
bilim-adamları, tıpkı Eflatun’un mağarasındaki gölgeleri hakîkat sanan
mahkûmlara benzerler” der.
Atasoy Müftüoğlu:
“Günümüzde müslümanların
dünyâsında oldukça yaygın bir eğilim giderek güç kazanmaktadır. Bu eğilimin
belirgin özelliği, İslâm’ı modern-bilimlerin imkânlarıyla anlama ve anlatma
şeklinde açığa çıkmaktadır. Bu eğilim, İslâm’ı, modern-bilimlerin insaf ve
merhâmetine terk etmiştir. Modern-bilimlerin kabûl edebileceği, modern hayat
biçimiyle bütünleşebilecek ve sonuç îtibarıyla kâfirleri rahatsız etmeyecek,
sâdece dostluk, barış ve kardeşlikten yana bir İslâm imajı uyandırılmak
istenmektedir. İslâm’ı modern/sosyal değerlerle bütünleştirmeye ve açıklamaya
çalışmak önlenemez bir iç-çürümenin belirtisidir.
İslâm bilime olağan-üstü
bir değer vermiş bulunmaktadır. Ancak bu bilim, günümüzde bilim denilince akla
gelen bilim olmayıp vahye ve tevhide dayalı bilimdir. Vahye ve tevhide bağlı
kalmak kaydıyla İslâm, bilimi yüceltir. İslâm’ı modernler nezdinde
ayıklayabilmek için yapılan, “İslâm; bilim ve teknolojiye, ilerlemeye uygun
hayat-tarzını teşvik ve teyit eder” tarzındaki açıklamalar, İslâm’ın ruhuna
gölge düşüren açıklamalardır. Evet İslâm; bilimi, ilerlemeyi, teknolojiyi,
çalışmayı, araştırmayı teşvik ve teyit eder, ancak bütün bu olgular ilâhi
vahyin/tevhidin özüyle bütünleştiği takdirde İslâm tarafından kabûl edilebilir.
Aksi takdirde hiç-bir ilerleme ve gelişme İslâm’ı ilgilendirmez” der.
Modern İslâm âlimleri gayr-i müslimlerin
buldukları/yaptıkları şeyleri ne de çok seviyorlar ve onların sözcülüğünü
yapıyorlar. Hâlbuki bu durum sonuçta onlara/bize zarar veriyor. Ali Şeriati bu
konuda:
“Einstein’in bağıntılılık kuramını, jeti, fiziği, hidrojen
bombasını, mikrobu ve Avrupalıların buldukları bütün şeyleri yeni baştan Kur’ân’dan
bulmaya çalışıyorlar. Bu, bir tür komplekstir. Böylelikle, kendi öğretisinin,
kendi Kur’ân’ının, kitabının ve kültürünün eskimediğini göstermek, ortaya
koymak istemektedirler. Tıpkı kompleksi bulunan ve Batılılaşmaya, Batıcılığa,
kendisini bu çağa mâl etmek, bu çağa yaraşır olmak ve var olmak için aşırı ilgi
gösteren doğulu gibidir. Oysa keşfedip dayandığında Batılıdan daha çok
haysiyetli olabileceği asâletleri ve değerleri vardır onun. Hattâ Batılıların
gözünde de bu böyledir. Apollo’yu Kur’ân’ın içerisinden bulup çıkarmaya gerek
yoktur. Ondan insanı bulup çıkarmalı asıl. Apollo’yu kendileri bulabilirler; Kur’ân’a
kesinlikle ihtiyaç yoktur bu konuda. Allah’a da ! İnsan olmak, bu kitaba ve Tanrı’ya
gereksinimlidir. Önemli olan insanın ortaya çıkarılmasıdır. Bu
gerçekleşmediğinde, neyi ortaya çıkartırsan çıkart, bir yararı yoktur. Bu,
şu-anda büyük bir musîbet olmuştur ve oldukça ürkütücüdür. Hattâ bilimsel
açıdan Kur’ân üzerinde oldukça büyük çalışmalar yapmış kimselerin çalışmalarını
da genelin gözünde mahvetmektedir. Kur’ân âyetlerini yeni buluşlara ve
kuramlara yamamada şiddetli bir aşırılığa kaçılmıştır. Yeni bilimlerden bu
şekilde söz etmek, hem de yeni bilimlerden bu denli deneyimsizce, ikinci,
üçüncü elden, kısıtlı haber-kaynakları yoluyla haberli olan kimseler
aracılığıyla bunu yapmak İslâm’a çok zarar verir. Nasıl zarar verir? Temelde İslâm’ın
ve Kur’ân’ın risâletinin esasını olumsuzlayıp bozar” der.
Mehmet
Emin Akın.
“İngilizlerin İslâm
ülkelerini işgâl etmelerinden önce batılı bilimin ışığında bilimsel tefsirlere
rastlanmadığı hâlde, Hindistan ve Mısır’ın İngiltere ve Fransa’nın işgâline
uğramasından sonra, Kur’ân’ın ve Sünnetin karşısında batılı mantık kuralları
esas alınarak yorumlar ve şüpheler üretilmeye başlandı. İşte bu târihten
îtibâren müslümanlar içinde nifak belirtileri görülür oldu. İdeolojik ve fikrî
olarak batılı bilimi takdis eden bir-çok yazar ve düşünür Kur’ân’ı hevâsına
göre yorumlamaya ve Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) sünneti
hakkında sayısız şüpheler ileri sürmeye başladılar. Kur’ân ve Sünnette zikri
geçen mûcizeler ya inkâr edilir ya da bâtıl te’villerle ya da naturalistlerin
batıda yaptıkları gibi te’vil edilir oldu. Bu modernistler; İngiltere’nin müslümanların
kendi idârelerini ve İslâm Hilâfetini kurma fikirlerini ve îtikadlarını tahrip
ve tadlil edici eserler yazmaya ve bu fikirleri İngiltere’nin müslümanlar
üzerindeki egemenliğini ve sömürüsünü ilim adına, özgür düşünce adına
perdelemeye ve gün gibi açık olan kafir yönetimlerden yana oluşlarının
hakîkatını gizlediler. Çağdaşçı veya modernist Kur’ân yorumu, İslâm’ın en temel
ilimlerine ve selefin akîdesine ve usûlüne sırtını dönünce; batıdan gelen
felsefî bilimlerin pozitivist te’vil anlayışıyla ve mantığının kirli yüzüyle
karşı-karşıya geldi. Buna, İslâm ülkelerinde materyâlist ideolojilerini
(Batının bütün felsefî düşünce ve siyâsî rejimlerini kasdediyoruz) hâkim kılmak
için kan ve ateşle müslümanları sindiren ve İslâm’la aralarına, laiklik ve demokrasiyle
giren sistemlere karşı gözle-görülür hayâtı ve insanı kuşatacak alternatif
ortaya koyamayan modern İslâmcılık ! modern ve muzaffer batılı düşmanlara
yaranmanın ve içerde de onların maşaları ve dîne karşı küfr ve şirk duvarı ören
ve âdeta bütün İslâm beldelerini açık bir hapishaneye çeviren gâsıplara karşı
duramayınca, kendini dönüştürmeye başladı” der.
Kompleks sâhipleri bu teoriye “hayır”
diyemiyorlar. Çünkü bu “zırva”yı “batı”lılar buldu ya.. bulanların ismi havalı
ve yabancı bir isimdir ya.. İşte bu özellikler bile yetiyor bu teoriye kulluk
yapmaları için.
Big-Bang Teorisi, “yabancı”
bilim-adamlarının oluşturduğu bir “evreni düşünme biçimi”dir. “Bu şekilde
düşünülecek” derler. “Diğerleri” de aynen onların dediği gibi düşünürler. O
düşüncelere uygun düşünceler üretebilirler ancak. İşin en kötüsü de, böyle
yapmakla kendi toplumlarını istihmara (eşekleştirme) uğratıyorlar.
Ali Şeraiti:
“Uyanık olalım, bilimsel doyumla kendimizi düşünsel bakımdan
doymuş sanmayalım. Bu çok yalancı bir doyma türü, çok büyük bir aldanış
türüdür. Bu durum özellikle okumuşlarımıza, zamânımızın aydınlarına özgüdür.
Bunlar bilimsel yönden doygunluğa ulaşınca, yüksek öğrenim görünce, bilimsel
bakımdan geniş bilgiler ve seçkin dereceler elde edince, büyük üstadlar ve kitaplar
görünce, tamâmen estetik bilimsel görüşlere ulaşınca kendilerinde bir gurur
hisseder, kendilerini yeterli görme duygusuna kapılırlar. Düşünsel bakımdan
bilgili bir insan olmanın son derecesine vardıklarını sanırlar. Bu yalancı biat
aldanıştır. Bu aldanışa kapılan bir bilgin, bir üstad, bir çevirmen, bir
filozof, bir büyük mutasavvıf, bir edip, bir târihçi, hattâ halktan biri bile
çoğunlukla düşünsel bakımdan tamâmıyla bir sıfırdan ibâret olmasının mümkün
olduğunu düşünmez. Böylece bilinç bakımından halkın en basit kimselerinden biri
olarak kalmış olur. Bilgi, öz-bilinç, toplum bilgisi ve zaman bilgisi
bakımından, gözü yazıyı bile tanımayan basit birinden daha da aşağılarda kalır.
Bu çok acıklı bir durumdur. Câhil bir bilgin olmak, okumuş
birisi olarak bilinçsiz kalmak, çok kabarık diplomalar ve hayli ciddî
unvanlarla doktor, mühendis, yüksek lisans, doçent, profesör ve benzeri bir
insan olmak; ama bilinç, anlama, bilgi yönünden, toplumu ve kendisini birbirine
bağlayan zamâna karşı sorumluluk duygusu ve târihin hareketinin belirlenmesi
bakımından sıfır olmak, kör ve sağır olmak büyük bir tehlikedir, acıklı bir
durumdur. Bu, bilgin olduğu hâlde câhil olma tehlikesidir. Bunun tehlikesi de
insanın genellikle bilgiyle doyunca, düşünsel açlık hissetmemesi bakımındandır.
Bu-gün Dünyâ’da ortaya konan durum -buna bakar ve görürsek- tamâmen ayrı bir
meseledir, “bilimsel meselelerden” ayrı “düşünsel bir mesele”dir” der.
Modern çağlar, modern yanlışlıları da yanında getirir. İşte
bu teori de modernizmin ürettiği bir yanlıştır. Ali Şeriati: “Târih, insanın
bilinçli hareket etmesinden çok, ahmakça hareket örnekleriyle doludur” der.
Big-Bang Teorisi’nin teolojiyle/din ile
de örtüştüğünü söylerler. Bunun nedeni, “yorum”un bir dayanak bulmasıdır. Din
yoruma açıktır ama yanlış yorumlar din ile alâkalı olamaz. Zamânında Aristo’nun
“dönmeyen dünyâ” modeli de dîne uygun görüldü ve îtikad meselesi yapıldı. Yaptıkları yanlış yorumlar
onları yıllarca/yüzyıllarca yanlış bir inançta oyaladı durdu. Kimse “günlük
yorumlar”ı evrenselleştirmemelidir.
Big-Bang Teorisi bu kadar
popülerleştirilince bâzı meal/tefsirciler de Kur’ân’daki bâzı âyetleri bu
teoriye uydurmak zorunda hissediyorlar kendilerini. Böyle olunca da Kur’ân’ı
özne konumundan alıp nesne konumuna sokmuş oluyorlar. Hâşâ; tabî ki de böyle
bir şey olamaz. Böyle bir şey olması için bu teorinin mutlak-doğru olması
gerekir. Mutlak/kesin doğruluğu olmadığına göre böyle bir şeyden bahsedilemez.
Zâten; aslında bir hipotez olan bu “sözde teori”nin kendisi nesne, Kur’ân ise
öznedir. Aralarında ise özne-özne ilişkisi olamaz.
Peki “bâzı âlimler” bu görüşleri nereden
aldılar? Kur’ân'ın âyetlerini ve Peygamberimizin sözlerini değerlendirirken
kriter olarak kullandıkları bu ön-yargılarının kaynağı nedir? Tabî ki de bilim.
Yeter ki bilime ters düşülmesin. Oysa diğer bâzı âlimler farklı düşünüyorlar:
Kur’ân'ı anlamanın, açıklamanın ve İslâm’a uygun bir düşünce
sistemi oluşturmanın ideâl yolu şudur: İnsan böyle bir işe girişirken bütün
eski düşüncelerini kafasından silip atmalı, Kur’ân'a her türlü ön-yargıdan
arınmış bir mantık ve bilinçle yaklaşmalı, varlık alemine ilişkin gerçekleri Kur’ân'ın
ve hadislerin açıklamaları ile uyuşan yargılara dayandırmalı, Kur’ân'ı ve
hadisleri Kur’ân-dışı kriterlere göre değerlendirmeye kalkışmamalı.
Biz bu sözleri, elbette ki, Kur’ân'a inanmakla birlikte onun
âyetleri ile kafalarındaki ön-yargılar ve zihinlerinde çöreklenen doğal
gerçeklere ilişkin eski düşünceler arasında uyum sağlamak amacı ile âyetleri
çarpıtarak yorumlamaya kalkışanlara söylüyoruz.
Bir de Kur’ân'a inanmadıkları hâlde sırf bilimsel buluşlar o
noktaya eremedi diye Kur’ân'daki bu tür kavramları inkâr etme gayret-keşliğine
kapılanlar var ki, bunların tutumu gerçekten gülünçtür. Sebebine gelince bilim,
henüz önünde duran ve deneylerinde kullandığı varlıkların sırlarını bilemiyor.
Üstelik azımsanmayacak sayıdaki gerçek bilim-adamları yavaş-yavaş, tıpkı
dindarlar gibi, "bilinmezlik" gerçeğine inanmaya başlamışlar, en
azından bilmediklerini inkâr etmekten vaz-geçmeye yönelmişlerdir. Çünkü bu
adamlar daha önce bilimin aydınlığa çıkardığını sandıkları, üstelik gözleri
önünde duran bir-çok konuda bilinmezlik duvarları ile yüz-yüze geldiklerini
görmüşlerdir, hem de bu çıkmazlara saplanırken kullandıkları yöntem bilimsel
araştırma yöntemi olmuştur. Bu-yüzden soylu ve bilimsel bir alçak-gönüllülüğü
benimsemişlerdir. Bu alçak-gönüllü tutumda ne iddiâlı konuşmaların
belirtilerine ve ne de bilinmezlik gerçeğini küstahça reddeden bir şımarıklığın
damgasına rastlayamazsınız. Fakat bilim-simsarları ile bilimsel düşünce
yaygaracıları böylesine soylu bir alçak-gönüllülüğün uzağındadırlar, onlar hem
din-kaynaklı gerçekleri ve hem de bilgimize kapalı gerçekleri pervâsızca inkâr
etmeyi sürdürüyorlar.
Kur’ânî gerçekler, varlık âlemine ve bu varlık âleminde bulunan
güçlere, ruhlara ve canlılara ilişkin doğru ve gerçek bir düşünce oluşturmamızı
sağlayacak yeterliliktedir. Çevremizde kımıldayan bu güçlerle, ruhlarla ve
canlılar ile bizim varlıklarımız ve hayatlarımız arasında karşılıklı etkileşim
vardır. İşte bu düşünce müslümanı diğer insanlardan ayrı yapan, onu saplantılar
ve hurâfeler ile kof iddiâlar ve şımarıklıklar arasındaki orta noktaya
yerleştiren tutarlı düşüncedir. Bu düşüncenin kaynağı Kur’ân ve sünnettir.
Müslüman öbür bütün düşünceleri, bütün sözleri, bütün yorumları bu iki kaynağın
ışığında değerlendirir.
Bilim Kur’ân’a değil, Kur’ân
bilime ışık tutar. Kur’ân’ı yorumlamada “bilimsiz” yapamayanları Seyyid
Kutub’da eleştirerek der ki:
“Modern
ilmin başarılarına tutkun olan çağdaş tefsircilerin bâzıları Kur’ân'da geçen
Hz. Süleyman'ın kıssasını yorumlarken diyorlar ki; Hz. Süleyman'ın kuşların,
hayvanların ve böceklerin dillerini anlaması bu-günkü modern bilimsel
araştırmalar yoluyla hayvan dillerini çözmeye çalışmanın bir türüdür. Hâlbuki
böyle bir yorum mûcizenin karakterini ve tabiatını değiştirmek anlamına gelir.
İnsanın sınırlı olan bilimi karşısında, hayranlık duygusuna kapılmanın ve bu
bilim karşısında yenilgiye uğramanın etkilerinden biridir. Çünkü Allah'ın
kullarından birine böceklerin, hayvanların ve kuşların dillerini hiç-bir
çaba sarf etmeden ve hiç yorulmadan katından bir bağış olarak öğretmesi,
gerçekten çok basit ve çok kolaydır. Böyle bir şey Allah'ın canlı türleri
arasına koyduğu engelleri kaldırmasından ibârettir. Çünkü Allah bu türlerin hepsini
yaratandır.
Bir noktayı ısrarla vurgulamak istiyoruz. Bu nokta Kur’ân'ın
ifâdelerini insan ürünü bilimsel buluşlarla sınırlamaktan kaçınılmasının
gereğidir. Çünkü bilimsel buluşlar hem doğru, hem de yanlış olabilecekleri
gibi, insanın bilgi ufku genişledikçe, bilgi edinme yöntemleri çoğalıp
olgunlaştıkça değişmeye, başkalaşmaya açıktırlar. Bâzı iyi niyetli
araştırmacılar Kur’ân'daki ifâdelerin anlamları ile bilimsel buluşlar arasında
-bu buluşların deney sonucu mu, yoksa teori mi olduklarına bakmaksızın- uyum
sağlamak için can atarlar. Bunu Kur’ân'ın ileri-görüşlülüğünü, mûcizevi
niteliğini kanıtlamak niyetiyle yaparlar. Oysa Kur’ân, değişmez ifâdeleri
değişken bilimsel buluşlarla uyuşsa da, uyuşmasa da mûcizedir. Onun
ifâdelerinin anlamları her zaman değişmeye ve başkalaşmaya açık olan, hattâ
temelden doğru yada yanlış sayılma ihtimâli ile sürekli karşı-karşıya bulunan
bilimsel buluşların dar kalıplarına sıkıştırılamayacak derecede geniş
kapsamlıdır. Bilimsel buluşların Kur’ân'ın ifâdelerini açıklamaya ilişkin
tek faydası vardır. O da Kur’ân'ın kafamızdaki anlamını genişletmektir.
İnsanın gerek iç-dünyâsına, gerekse dış-dünyâsına ilişkin bir konuya âyetler
kısaca değinmekle yetinmiş ise o konudaki bilimsel buluşlar âyetin anlamını
düşünürken düşünce ufkumuzu zenginleştirebilir. Fakat bu durumlarda
"filânca âyetin anlatmak istediği şey işte şu bilimsel buluştur" diye
kestirip atmaktan kaçınmalıyız. Bunun yerine “şu bilimsel buluş, falanca âyetin
anlamının bir bölümü olabilir" dememiz gerekir.
Şunu da hemen belirtelim ki, insan aklının bilinmezin
ufuklarını kurcalayacağı belirli bir araştırma alanı vardır. İslâm bu alandaki
araştırmaları ısrarla teşvik eder, aklı güçlü bir destekle o yöne doğru iter.
Fakat bu belirli alanın ötesinde insan aklının araştırma çalışmasına
girişemeyeceği bir başka alan vardır. Akla bu güç verilmemiştir. Çünkü insanın
bu alanı araştırmaya ihtiyâcı yoktur. Yer-yüzündeki halîfelik görevi için
gerekli olmayan bilgiler insana kapalı tutulmuştur. Ona bu alanda yardımcı
olmanın hiç-bir gerekçesi yoktur. Çünkü bu tür bilgiler ona göre olmadıkları
gibi onun uzmanlık alanına da girmezler. Bu tür bilgilerin çevresindeki canlı
ve cansız varlıklara göre evrendeki konumunu bilmesine yarayacak kadarı
gereklidir ki, bu kadarlık gayb bilgisini insana açıklama işini yüce Allah'ın
kendisi üstlenmiştir. Çünkü bu bilgi onun öğrenme gücünü aşar, ayrıca yüce
Allah ona verdiği bu gayb bilgisinin dozajını kapasitesine göre ayarlamıştır.
İşte meleklere, şeytanlara, ruha, ilk yaratılışa ve insanın ilerde ne olacağına
ilişkin gayb bilgileri bu tür bilgiler arasındadır.
Yüce Allah'ın gösterdiği yoldan saparak başka
yollar tutturanlara gelince bunlar iki ana gruba ayrılırlar.
Birinci gruptakiler sınırlı akılları ile “sınırsız”ı
kavramaya kalkışırlar; kutsal kitaplara baş-vurmaksızın yüce Allah'ın zâtını ve
bilgimize kapalı âlemlerin sırlarını açıklamaya yeltenirler. Evrenin sırlarını
ve bölümleri arasındaki ilişkileri açıklamaya çalışan filozoflar bu gruba
girerler. Adamlar bu çabaları sırasında tökezlerler, tıpkı doruğuna erişilmez
bir yüce dağa tırmanmaya kalkışan çocuklar gibi zavallılaşırlar. Yada
"var-oluş" bilmecesinin sırrını çözmeye yeltenirler. Oysa evren
alfabesinin daha ilk harflerini bellemiş değillerdir.
Bu grupların ikincisine gelince bu adamlar felsefecilerin
bilgi edinme yöntemlerinin yararsızlığını anlamışlar, bu yüzden bilim edinme ve
araştırma çabalarını tümü ile deneysel ve uygulamalı bilimler alanında
yoğunlaştırmışlardır, bilgimize kapalı alemlerin sırlarını kurcalamayı
kesinlikle bir-yana bırakmışlardır. Çünkü bu alana girecek yol bulamadıkları
gibi yüce Allah'ın o alana ilişkin direktiflerini de umursamamışlardır. Bu
yüzden zâten yüce Allah'ı kavramaktan da yoksun kalmışlardır. Bu adamlar
onsekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda aşırılıklarının doruklarında
gezindiler. Fakat bu yüzyılın başlarından îtibaren içinde yüzdükleri bilimsel
şımarıklığın sarhoşluğundan yavaş-yavaş ayılmaya başladılar. Çünkü madde,
avuçları içinden kayarak ışınlara (radyasyona) dönüştü, özü bakımından
belirsizliğe gömüldü, Hattâ nerede ise hangi kânunlara bağlı olduğu bile
bilinmez oldu.
Kur’ânî düşünce yapısı ise, her türlü aşırılıktan uzak,
bilgi edinme kanallarını insanın yüzüne kapamayan, bununla birlikte insanı
masalların ve asılsız kuruntuların peşinden koşturmayan, sağlıklı bir düşünce
yapısıdır.
Zâten batı, bilimindeki temel doğrulara, İslâm-âlimlerinin
eserlerini (ç)alarak (çünkü kaynak göstermiyor) ulaşmıştır. Mustafa
Armağan bu konuda şunları söyler:
“Bize sâdece Osmanlı
târihi değil, Avrupa târihi de tek-yanlı öğretilmiştir. Kopernik’in gezegenler
teorisini Şam’lı bir İslâm âlimi olan İbnüş-Şâtır’dan (ç)alışı da Avrupa
târihinin meçhul kalmış yönlerindendir.
1950’li yıllarda
Kopernik üzerine çalışan bilim-târihçisi Otto Nieugebauer müthiş bir buluş yapmıştı.
Şam’lı astronom İbnü’ş-Şâtır’ın Nihâyetü’s-Sülfi Tashihi’l-Usul adlı Arapça
eserini, matematik profesörü Edward Kennedy’nin tavsiyesi üzerine dikkatle
incelemiş ve tek kelime Arapça bilmemesine rağmen içerisindeki çizimlerin
Kopernik’inkilere müthiş benzerliği karşısında şoke olmuştur. Yoksa Kopernik’in
eseri orijinâl değil miydi? Ve acaba nerden aldığını bilmediğimiz teorisinin
kaynağı bulunmuş muydu?
Bilim-târihçisi
George Saliba, bu buluşun, Avrupa biliminin kökenleri ile İslâm-bilimi arasında
bir bağlantı noktası olabileceği görüşündedir. Dolayısıyla bir Avrupa mûcizesi
yok, İslâm-bilim mirasından aktarmalar vardır. Vaktiyle müslüman âlimler de
Yunan’lılardan pek-çok şey öğrenmişlerdi ama üstadlarından aldıklarını açıkça
belirtiyorlardı. Oysa Kopernik bilgilerini nereden aldığını ısrarla gizlemişti.
Zamanla araştırmalar
derinleşti ve görüldü ki, Kopernik aslında sâdece İbnü’ş-Şâtır’dan değil, ondan
1.5 asır önce yaşamış Nasirüddin Tûsî’den de “Tusi çifte bağı” denilen teorem
ve bunun çizimini aynen almış ama yine kaynak belirtmemişti.
Bunlara, 1973 yılında
yeni bir kanıt eklendiğinde heyecan doruğa çıkmış gibiydi. Willy Hartner adlı
bilim-târihçisi bir adım daha atmış ve Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki bir yazma
eserde, Kopernik’in kopya çektiğinin en ciddî kanıtını yakalamıştı.
Buna göre Kopernik,
kendisinden yaklaşık 300 yıl önce benzer bir kanıtlamaya giden Tusî’nin
çizimindeki harfleri bile aynen kopya etmekten çekinmemişti. Tusî “elif’”i
kullanıyor, Kopernik ise ona Latin alfabesinde A diyordu. Tusî “be” derken
Kopernik B yapıyordu onu. Aynı şekilde “dal” harfi yerine D, “ha” harfi yerine
de H demişti. Fakat tek bir harf, orijinâlinkinden değişikti: Tusî’nin “ze”
dediği yeri Kopernik F diye işaretlemişti. İşte bu tek harf değişikliği kafaları
karıştırmış, ancak uzmanlar bunun, Arapça bilgisi kıt birinin bu metnin bir
nüshasını Kopernik’e okurken “ze”yi F diye okuduğu hükmüne varmışlardı. Çünkü
Arapça el yazısında bu iki harf, yani “ze” ile “fe” harflerinin yazılışları
bir-birine çok benzemektedir.
Kemal
Tâhir: “Biz târihi çalınmış bir milletiz der”.
Ve
sorar:
“Neden bir 17.yüzyıl
Bilimsel Devrimi’nden söz edilir de, 10.yüzyılda gerçekleşen ve bir-kaç yüzyıl
süren İslâm Bilim Devrimi’nden söz edilmez? Neden Avrupa Rönesans’ndan söz
edilir de, müslümanların Rönesanslarını en az 5 yüzyıl önce
gerçekleştirdiklerinden dem vurulmaz?”.
Bilim, bilim-dışı önermeleri eleştirirken
onları biraz da falcılık-kâhinlikle suçlar. Ama kendisine gelince, “evrenin
başı ve sonu” teorisini mutlak-doğru gibi açıklamaktan hiç çekinmez. “Hattâ,
yaptıkları bu “bilimsel kâhinlik”in eleştirilmesine bile dayanamazlar.
Seyyid Kutub:
“İslâm’i araştırmalarda Batı-düşüncesinin yöntemlerine ve bu
yöntemler uyarınca ortaya konulan ürünlere güvenmek büyük bir gaflet olur.
Günümüzde yaşadığımız koşullar nedeni ile Batı’dan almak zorunda olduğumuz
deneysel bilgileri dâhi alırken bunlara felsefî yorum katılması ihtimâli olduğu
için, son derece dikkatli davranmamamız gerekir. Çünkü bu bilimlere katılması
olası felsefî yorumlar top-yekün din düşüncesine, özellikle İslâm düşüncesine
(dünyâ-görüşüne) temelden karşıdırlar. Miktârı ne olursa-olsun böylesi yorumlar
İslâm pınarının sâfiyetini bozmaya ve onu zehirlemeye yeterlidir” der.
Gerekli araçların ellerinde bulunmasından
dolayı bilim-adamları doğru yargılara da varırlar tabi. Bu yargılara diyecek
bir şeyimiz tabî ki de yoktur. Müslümanlar bu tarz bilgilere güvenebilirler. Bu
bilgileri hem güvenip alabiliriz, hem de o bilgilere katkılar yapabiliriz.
Ey bilim-adamları! Bilince dönüşmemiş
bilginizle bu işi çözmeniz imkânsız. Gelin; Mustafa İslamoğlu’nun dediği gibi; “bilginizi
vahiyle bilince dönüştürün”.
Ey bilim-adamları! Siz istediğiniz kadar
astronomi, astrofizik, bilim vs. değin.. gerçek başka.
Ey bilim-adamları! Bilimi
kutsal bir ineğe dönüştürdünüz… Tapıyorsunuz..
Yine; Ey özellikle dindar bilim-adamları!
kâinâtın büyüsünü bu gibi paçavra teorilerle bozmaya çalışmayın.
Başaramazsınız. Kavlî âyetler toplamı olan Kur’ân’ın “koruma programı” olduğu
gibi; kevnî âyetler toplamı olan kâinâtın da “koruma programı” vardır.
“Şihab”lara dikkat edin. Bu “koruma programı”nı delerek/delmeye çalışarak
insanların tasavvurlarını bozuyorsunuz. Yamuk tasavvurlar inşâ ediyorsunuz.
Tasavvurda milimetrik sapma, eylemde kilo-metrelere tekâbül ediyor.
Ey bilim adamları! Her şeyi görmeniz
mümkün değildir. Gelin “her şeyi “Gören”in bildirmesiyle bakın kâinâta. Çünkü
her şeyi hakkıyla sâdece Allah görür. Aksi takdirde gördüğünüz şeyler bir serap
olmaktan öte gidemeyecektir.
Yine ey bilim-adamları! Korkmanıza ve
endişe etmenize de gerek yok. Bu 10.000 teorisi astronomi ile uğraşanları işsiz
bırakmaz. Belki de daha fazla iş-alanı açar.
BİLİM NEYE HİZMET ETMELİDİR
Modern
bilim, bilim-merkezli değil, patron-merkezli yapılıyor. Patronlarına şah-damarlarından
bağlı olan bilim-adamları, onların isteği doğrultusunda bilim! geliştirmeye -ya
da daha doğru bir ifâdeyle- gündeme sokmaya mecbur ve mahkûmlar.
Modern
ilim nedir? Ne yapıyor? Kime hizmet ediyor? Ali Şeriati bu soruları şöyle
cevaplıyor:
“Batı ansızın ilmin de var olduğunu hissetti.
İlim ise üç asırdır ona yalan söylüyor. Kapitâlizmin uşağıdır, insanın
zâbitliğini hidâyete yönelten kılavuz değil. Ona “sen insansın” demiyorlar, bu
ne demektir?
“Bu-günkü insan ilimden
bıkmıştır. Zîra faşizmi meydana getiren ilim idi” ve bunu insanlığa zoraki
yükledi. Dünyâ’da ilk-defa insanlığın üçte ikisinin aç olması düzeyinde açlığı
ilim meydana getirdi.
Sınıfsal sömürü ve
artık-değerin yağmasını bu dereceye çıkaran ilimdir. Sömürüyü ilkel, basit ve
açık şeklinden alıp, bu kadar güçlü, derin, köklü ve şiddetli yapan ilimdir.
Dünyâ milletlerinin kültürel sömürüsünü ortaya çıkaran ilimdir. Avrupa'yı vahşi
bir gergedan yapan ilimdir. Üçüncü Dünyâ’yı çirkinleşmiş kurt-zede kuzular
yapan ilimdir...
Evet, yalan söyleyen
ilim, dinin sınırlamasından kurtulmuş ama, şimdi de tanrılarını değiştirmiştir.
Allah'ın yerine parayı kendi ilâhı olarak almış ve para için her işi
yapmıştır.
İnsanı çirkinleştirip,
burjuvazinin sipâriş ettiği şekle sokmuştur!
Sınırlarını göremediğiniz
kâinâtı araştırmayı bırakın da, hemen yanı-başınızda duran insana yönelin.
Meçhul insana.. Zira Alexis Carrel'in dediği gibi: “insan şimdiye kadar
her-zaman dış âleme yönelmiş, âlemi, eşâayı ve maddî fenomenleri tanımaya
çalışmış; ama hiç-bir zaman dış-âlemi tanımadan önce iç-âlemi tanımak gerektiğini
anlayamamıştır”. Ziîra her şeyden önce, her türlü medeniyeti vücûda getirmeden
önce, her kültürü ve her öğretiyi insan için ortaya koymadan önce insanı
tanımalıyız. Ama ne yazık ki insandan başka her şeyi tanıyoruz!
Özellikle de son üç asırda eskiye oranla bilimler daha fazla
ilerlemiş; insan, bir ölçüde tabiat ve eşya hakkında ayrıntılı ve doğru
bir-takım bilgiler edinmiştir. Ama John Dewey'in de îtiraf ettiği üzere
“günümüz insanı, insanı geçmişe oranla daha az tanımaktadır. Zîra düşüncesini
ve bilimsel çabalarını, daha çok dış âleme yöneltmiş durumdadır”. Çünkü eski
bilimlerin, dinin ve felsefenin şiarı: (Gerçi tüm filozoflar ve bilginler bu
gerçeklere erişmiş değildi. Hattâ belki de ne filozoflar ne de bilginler
erişemediler), İnsanın özelliklerini ve insanın bu evrendeki misyonunu tâyin
eden hayâtın mânâsını ve âlemin hedefini tanıtmaktı. Evet eski bilimin ve
felsefenin şiarı buydu.
Ama son üç asırda Batı, Francis Bacon'a ait yeni bir ideâl
belirledi ve şu-ana kadar da bu ideâlini korumaktadır. Bu ideâl şuydu: Eski
bilimler ve felsefeler sâdece insanın, âlemin gerçekleri hakkında daha fazla
bilgi edinmesini amaçlıyordu. Ama günümüz bilimleri bu hedefi bir kenara
itmelidir. Bu misyonu atıp yeni bir misyon belirlemelidir. -Nitekim görüldüğü
kadarıyla da bu misyonu yüklenmiş durumdadır- Bilimin diğer misyonu ise
iktidardır. Francis Bacon şunu îlan etti: “Sâdece “insana” hayatta güç
kazandıran bilim ve felsefe gerçek ve kabûl edilebilir bilim ve felsefedir”.
Nitekim günümüzde hızla ilerleme kaydeden bilim, sâdece insanın güç kazanmasına
yardımcı olmuştur. İnsanın güçlenmesinden maksat, insanın doğaya hâkim hâle
gelmesidir. Doğaya hâkim olmak ise insanın yer-yüzündeki maddî nimetlerden
daha iyi istifâde etmesini sağlamaktır. (Tabi bu istifâde tüm insanlar için
değil, sâdece “bâzı insanlar!” için istifâdedir. H.G.)
Bu çalışmalar, bilim ve felsefe dallarının son üç asırda
sâdece insanı daha güçlü kılmanın peşinde koşmasına neden oldu. Yâni sanâyi ve
teknoloji ile sonuçlandı. O hâlde eski bilimler ve felsefeler, insanın âlem
hakkında bilgili (mârifet sâhibi)
olmasını sağlamak içindi. Ama günümüz biliminin hedefi, bilimi ve bilimsel
çalışmaları teknolojiye dönüştürmektir. Zirâ bilimi insanın hayâtında güce
dönüştürebilen tek araç teknolojidir.
Kadim zamanlarda bilgisi olan herkes, daha birikim sâhibi ve
daha bilinçli idi; ama Bacon bunun bir değer ifâde etmediğini belirtiyor.
Ona göre en bilgili insan, en güçlü olandır. Yâni daha silahlı, daha sermâyedar
ve daha zengindir. Bu açıdan bakıldığında, örneğin eskiden Atina daha
bilgili ama Roma daha güçlüydü. Bu-gün bilginin yegâne hedefi, insanı
yer-yüzünde ve hayatta muktedir kılmaktır. Gerçi bu güç ve bu slogan kutsal
bir slogandır; Zîra bilimin görevlerinden birisi, insanın maddî nimetlerden
daha fazla istifâde etmesini sağlamaktır. Ama bilimin yalnızca böylesi bir
misyonla sınırlandırılması bilime ve insana ihânet idi. Nitekim bilimin ve
insanî düşüncelerin bu şekilde sınırlandırılmasının kötü sonuçları ortaya
çıkmış durumdadır. Çünkü insanın hayatta muktedir olmasından daha yüce ve daha
kutsal misyon, insanın hayatta daha iyi olması misyonudur. Hâlbuki Bacon'a
göre bilim sâdece insanın hayatta güçlenmesine ve tabiata hâkim olmasına yardımcı
olmaktadır. “İnsan nasıl iyi olabilir?” sorusuna bir cevap vermeyi asla düşünmemiştir.
Bu yüzden bu çağın insanı, târih boyunca tabiata en çok hâkim olan
insandır; ama insan kendine hâkim olma açısından kültür ve medeniyetin olduğu
her dönemden daha zayıf ve âcizdir.
Çağdaş insan, tabiatı, geçmiş asırların insanından daha iyi
tanıyor; ama kendini tanımak açısından çağdaş insan, geçmiş asırlardaki
insandan daha geridedir. Eğer eski bir filozofa: “Hayat nedir?” diye soracak
olsaydık veya “insan nedir ve bu âlem boş ve hedefsiz bir şey midir?” diye
soracak olsaydık en azından bir cevap verebilirdi.
En azından insanın dâima peşinde koşturduğu, hâlledilmesi
gereken ve bilim tarafından çözülmesi gereken bu temel meselelere cevap
vermenin, kendi misyonunun bir gereği olduğunu hissederdi. Ama bugün bir
bilim-adamına soracak olursak şöyle der: “Biz asla bu meseleleri
hâlledemeyiz. Bunları kendi hâline bırakmalı, düşünmemeliyiz. Ben sâdece bir
fenomeni veya birden fazla fenomen arasındaki ilişkiyi keşfetmek istiyorum.
Böylece onu hizmete alarak teknolojiye çevirmeliyim. Onu üretmeli ve insanın
eşyadan daha fazla istifâde etmesini sağlamalıyım.”
O hâlde insanın fikrî-mânevî çabalarının tümünün hedefi
sanâyileşmektir. Teknolojinin ve sanâyinin hedefi ise üretim ve tüketimdir.
Yâni insanın derin, kutsal, mânevî, aklî ve mantıksal tüm çabaları, daha fazla
tüketim içindir. Bu yüzden de günümüz medeniyeti, tüketim medeniyetidir.
Tüketim ilkesi çağdaş medeniyetin en bâriz özelliğidir.
Dünyâ’nın uygar ülkelerinde hangi hükümete ve topluma
bakarsanız bakın, tüketim ilkesinin, onlar açısından bilimsel bir dinî öğreti
hâline geldiğini görürsünüz. Bu, hiç kimsenin şüphe etmediği bir meseledir. Bu
mesele, çağdaş insanı (mânevî) anlamda eksiltmiş, küçültmüş, (dünyevî anlamda
ise) muktedir kılmış; ama kötü yapmıştır. Hâlbuki insan, muktedir olmadan
önce iyi olmalıdır.
İki terim var ki ele aldığım konunun daha iyi anlaşılması
için onları anlamlandırmam gerekmektedir. (Çünkü onlara özel bir anlam
veriyorum.) Bu iki kelime eş-anlamlı olmadığı hâlde, halk dilinde
eş-anlamlıymış gibi kullanılmaktadır. Birisi insana “hizmet”, diğeri insanı
“ıslah” etmektir. Bu ikisinin iki ayrı anlamı vardır. Bunlar, iki ayrı
kategoriye girmektedir. Biz bâzen bir kişiye veya bir topluma hizmet ederiz,
örneğin bir şehrin yollarını asfalt yaparız. Veya bir insana yüz ya da bin tümen para veririz. Ya da
bir ev alırız. Bu bir kişiye veya topluma hizmettir; ama ıslah değildir. Bu
hizmet, ıslah olmadığından bâzen ihânete de sebep olabilir. Eğer insanı ıslah
etmeden önce ona hizmet edersem, bu hizmetim onun daha fazla sapmasına sebep
olur. O hâlde insana hizmet etmeden önce onu ıslah etmemiz gerekir.
Bilim, insana sâdece hizmet etmektedir. Bu-gün
Dünyâ’da hangi bilim insanın ahlâkî ıslahını üstlenmektedir. Hangi bilim,
insanın yücelmesini sağlamaktadır? Hiçbir bilim!
Tüm bilimler, insanı tabiat hakkında bilgili kılmaktadır. İnsanı
güçlendirmektedir. O hâlde bilim sâdece insana hizmet etmektedir. Hâlbuki
bilimin en kutsal, en âcil ve en öncelikli misyonu insanı ıslah etmektir,
insanı tanımaktır. Zîra bir kişi için (her ne kadar güzel ve lüks de olsa) ev
yapmadan önce, bu evde yaşamak isteyen insanın nasıl birisi olduğunu bilmek
gerekir. Niçin burada yaşamak istemektedir? Nelere duyarlıdır? Nasıl bir
adamdır? Bunları bilmeden birine ev yapmanın hiçbir anlamı yoktur. Ne yazık ki
biz insanı tanımadan, insan ve hayat hakkında hiçbir düşünce edinmeden önce
medeniyet kurmaya, lüks bir hayat ve güç elde etmeye çalıştık. Bütün bunlara
rağmen medeniyetimizin bundan daha görkemli ve büyük olması da mümkündür. Ama
bu medeniyet insanın hayâtını, misyonunu ve hayâtının anlamını bilmediği için
tüm büyüklüğüne, görkemine ve önemine rağmen insanı dejenere edebilir. Ben
“edebilir” diyorum. Ama bu-gün böyle bir binâda yaşayan bir düşünür, “dejenere
olmamış” veya “dejenere olabilir” demez, “dejenere olmuştur” der.
Niçin eski insanın iki katı olan çağdaş insan, hünsâdır,
etkisizdir? Bana göre bilim her şeyden önce insanı tanımalıydı. İnsanın
anlamını açıklamalıydı. Daha sonra da insanın ihtiyâcı ve buradaki hayâtında
sâhip olduğu misyonu ile uyumlu bir şekilde medeniyete, teknolojiye, keşiflere
ve buluşlara koyulmalıydı. Ama bilim, insanı asla tanımamış ve yer-yüzündeki
insanı anlamlandıramamıştır. Durmadan binâ üstüne binâ yapmakta; ama bir defa
olsun orada yaşayacak olan insanın gerçek ihtiyaçlarının ne olduğunu
düşünmemektedir. Sürekli olarak önceki binâdan daha modern, daha gelişmiş olan
binâdan bahsetmektedir. Ama orada yaşayan insanın kim olduğunu soracak olursak
der ki: “Beni ilgilendirmez. Sorunuz, bu hususta düşüncelerini ifâde eden eski
ilâhî hikmet ile ilgilidir”.
O da bir sonuç vermezse boş
vermemiz mi gerekir? O hâlde bu medeniyeti kimin için vücuda getiriyoruz?
Aslında bir medeniyet vücuda getirmeden, bilimsel bir yöntem belirtmeden ve
bilim veya felsefe için bir misyon tâyin etmeden önce tüm gücümüzle insanın
nasıl bir varlık olduğunu ve ne kadar farklı, çeşitli boyutları olduğunu tespit
etmeli ve daha sonra da bu bilgi esasınca işleri programlamalı, medeniyet
vücûda getirmeliyiz. Bu bilgi-temelinde bilimin misyonunu tespit etmeliyiz.
Bu söylediklerimden
maksadım şudur: Tanımadan, felsefeleri incelemeden, sanat hakkında hüküm
vermeden, edebiyat husûsunda görüş belirtmeden, hayâtı, hattâ dîni ve felsefeyi
tanımadan önce insanı tanımak gerek. Din, insanın kemâli, kurtuluşu ve hayat
yoludur. İnsanın en yüce ve en derin ihtiyaçlarının cevabıdır; ama dîni
tanımadan önce insanı tanımalıyız. Eğer insanı tanıyacak olursak, onun için en
iyi dîni de seçebiliriz. Onca öğretiler ve ekoller arasında, çeşitli
ihtiyaçları olan bu insan denilen varlık için hangisinin daha uygun olduğunu
anlarız“.
Sofistlere
göre, doğa-filozoflarının temel sorunsalı olan kozmosu, kozmosun ilke ve
yasalarını araştırmak yararsız ve boş bir uğraştır; insanın günlük yaşamına ve
mutluluğuna hiçbir katkı sağlamaz. Söz-gelimi Thales’in iddia ettiği gibi
evrenin temel maddesinin “su” ya da Heraklitos’un savıyla “ateş” olmasının,
Atinalı bir yurttaşın Halk Meclisi’nde yandaş bularak polisin yönetiminde
etkili bir konuma gelmesinde ne gibi bir yararı vardır? Dahası doğa ile uğraşan
filozoflar, ortak bir kabûle de ulaşamamışlardır. O hâlde kafa-karışıklığına
yol açan bu yararsız konularla ilgilenmek yerine, evrendeki en önemli varlık olan
insana dönülmeli ve onu doğrudan ilgilendiren konularla ilgili düşünce
üretilmelidir.
Bâzıları bilimin, insan
ruhunu kendisini tabiatın kânunlarına bağlayan bağlardan kurtulmasına müsâde
etmediği için, insanı kendinden uzaklaştıran bilimi suçlar. Çünkü, bilim ve
endüstrinin ilgilendiği tek şey tabiattır. İnsanı yalnız bırakmışlardır.
Avrupa ilminin babası sayılan Francis
Bacon, ilmin fonksiyonel veya yararlıkçı mâhiyetini açıkça ortaya koyuyor:
“Hakîkî ilim ancak Dünyâ’da insanın gücünü arttıran ilimdir”. Bu sözden yola
çıkan bilm-adamları, bilimi gücün hizmetine sokmuşlar ve gücü kışkırtmışlar,
sonra da bu gücü yine insanların zararına kullanmışlardır. Böylelikle bilim
amaç hâline getirilmiştir. Öyle bir “amaç” ki, insanın da üstünde bir amaç
hâline getirilmiştir. Oysa bilim sâdece bir araç olabilir ve insanın yararına
kullanılabilir.
Saadettin
Merdin:
“Bilim, hedef olarak
insanı ele aldığı müddetçe bilimdir. Hele; insanı yüceltmek gâyesiyle yapılan
bilim, kendini ulvîleştirdiği kadar, o ilmin mensuplarını da yüceltir. Böyle
yüce hedefleri olmayan bilimin, telefon rehberinden ne farkı kalır?” der.
Caner Taslaman:
“Fakat bugün şöyle bir tablo var ki daha çok para, daha çok kâr
elde etmek, dünyâ-sisteminde târihin hiçbir döneminde olmadığı kadar merkezî
hâle geldi. Daha lüks bir hayat gibi basit ideâller hayatları yönlendiriyor.
Maalesef bilimsel bilginin ve teknolojinin gelişmesi, dünyâ-görüşünde bir
derinleşmeyi getirmedi. İnsanların çoğu evrenle ilgili artan bilgilerini sâdece
teknoloji üretmekte ve tüketimde kullanıyor. Teknoloji üretmede sorun yok ama
büyük çoğunluk elde edilen bilimsel bilginin Allah’ın sanatı hakkında ne
söylediğiyle ilgilenmiyor. Yeni keşifler sâdece kapitâlist amaçlar için bir
araç olarak kullanılıyor. Günümüzde inkârcı ateistlikten çok, Allah’ın
varlığına karşı ilgisizlik-temelli bir ateistlik daha yaygın. Oysa Allah’sız
bir hayatta ne anlam kalır, ne iyi, ne doğru, ne de güzel. Mevcut
Dünyâ-düzeninin sunduğu hazlar, insan ruhunun en derin ihtiyaçlarını
karşılayamaz. Allah insanları kendine ve göndereceği dinlere muhtaç
yaratmıştır; insan fıtratı buna göre tasarımlıdır. Bu yüzden bu haz-merkezli
düzenin çoğalttığı Allah’a karşı ilgisizliğin, özünde güçlü olmadığını bilmek
gerekir. Bu düzen, hazcı sunumundaki görkeme karşın yüzeyseldir ve insan
fıtratının en derin çığlıklarına cevap veremez. Oysa Kur’ân, hem akıla, hem
duyguya hitâp eder, hem de fıtratımızın anlam, iyi, doğru ve güzelle ilgili
çığlıklarına âb-ı hayat sunar” der.
“İnsanların
kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla, karada ve denizde fesat ortaya çıktı.
Umulur ki, dönerler diye (Allah) onlara yaptıklarının bir kısmını kendilerine
tattırmaktadır” (Rum
41).
Bilimin tabiata da zarar vermemesi
gerekir. İnsanın tabiata zarar vermesi demek, aslında kendisine zarar vermesi demektir.
Bülent Akyürek:
“Batı adam olamamış bilim-adamlarıyla doludur. Doğunun
bilim-adamları yoktur, adamların bilimleri vardır ve bu adamlar bilimlerini
tabiata zarar vermemek için pek kullanmaz” der.
Evet; bilim ve teknoloji ancak insana
hizmet ettiği sürece bir değer kazanabilir.
Eşyayı, dolayısıyla kâinâtı anlamaya onun
fıtratını anlamakla başlamak gerekir. Fıtratı inkâr edenlerin anlayışları
tabîki de kıt olacaktır.
Bir şeyin fıtratını bilmeyenler o şey
hakkında sâdece mâlûmat sâhibidirler. Bir şey hakkında ilim-sâhibi olmak ise, o
şeyin fıtratını bilmeyi gerektirir. Fıtratını bilmeden eşyayla uğraşmak
başarısızlıkla sonuçlanacağı gibi, o şeyi tahrip ve tahrif etmesi de
kaçınılmazdır. Sonuçta o şeye zulmedilmiş olunur.
Teknolojik aklın yol-açtığı yıkımları
Atasoy Müftüoğlu şöyle dile getiriyor:
“Teknik aklın yıkıma uğrattığı şeyleşmiş bir Dünyâ’da, akıl
da şeyleşiyor, kolaylıkla güdümlenebiliyor. Teknik akılcılık, ideolojik
akılcılık, insanı korkunç bir bağımlılığa ve tek-boyutluluğa mahkûm ediyor,
hayâtı/tabiatı matematikleştiriyor. Aklın ve bilimin sınırları olduğunu
söylemek ile akla ve bilime kayıtsız kalmak birbirinden çok farklı şeylerdir.
İlâhi vahiy, bize aklın ve bilimin sınırları olduğunu öğretir. Sınırların
bilincinde olmayan akıl ve bilim, baskıcı/otoriter biçimler ve keyfilikler
üretir. Modern imhâ/yıkım/ölüm teknolojilerinden, sınırlarının farkında olmayan
akıl ve bilim sorumludur. Modern zamanlarda ilâhi vahyin yerine, ilâhi vahyi
reddederek bilimi koymak, her tür zorbalığı/barbarlığı/vahşeti meşrû hâle
getirdi”.
BİLİM
Mİ İDEOLOJİ Mİ
Modern bilimsel-bilgi, bilimden ziyâde, iktidârın
işlemesine yarayan şeydir.
Evrim Teorisi ortaya konduğunda Protestan
İngiltere’deki dini-çevrelerin çoğu Usher’in târihlendirmesini kabûl ediyorlardı.
Evrim Teorisi’ni ortaya koyanlar, bütün canlıların tek-bir atadan ve bir-birlerinden
değişerek oluştuğu iddiâsını, ancak canlıların yer-yüzünde çok uzun bir süre
önce ortaya çıkmaya başlamasıyla ve Dünya’nın çok uzun süre önce var olmasıyla
savunabilecekleri kanaatindeydiler.
Big-Bang Teorisi,
Evrim Teorisinin bir uzantısıdır. Big-Bang Teorisi “Kozmolojik bir Evrim” den söz-eder aslında.
Gerek Evrim Teorisinde gerekse Big-Bang Teorisi’nde sürekli bir
“aşama”dan/evrimden bahsedilir. Biri mikro-seviyede bir evrimden bahsederken,
diğeri makro-seviyede bir evrimden bahseder. Evrim Teorisi canlıların tek-bir
hücreden geliştiğini söylerken; Big-Bang Teorisi ise evrenin tek bir
“nokta”/hidrojenden geliştiğini söyler. Herbert Spencer, Evrim’i; Güneş Sistemi’nden,
canlıların bedenlerinden, toplumsal yapıya kadar her alanda geçerli bir yasa
olarak görmüştür. Evrim Teorisi’nin gerçek
olması için, Big-Bang Teorisi gibi 15 milyar yıllık zaman-dilimini kapsayan bir
teoriye ihtiyaç duyulmuştur. Bakın bir kaynakta bu nasıl doğrulanıyor:
“Biyolojinin özünde yer alan evrim düşüncesi ilkin
astronomide kendini gösterir. Astronomi bize bilimsel yasaların ilk örneklerini
vermekle kalmamış, dünyâmızın zaman içinde gelişerek oluştuğu görüşünü de
getirmiştir.” Yine aynı kaynakta: “Evrim, yavaş yürüyen uzun süreli bir
süreçtir. Bâzı araştırmacılar, yeni bir türün ortaya çıkması için ortalama yüz-bin
kuşağı kapsayan bir süreye ihtiyaç olduğu görüşündedirler”.
Gerçi artık 15 milyar yıl da yetmiyor,
“sonsuz evrenler” tezi ortaya atılıyor. Bu “zaman ihtiyâcı” zihniyet
değişmedikçe hiç-bir zaman çözülemez.
Evrim Teorisi canlılar
sınıflandırması yaparken, Big-Bang Teorisi cansızlar sınıflandırması yapar.
Evrim Teorisi biyolojik bir evrimden bahsederken; Big-Bang Teorisi ise astronomik
bir evrimden bahseder. Evrim mikro-boyutta gerçekleşirken; Big-Bang Teorisi ise
makro-boyutta gerçekleşir. Big-Bang Teorisi, Evrim Teorisi’nin evren çapında
büyütülmüş şeklidir.
Wittgenstein şöyle demektedir:
“Örnek olarak Darwin teorisi hakkında yapılan yaygarayı ele
alalım. Teoriyi destekleyen ve ‘tabî ki’ diyen çevreler vardır, bir de ‘tabî ki
hayır’ diyen çevreler vardır. Hangi mantıkla ‘tabî ki’ denilebilir? Tek-hücreli
organizmaların zamanla daha karmaşık organizmalara dönüştükleri ve memeli-hayvanlardan
insanlara kadar geliştikleri düşüncesi savunuluyor. Peki, bu süreci gözlemleyen
biri var mı? Hayır. Peki, bu süreci şu-anda kimse gözlemliyor mu? Hayır.
Yapılan gözlemler bir-damla suyun kızgın bir taşa damlatılması gibi. Buna
rağmen binlerce kitapta bu teorinin akla en yatkın çözüm olduğu yazmaktadır.
İnsanlar çok zayıf kanıtlara rağmen bu teorinin doğruluğundan emin.
“Bilmiyorum, bu ilginç bir hipotez ama daha fazla güçlendirilmesi gerekir” gibi
bir tutum savunulamaz mıydı? Bu, nasıl her-hangi bir şeye iknâ olunabileceğini
gösteriyor. Sonunda cevapsız kalan sorular unutuluyor ve kişiler bunun mutlakâ
böyle olduğuna kanaât getiriyorlar”.
İşte aynen bunun gibi;
Big-Bang Teorisi’nde de aslında bir sürü çelişki ve cevap
verilemeyen/verilemeyecek olan sorular/sorunlar var. Fakat,
maddi-manevi-psikolojik-bilimsel-medyatik baskılar sonucu insanlar bunun
mutlakâ duydukları gibi olduğuna kanaât getiriyorlar.
William Dembski, Darwinci Evrim
Teorisi’nin, 19. yüzyılda yükselen değer olan pozitivizmle uyuştuğunu belirterek:
“Eğer Darwin olmasaydı pozitivistler onu îcat
etmeliydi” der.
Thomas Henry Huxley, Türlerin Kökeni adlı
eserin, bir-gün yanlışlığı ispat edilse bile çok değerli bir eser olduğunu,
biyoloji alanında benzerinin bulunmadığını ve biyoloji ile berâber bütün
bilimleri etkileyeceğini söylemişti.
Spencer’ın Evrim Teorisi; “Evrim”in,
Güneş Sistemi’nden Dünya’mıza, Dünya’mızdan tüm canlıların bedenlerine,
canlıların bedenlerinden sosyolojik yapılarına kadar gerçekleşen bir yasa
olduğunu ileri sürer.
Astronomi, astrolojinin üzerinde
yükselmiştir. Bu nedenle yorum-özelliği çok fazladır. Tayfun Er:
“Kimyâ büyük oranda simyânın, astronomi benzer şekilde astrolojinin
üzerinde yükselmiştir. Kısacası bilim, kendisiyle benzer alanlarda yer alan ama
irrasyonel uğraşıların bir anlamda rasyonel devâmıdır” der. Yapılan, aslında
hayâli olanı gerçeğe dönüştürmektir ki bu, bir önceki yapılan hayâlcilikten
daha ahmakça bir şeydir. İki kere hayâlciliktir.
Zaman ve mekândan bağımsız şeylerin pozitif bilimlere konu edilmesi, bilimi ancak rezil eder ve ona olan güveni sarsar. Geçmişte bilimin politikaya âlet edilmesi sonucu Alman ırkının üstünlüğü inancı ve arzusu, Alman
bilim-adamları tarafından “teori” hâline
getirilmişti.
Amaçları, “modernizm” denen bir sömürü
düzeni oluşturmaktır. Modernizm, modern-bilim ve kapitâlizm sentezinin bir
sonucudur. Modernizm amacı da aslında “evrensellik” denen “küresel sömürü”
düzenini Dünyâ’da yerleştirerek suyun başını tutmuş olanların dışında tüm diğer
insanları da köle yaparak sömürme isteğidir. Bu kölelik “modern bir
kölelik”tir.
Bilim, halka hizmetten ve insana
olgunluk, bilinç ve kurtuluş bağışlama sorumluluğundan yan çizerse,
ister-istemez halkın düşmanlarının hizmetine girer ve insanın gerilemesi,
cehâleti, düşünsel ve toplumsal tutsaklığı yolunda koşuşturmaya başlar.
Erkan Perşembe:
“Modern bilimin kendi formel standartlarını kendisinin
de uygulamadığı ileri sürülmektedir. Bilimin bütün sorunları çözebileceği yolundaki
inanç, yirminci yüzyılda Dünyâ ölçeğinde yaşanan ilerlemelere rağmen insanlığın
karşılaştığı sorunların çeşitliliği ile kırılmaya uğramıştır. Nükleer enerji
merkezlerinin ve nükleer silahların ortaya çıkarttığı atıklar, zehirli kimyâsal
ilaçlar ve atıkların yarattığı tehditler, doğal yaşamın dengesine yönelik
kirlilik, insanın ve etrâfındaki her-şeyin metalaştırılması gibi sorunlar modern dönemde ortaya çıkmıştır.
Yaşadığımız yüzyılda, “modern”liğin
sicili –dünyâ-savaşları, toplama kampları, soykırım, Dünyâ çapında bunalımlar,
Hiroşima, Vietnam, Kamboçya, Körfez Savaşı, zenginlerle yoksullar arasındaki
uçurumun genişlemesi- ilerleme fikrine duyulan her türlü inancı ya da
gelecekten ümit beslemeyi sorgulanabilir bir hâle getirmektedir” der.
Ali Şeriati:
“Günümüzün tabî bilimleri, Dünyâ gerçeğini araştırma
yükümlülüğünü göz-ardı etmiş ve pratikte vahşîlerin sermâyedarlık ve zorbalık
tasmasını boynuna takmıştır. Kapısı kapalı ders ve araştırma salonlarında
hocaların ben duygularını doyurmakta ve öğrencilerin bilimsel uğraş zevklerini
tatmin etmekte ya da gizli ve kara-sömürü kurumlarında Batı halk-kitlelerinin
ve Doğu’nun yoksun uluslarının zillet, sapma ve yağmalanma yolunu-yordamını
göstermekte, sermaye ve güç sisteminde ruhun kirletilip öldürülmesi ve insanın
gerilemesi için bilimsel planlar hazırlamakta olup, bilimsel bir hâl almıştır.
Peşin kabûlün ya da inanç taassubunun bilimsel araştırmaya zarar verdiğini
kabûl ediyorum. Çünkü önceden, gerçeğin ne olduğuna inanan bir bilim-adamı
araştırmacı olamaz. Araştırma, konuların gerçeği bulmak için incelenmesi,
ayrıştırılması, çözümlenip ölçülmesi demektir çünkü. Araştırmaya başlamadan
önce ruhun var ya da yok olduğuna inanan bir fizyolojist, gerçeğin hangisi
olduğunu tam olarak anlayamaz. Bir kapitalist ya da komünist, târihin gerçeği
ve bilimsel devinimini ortaya çıkarmak için târihin içine girdiğinde her ikisi
de daha önceden taraf olduğu gerçeği keşfeder sonuçta” der.
Bilimsel teoriler ve matematiksel
önermelere olan ilgi, sempati ve şişirilme Fransız Devrimi ve ulus-devlet
akımından sonra hız kazandı. Bâzıları tarafından söylenen; ”çünkü ondan önce
bilim, dînin baskısı altında idi” gibi kandırmaca sözleri geçtiğimizde, geriye
bilimsel önermelerin ve teorilerin “başka bir şeyin” yerine konulması çabası
kalır. Müslümanların bilimde altın-çağını yaşadığı bir dönem, karanlık ve
kör bir dönem olarak anılamaz. Yâni sanki bütün insanlık bilimsizlik ızdırâbı
ile yanıp-yıkılıyordu da “bâzıları” bilimselliği getirerek insanları daha önce
görülmemiş bir seviyeye yükseltti. Hâlbuki bilim târihi, insanlık târihidir.
Sanki daha önceki zamanlarda insanlar
yerlerden-göklerden bi-habermiş de, ancak bilimin gelişmesiyle her-şeyin
bilinebildiği gibi yanlış bir inanış da vardır. Hâlbuki eski
insanlar/gözlemciler Dünyâ’nın yuvarlak olduğundan, gezegenlerin sayısı,
Güneş’in yapısı vs. bir-çok şeyi gözlemler yoluyla öğrenmişlerdi. Meselâ
Afrika’da Dogonlar olarak bilinen bir kabîle vardır. Bu kabîle 1930’lu yıllarda
bir batılı antropologlar grubu tarafından incelenmişti. İnceleme sırasında bu
kabîle’nin Sirius yıldızı ve Güneş-sistemi konusunda şaşırtıcı bilgilere sâhip
oldukları ortaya çıktı. İddialara göre meselâ Dogonlar Sirius’un iki yıldızdan
oluştuğunu, iki yıldızın kendi etrafında 50 yılda döndüğünü, yıldızlardan
birinin çok yoğun bir maddeden oluştuğunu biliyorlardı. Gene Satürn’ün
yüzükleri olduğu, Jüpiter’in ayları olduğu, galaksimizin spiral şeklinde olduğu
gibi, normal şartlarda çıplak gözle yapılan gözlemler sonucu elde edilemeyecek
bilgileri bildikleri de iddialar arasında.
Abdullah Başaran:
“Modern-bilim, zannedildiğinin aksine, bir ideolojinin ürünü
olarak ortaya çıkmıştır. Kendisine yepyeni bir sistem kuran bu bilimin
dünyâ’sı, kendisi dışında bir değer bırakmayarak saygı duyulacak tek hedef
olarak yine kendisini işâret etmektedir. Böylece insanlar için geriye; saygıya
konu olan tek değer olarak bilimin mevcûdiyeti kalmıştır. Modern-bilim, kendi
kutsallığından hiç-bir şekilde ödün vermeden müthiş bir kurumsal vulgarizasyon
(halk-içinlik) ile kendinin yavaş ve sinsice dayatılmasına izin vermiştir.
Buradaki avâmileştirmeden kasıt, yalnızca halka yönelik bir politika değil,
aynı-zamanda aydın denen kitle için de söz-konusudur. Nitekim temel bilgi ve
gelenek yoksunu aydınlar!, “bilim-dünyâsı”na girdiklerini zannederek,
aslında “bilimin dünyâsı”na girerler.
Pozitivist bilginin hâkim olduğu modern bilimde, insanların
önüne bir-takım “bilgi haritaları” sunulur. Vulgarizasyon mahsûlü kitaplar
sâyesinde ortaya çıkan bu bilgi haritaları, kişiyi bilime değil, onun etkisinde
olan bilimin dünyâsının içine katar. Yeni bir şeyler öğrendiğini ve bilhassa
“ilerlediğini” düşünen kişi, bu dünyâ’daki sonsuzluğun! içine düştükçe,
öğrenmeyi geride bırakıp inanmaktan başka seçeneğinin olmadığını fark eder.
Böylece pozitivizm onun için bir mezhep, hattâ bir din hâline gelir. Bilim ve
meta-fizik, mantıksal ve olgusal doğrular, doğrulanan ve doğrulanmayan, tashihi
mümkün olan ve olmayan, olgular ve teoriler, gösterilebilenler ve
gösterilemeyenler arasında kesin sınırlar çizilmiştir bu girdiği din
(dünyâ-görüşü) içerisinde” der.
Bilim-adamları tapacak tanrı arıyorlar.
Niçin
10.000 Yıl
“Genç Dünyâ Yaratılışçılığı” (Young Earth
Creationism) Evren’in ve Dünyâ’nın ‘altı-gün’de yaratılmasını dünyevi 24 saat
anlamında ‘gün’ olarak algılamaktadırlar. Bunlardan bâzısı ise bilimsel
delillerin genç bir Dünyâ’nın ve Evren’in varlığını desteklediğini
savunmaktadırlar. Dinozor kemiklerinde bulunan hemoglobinin, bu canlıların
bir-kaç bin yıl önce yaşadığını gösterdiği, çünkü hemoglobinin bir-kaç bin
yıldan fazla dayanamayacağını; Ay’ın Dünyâ’dan yılda dört cm. uzaklaştığını,
milyarlarca yıllık Dünyâ ömrüne bunun aykırı olduğu (Ay’ın Dünyâ’ya olan
uzaklığı 356.000 km ile 407.000 km arasında değişir; ortalama uzaklığı
384.000 km’dir. Son 40 yılda yapılan ölçümlerde ayın Dünyâ’dan her yıl yaklaşık
4 cm kadar uzaklaştığı tespit edilmiştir. Bu ölçüme göre de, ayın bir
süre sonra Dünyânın yörüngesinden çıkacağı biliniyor. Yılda 4 cm . uzaklaşan Ay, 4,5 milyar yılda 180.000 km . uzaklaşır) gibi argümanlar ileri
sürenler de bulunmaktadır. Bunlar, kayaların radyometrik ölçümü gibi bilimsel
metotları ele alıp, bunların güvenilmez olduğunu göstermeye çalışmaktadırlar.
Yer-bilimsel olayların hiçbirinin tek-düzenlilik (uniformatism) ilkesine göre
açıklanamayacağını; günümüzün yer-bilimsel olaylarının geçmişe anahtar olamayacağını
ve yaş-tahmini ile ilgili yanılgıların kaynağının yanlış tek-düzenlilik
ilkesinin apriori kabûlü olduğunu, yer-katmanlarının hızlı oluşumlarla
açıklanabileceğini de savunmaktadırlar.
Bu
anlattıklarımıza göre, hayâtın başlaması için, 13.7 milyar yıl, 15 milyar yıl,
2 milyon yıl gibi uzun zaman dilimlerine ihtiyaç yoktur. Bu süreç, insanlık
târihi olan ortalama 10.000 yıllık bir süreçtir. İnsanlar, bitki örtüsü,
dünya, güneş, kısaca bütün evren ortalama 10.000 yaşındadır. Daha uzun bir
zaman dilimine gerek yoktur. Bu mükemmel yaratılışın oluşması Allah için bir
zorluk değildir. Ayrıca
sonsuz yoğunluktaki bir noktadan yaratılma, Allah’ı bir sebebe bağlamaktır ki
Allah bundan münezzehtir.
Bu sürecin
ortalama 10.000 yıl olması gerektiğinin nedeni; Kur’ân’ın, Hz. Adem’i ilk
peygamber ve ilk insan olarak tanıtmasıdır, (Zümer 6, Nisa 1, En-am 98, A’raf
189). Hz. Adem’den bu-yana geçen süreç Tevrat’a göre 7.000 yıl civârındadır. Mecûsilikte de “Dünyâ, üçer bin senelik
dört evre geçirecek ve ömrü 12.000 sene olacaktır” denir. Yahudilere göre Âdem
6054 yıl, Hıristiyanlara göre 7404 yıl önce, Mecûsilere göre de 4551 yıl önce
yaratılmıştır. İlk tarımın yapıldığı târih
10.000 yıl, ilk pulluğun kullanıldığı târihin 5.000 yıl olması, (M.Ö.
8500’lerde Bereketli Hilal’de ortaya çıkan ilk çiftçiliğin, Orta Avrupa’ya
yayılması ancak M.Ö. 5000 yıllarında gerçekleşebilmiştir.) ilk insan göçlerinin 10.000 yıl önce başlaması,
insan-oğlunun yerleşik hayâta geçmesinin yaklaşık 10.000 yıl önce başlaması; Dünyâ’nın
en eski yerleşim yeri olarak bilinen Çatalhöyük’ün yaşının 9.000 yıl olması vs. gibi nedenler gösterilebilir. Ayrıca, karbon
14 metodu ve diğer metodlarla yapılan zaman belirleme ölçümlerindeki
çelişkilerdir. Karbon 14’ün yarılanma ömrü 5.730 yıldır. Bu durumda Karbon 14
metodu “en doğru bir şekilde” en fazla 11.460 yaşında olan bir organizmada, o
da %20 hatâ payıyla ölçülebilir. Yarı-ömür belirlenerek yapılan
hesaplamalar, olasılık hesaplarıdır.
“Ey insanlar, sizi tek bir nefisten yaratan, ondan eşini
yaratan ve her ikisinden bir-çok erkek ve kadın türetip-yayan Rabbinizden
korkup-sakının…” (Nîsâ 1). Bu âyette erkek ile kadının aynı-anda
yaratıldığından bahseder. Daha sonra ikisinden bir-çok erkek-kadın türemiştir
zamanla. Fakat ilk yaratılış bir-anda berâberdir.
Bir makâlede şöyle denir:
“Radyokarbon
oluşur-oluşmaz bozulmaya başlar. Atmosferde bir miktar radyokarbon oluştuğunda,
bu miktârın yarısı 5.700 yıl kadar sonra bozulmuş olur (ve azot-gazına
dönüşür). Geri kalan miktârın yarısı da daha sonraki 5.700 yılda bozulur ve
ölçülemeyecek kadar küçük bir kalıntı kalıncaya kadar bu böyle devâm eder. Bir
ağaç, ölümünden 5.700 yıl sonra, canlıyken bünyesinde bulunan radyokarbon,
olağan karbon oranının sâdece yarısını ihtivâ eder. 11.400 yıl (veya iki
yarı-ömür) sonra, tabiattaki oranın sâdece dörtte birini içerir. Yaklaşık beş
yarı-ömür, veya kabaca 30 bin yıl sonra ise, çok zor ölçülen bir kalıntı kalır,
bu yüzden radyokarbon testi sâdece 30 bin yıldan daha genç kalıntıların yaş
tâyininde sağlıklı şekilde kullanılabilir”.
Derler ki:
“Eğer son 50.000 yıl
içerisinde karbon izotoplarının oranının değişmediğini varsayarsak,
her-hangi bir ölü organizmanın, fosillerin vb. yaş tâyinini yapmak mümkün.
Ayrıca bilim-adamları, binlerce yıl önce doğada (atmosferdeki CO2 nin
içerisinde) bulunan C-14 miktârının şimdikinden daha fazla olduğunu düşünüyor”.
Böyle “varsaymak”la, “düşünmek”le, “zannetmek”le bilim olmaz. Bu
şekilde varılan sonuçlar tutarlı ve doğru olamaz.
Bu dizayn olasılıkla da açıklanamaz. Çünkü komplekslikle olasılık
arasında ters orantı vardır ve komplekslik arttıkça olasılık düşer. Kâinat süper-kompleks bir yapıdır. O hâlde süper-kompleks bir yapıda bir olasılıktan
bahsedilemez.
Utah Üniversitesi’nden metalürji
profesörü Melvin Cook, radyo-karbon oluşması ve bozulmasıyla ilgili eldeki en
son rakamları aldı ve buradan sıfır radyo-karbona ulaşacak şekilde geriye doğru
hesaplamalar yaptı. Aslında bunu yaparken, radyo-karbon tekniğini kullanarak
Dünyâ atmosferinin yaşını hesaplamaya çalışıyordu. Sonuçta, Dünyâ atmosferinin
yaşı 10.000 yıl civârında çıktı.
Amerikalı
kimyacı Willard Libby Radyo-karbon tekniğinin mûcidi Libby,
önemli sapmaların olabileceğini başlangıçta düşünmemişti. “Bu tekniği
geliştirdiğimizde” diyordu Libby, “elimizde en küçük bir delil olmamasına rağmen,
kozmik ışınların sâbit kaldığını varsaydık. Fakat şimdi değişim olduğunu
biliyoruz”.
Tevrat’ta: “Nuh çiftçiydi, ilk bağı o dikti”
(9/20) denir. Bu gâyet normaldir. Çünkü Hz. Nuh yaklaşık 7.000 yıl önce
yaşamıştır. Bağ bitkisi de ancak o sıralarda yetiştirilmeye başlanmış
olmalıdır. Zâten insanlık târihi de birazcık daha geriye gidebilir ancak. Bağın
Hz. Nuh’un zamânında yetiştirilmeye başlanması 10.000 yıllık bir zaman için
uygun bir zamandır.
Stephan Hawking, “Bebek Evrenler ve
Kara-delikler” adlı eserinde şöyle der:
“Din”ler, evrenin oldukça yakın geçmişte yaratılmış olduğunu
savunur. Kökenimizin yakın zamana dayandığı düşüncesini desteklemek üzere
kullanılan bir gerçek, insan soyunun kültür ve teknolojide açıkça evrimleşmekte
olmasıdır. Şu işi ilk olarak kimin gerçekleştirdiğini veya şu tekniği kimin
geliştirdiğini anımsarız. Böylece şu tez çalışır: O kadar uzun süredir
var-olamayız, aksi takdirde hâli-hazırda şu-anda olduğundan çok daha fazla
ilerlemiş olurduk.”
10.000 yıllık bu zaman-dilimi bize çok yakın
geldiği için bu süreyi kısa bulabiliriz fakat, 15 milyar yıllık bir yaş
düşünüldüğünde ve biz bu sürecin meselâ ikinci milyar yılında yaşadığımız kabûl
edildiğinde de geçen iki milyar yıl bize az gelecektir. İnsanlar, kendilerine
bir sorumluluk yükleyecek zamânı uzağa atmayı severler. Bugün 15 milyar yıl
olarak belirlenen süreç, güçlü teleskopların çıkmasıyla (“baba teleskop”larla), yeni hesap teknikleriyle vs. uzayabilir. Çünkü
yeni teleskoplar eski teleskopların verdiği bilgileri yanlışlayacaktır ve bunun
sonu da yoktur. Zâten biraz geriye
baktığımızda da bu sürecin kademe-kademe uzadığını görürüz. Şeytanın bu
uzaklaştırma taktiğine kanmayalım. Çünkü bu teori bizi donuklaştırıyor.
Bizi, “içi geçmiş”, “kof” hâle getirdi. Müslümanların canlılığını yitirmesine
neden oluyor. Çünkü Müslümanları diri tutan en önemli unsur, kıyamet/âhiret
unsurudur. Big-Bang Teorisi’ne biçilen 13.7 milyar yıllık çok uzun olan bir
zaman-dilimi insanlara, özellikle de Müslümanlara “uzak” düşüncesini psikolojik
olarak telkin ediyor. Tabî ki “başı uzak olan bir sürecin sonu da uzak olur”
düşüncesi böylece alttan-alta yerleşmiş oluyor. Bu “uzak görme” unutmaya sebep
oluyor. Sonunda da kıyâmet/âhiret gerçeği unutuluyor. Unutulunca da… olan
oluyor.
“Hani
Lut, kavmine şöyle demişti: “Sizden önce alemlerden hiç kimsenin yapmadığı
hayasız-çirkinliği mi yapıyorsunuz?. Gerçekten siz kadınları
bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Doğrusu siz, ölçüyü aşan (azgın)
bir kavimsiniz” (A’raf 80-81).
Âyetlerde söylendiği gibi; yapılan
çirkinlik ilk defa Hz. Lut’un kavmi tarafından işlenmiş. “Mâ sebekakum”, “Lût’tan önce olmadı/yapılmadı”
anlamındadır. Hz. Lut yaklaşık 4.000 yıl önce yaşamıştır.
İnsanlık târihinin milyonlarca yıl önce
başlayıp da, yapılan bu pisliğin ise ilk-kez daha 4.000 yıl önce işlenmiş
olması tuhaf değil mi? Bu-kadar zaman “temiz” mi kalmış insanlar? Tabî ki de
hayır! İnsanlık târihi yaklaşık 10.000 yıllık bir târihtir. Lût Kavmi’nin
işlediği çirkeflik ise insanlığın ilk yaratılışından 5-6 bin yıl sonra
işlenmiştir ilk kez. Âyet zımnen burada yakın bir târihten bahseder.
Peygamberimiz
(s.a.v.) bir hadîsinde Dünyâ’nın ömrünün hicri 1500'e kadar (ya da çok az
fazla) olacağını bildirmiştir. Hadis şöyledir:
"Benim ümmetimin
ömrü 1500 seneyi pek geçmeyecek". (Suyûti,
el-keşfu an mücavezeti hazihil ümmeti el-elfu, el-havi lil fetavi, Suyûti.
2/248, Tefsiri ruhul beyan, Bursevi. 4/262, Ahmed bin Hanbel, Kitâbu’l-ilel, s.
89)
Suyûti, Dünyâ’nın ömrünün 7000 yıl
olduğuna ilişkin sahih hadisleri kitabında nakletmiştir:
Allah’ın Resûlu dedi ki (s.a.v.): “DÜNYÂNİN ÖMRÜ ÂHİRET
GÜNLERİNDEN YEDİ GÜNDÜR. Yüce Allah dedi ki: “Gerçekten senin Rabbinin
katında bir gün sizin saymakta olduğunuz bin yıl gibidir”.
İmam Ahmed İbni Hanbel gibi bir-çok
âlimin Peygamberimiz (s.a.v.)’den naklettikleri bir hadiste Peygamberimiz
(s.a.v.)’e kadar Dünyâ’da geçen zamânın 5600 yıl olduğu bildirerek insanlık
târihinin başlangıcı hakkında önemli bir bilgi vermiştir:
Ahmed İbni Hanbel İlel’inde nakletti.
İsmail b. Abdülkerim, Abdüssamed’den, O da Vehb’den rivâyet etti:
”Dünyâ’dan 5.600 yıl geçmiştir. Bu ümmetin ömrü bin seneyi geçecek fakat bin
beş-yüz seneyi aşmayacaktır”.
Peygamberimiz bir hadîsinde:
“Ey insanlar! Dünyâ’nın geçen kısmı yanında
kalan kısmı; içinde bulunduğumuz günün geçen kısmı yanında kalan kısmı
kadardır” der.
Tüm bu hadîs-i şerifler
değerlendirildiğinde, Dünyâ’nın ömrünün 7000 yıl olduğu Peygamberimiz
(s.a.v.)’e kadar bu ömrün, 5600 yılının geçtiği ve ümmetin ömrünün 1500’ü
geçmeyeceği açık bir şekilde anlaşılmaktadır. (Bu hadislerin sahihlik
derecesini okuyucunun kanaâtine bırakıyorum. H.G.)
Dünyâ’nın yaratılışını Kepler M. Ö. 3992,
Newton M. Ö. 4000 olarak verir. Hattâ Darwin de kitabında Dünyâ’nın yaşının 20-30 milyon yaşında
olabileceğini yazmıştı.
Yine Kur’ân’ın âyetlerinden yola çıkarak
bu sürecin 10.000 yıllık bir süreç olduğunu destekleyelim...
“Bir
de senden acele azap istiyorlar. Elbette Allah sözünden caymaz. Bununla berâber
Rabbinin katında bir gün, sizin sayacaklarınızdan bin sene gibidir. (Hac 47)
Bu âyetten anladığımıza göre bizim için
geçen 1.000 yıllık bir süreç, Allah’ın katında geçen 1 günlük bir sürece
tekâbül ediyor. Tabi bizim için geçen 10.000 yıllık bir süreç de Allah katında
geçen 10 günlük bir sürece tekâbül eder. Sûr’a üfürülmesi, mü’min için bir
nimet, kâfir için ise bir eziyet doğurur. Bakın aşağıdaki âyetlerde o
günün suçlu olanlarının nasıl bir
konuşma içinde olacağı bildiriliyor:
“O
gün ki, sûra üfürülecek ve suçluları o gün Biz, göm-gök mahşere toplayacağız. Onlar
aralarında: "On günden fazla durmadınız" diye gizli-gizli
konuşacaklar” (Tâ-hâ 102-103).
Dikkat edilirse on günlük bir süreden
bahsediliyor. Neden on gün? neden iki, beş, yedi, kırk vs. değil de on gün?
Çünkü artık sûr’a üfürülmüş, yer ve zaman formatı değişmiş ve “bin” günlük bir
süreye “bir” gün denmeye başlanmıştır. Yâni, “on gün kaldık” demekle, “on-bin
sene kaldık” demek istiyorlar. Bunun nedeni, Rabb katında “on gün”ün, Dünyâ’da
“on bin” seneye tekâbül etmesindendir. Bu da bütün kâinâtın 10.000 yıllık bir
ömür sürdüğünü gösterir. Tabi bu yorumlardan kıyâmet vaktinin çok uzak olmadığı
sonucu da çıkar.
“Onu
(kıyâmeti) gördükleri gün, sanki (Dünyâ’da) bir akşam veya bir kuşluk vaktinden
başkasını yaşamamış gibidirler” (Nâziat 46) Evet; kıyâmet, zaman-algılarını bozar. Yeni bir
zaman-algısı başlatır.
“Görüşü
en üstün olanları, "Bir günden fazla durmadınız" dediği zaman, ne
diyeceklerini Biz biliriz”
(Tâ-hâ 104).
Buradaki görüşü en üstün olan kişinin
“bir gün”den bahsetmesi Dünyâ’da kalış süresinin kısalığını belirten mecâzi bir
sözdür. Yâni onlara Dünyâ’da kaldıkları süre “bir gün” gibi kısa gelmiştir. Kur’ân’da
bu şöyle belirtilir:
“Onu
(kıyameti) gördükleri gün, sanki (Dünyâ’da) bir akşam veya bir kuşluk vaktinden
başkasını yaşamamış gibidirler” (Nâziat 46).
Darwinci teori diyetiyle beslenip yetiştirilmiş birisi için, veya
standart bir jeoloji ders kitabını açan lise veya üniversite öğrencisi için,
hayâtın Dünyâ üzerinde 10.000 yıl gibi kısa bir geçmişi olabileceği fikri,
kaçınılmaz olarak mantıksız görülür. Kabûl edilemez gibi görünmesinin nedeni
aslında, modernizmin kazandırmış olduğu alışkanlıktır.
İnanmayacak olana delil yetmez.
Darwin Dünyâ’nın yaşını 300 milyon yıl
olarak hesaplamıştı. Dünyâ’nın bilinen yaşı içerisinde türlerin evriminin
açıklanıp-açıklanamayacağı sorusu gündemdeki yerini hep korudu. Neyse ki kısa
bir süre sonra Big-Bang Teorisi ortaya atıldı da âcil ihtiyaç duyulan zaman
bulunuverdi.
Ateistleri ve materyâlistleri tesadüflere sımsıkı
bağlayan şey, uzun zaman dilimleridir. Ateistler, canlıların tasarım-ürünü gibi
gözüktüklerini, fakat, uzun bir zaman sürecinde, birleşen tesadüflerle,
bilinçli bir tasarım olmadan da tüm canlıların oluşabileceklerini
söylemişlerdir. Yukarıda bahsettiğimiz bu
sapık zihniyetlerin böyle uzun zaman-dilimlerine ihtiyaçları var. Big-Bang
Teorisi’yse onlara istedikleri zamânı fazlasıyla veriyor. Bu uzun zamânı
onlara Big-Bang Teorisi fazlasıyla veriyor ve sorumluluktan kurtulmak
isteyenlere “neden olmasın?” dedirtiyor.
Gerçi artık evrene biçilen yaş da
yetmemeye başladı. 13.7 milyar yıl da artık yetmemeye başlayınca, “paralel
evrenler” ve “sonsuz zamanlar” kavramları konuşulmaya başlandı. İnanmayacak
olana ne delil yeter ne de zaman.
Bir de şöyle bir şey var: Bir insan
yaşamı boyunca bir-çok şeyin değiştiğini gözlemleyebiliyor. Hem de bu
gözlemledikleri, bilim-adamlarının çok uzun yıllarda
gerçekleştiğini/gerçekleşebileceğini söylediği şeylerdir. Meselâ; bir süre önce
temmuz ayında kazak giydiğini söyleyenler, artık ince giysilerle bile
terlediklerini söyleyebiliyorlar. Bu durum havaların değişmesinin işâretidir.
Dünyâ’da havalar eskiye göre daha fazla ısınmıştır ve insanlar bunu
izlemişlerdir. Gerçi bu durumun nedeni zamânın düz bir çizgide gittiğinden
değil, kozmik/küresel döngüdendir. Bir-süre sonra tekrar temmuz ayında kazak
giyilmeye başlanabilir. Evet; 50-100 yıl öncekine göre bir-çok şey değişiyor ve
insanlar bu değişimi gözlemleyebiliyorlar. Yâni, birilerinin söylediği gibi
“değişim” öyle çok uzun zamanlarda meydana gelen olaylar değildir. Her-hangi
biri 100 yıl önceye gitse ve yaşadığı yere baksa orayı her-halde tanıyamazdı.
Bu, 100 yıl önce orada yaşayan birinin bu zamâna geldiğinde yaşadığı şehri
tanıyamayacağı gibidir. Çünkü 100 sene içinde orası bambaşka yer oluvermiştir.
Bilim-adamlarının “çok uzun zamanlarda oldu” önermeleri, matematik işlemler
sonucu öne sürdükleri teorilerinin, ancak çok-uzun zamanlar söz-konusu
olduğunda geçerli olacağındandır. Hesaplarının bunu gerektirmesidir.
Tutarsızlıklarını kapatma metodudur aslında bu. İşte; bir ömür süresince bile
bir-çok şey bâriz bir değişime uğruyor. Orantıya göre bu değişen şeylerin
farkına varamamamız gerekirdi. Eğer bir “değişim” bu kadar uzun zamanda
oluyorsa, gözlemlediğimiz “küçük değişimler” zaman orantısına göre
gözlemlenemeyecektir. Çünkü o kadar uzun-süre yaşamıyoruz. Demek ki
“değişim/oluşum” için büyük aşamalara/süreçlere/zamanlara ihtiyaç yoktur. Zâten
biraz târihe baktığımızda da, yaklaşık 10.000 yıllık bir zamanda nelerin
değiştiğini görebiliyoruz.
Yeterli “zaman”ınız varsa her şeyi
söyleyebilirsiniz ve söylediğiniz şeyler saçma olsa bile “bu kadar uzun zamanda
neden olmasın ki?” düşüncesi insanların o şeye inanmasını sağlayabilir.
“Hani biz
İbrâhim'e Evin (Kâbe'nin) yerini belirtip hazırladığımız zaman (şöyle
emretmiştik:) “Bana hiç-bir şeyi ortak koşma, tavaf edenler, kıyam edenler,
rükûa ve sücûda varanlar için Evimi tertemiz tut” (Hacc 26).
Dünyâ’nın yaşını hesaplama konusunda
şöyle bir yol da denenebilir: Bilindiği gibi Kur’ân’da Kâbe için en eski
ev-yapı (Beyt-i Atik) olduğundan bahsedilir: Gerçek şu ki, insanlar için ilk kurulan Ev, Bekke (Mekke)de, o, kutlu
ve bütün insanlar (âlemler) için hidayet olan (Kâbe)dir. (Âl-i İmrân 96) Ne zaman insan varsa
illâki “ev” de vardır. İlk insan Hz. Adem’in evi de işte şu-anda Müslümanların
kıble-gâhı olan Kâbe’dir/Kâbe’nin bulunduğu yerdir. Kâbe’nin Hz. İbrâhim’den
önceki temellerinden de bahsedilir zâten. İşte; Hz. Adem’in attığı Kâbe’nin ilk
temellerine inilerek, temellerde bulunan kayaların (yeşil taş) karbon 14 testi
ile yapılacak ölçümlerinde, o kayaların ömrünün 10.000 seneyi geçmeyeceğini
düşünüyoruz ve iddia ediyoruz.
“Yoksa
onlar: 'Bunu uydurdu' mu diyorlar? Hayır; o, Rabbinden olan bir haktır; senden
önce kendilerine bir uyarıcı gelmemiş bir kavmi uyarman için (onu sana
indirdik). Umulur ki hidâyet bulurlar” (Secde 3).
Arabistan Mekke’ye daha önce bir uyarıcı
gelmemiş. Neden? Çünkü uzun bir geçmiş yok. Ortalama 7-8 bin senede anca sıra
gelmiş. Yoksa Mekke’liler 15 milyar yıldır süper-ahlâklı insanlar olduklarından
değil.
“Biz
gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları ancak bir gerçek anlam ve amaç
uğruna ve sınırlı bir süreliğine yarattık. İnkâr edenler, uyarıldıkları
şeyden yüz çeviren (kimseler) dir” (Ahkâf 3).
Bu âyet kâinâtın sınırlı ve belli bir
süreliğine yaratıldığını söylüyor. Çok basit bir anlamayla bu sürenin 15
milyar yıl olamayacağı açıktır. “Sınırlı bir süre” 15 milyar yıl olamaz.
Adı üstünde “sınırlı”.. Olsa-olsa 10.000 yıl olabilir.
İrlanda baş-piskoposu James Usher,
yaptığı hesaba dayanarak Dünya’nın M.Ö. 4004 yılında yaratıldığını söylemiştir.
AŞAMA-AŞAMA YARATILIŞ
YANILGISI
Aşama-aşama; yavaş-yavaş… işte bilimin
sihirli sözcükleri. Aslında bu sözcükler Şeytanın en güçlü silahlarıdır.
“Yeterli zaman” varsa ve yavaş-yavaş ve aşama-aşama olduktan sonra neye
inanılmaz ki? Bu “sihirli sözcük”leri kullanarak şu-an îtibâriyle
yanlışlanamayacak bir tez ortaya atabilirsiniz. Strese girmenize gerek yok;
nede olsa bu kadar uzun zamanda yavaş-yavaş olur.. Uzun zamana yayılan her
teori başarılı olur. Fakat sorun; bu kadar uzun bir zamânın olup-olmadığıdır.
Aşama-aşama yaratmada, “düşünerek” ve
“düşündükçe” yaratmak vardır ki bu bir eksikliğin ifâdesidir. Bu eksiklik
(hâşâ) Allah için söz-konusu değildir. Hz. Ali de:
“Halkı düşünüp-taşınmadan yarattı; düşünüp-taşınmak ancak
düşünceye, tasarlanmaya sâhip olanlara yaraşır; oysa Allah bundan münezzehtir.
Bilgisi, her çeşit gizlilikleri kavramış, her türlü gizli inançları
kaplamıştır” der.
Evrimciler, yaratılışçıları yanıltanın
zaman olduğunu, “uzun-zaman dilimi”nin mevcut canlıları oluşturmaya yeterli
olacağı söylerler.
Burada biraz “terbiyesizlik” yapıp şöyle
bir şey demek istiyorum: 100 katrilyon yıllık yaşı olan bir evrende; bir insan
bir fille cinsel ilişkiye girse, 100 katrilyon yıl sonra “canlı bir Ferrari”
ortaya çıkacağı tezini kim nasıl yanlışlayabilir? “Zaman” olduktan sonra.. Olur
mu olur.. Yeterli zaman olduktan sonra her saçmalık mümkün gösterilebilir.
İnsan, aşama-aşama yapar, çünkü gücü ancak buna yeter. Fakat,
sınırsız kudret sâhibi olan Allah’ın aşama-aşama yaratmaya ihtiyacı yoktur.
Kişinin “aşama-aşama” yapması o kişinin zaafiyetini gösterir. Allah için ise
her-hangi bir zaafiyetten bahsedilemez. Bu yüzden de “aşama-aşama” dan
bahsedilemez.
Meselâ insan aşama-aşama bağlama çalmayı
öğreniyor olsa, bağlamayı en iyi çaldığı zamana göre önceki çalışlarda çirkin
ve uygun olmayan sesler çıkar. Bu kötü sesleri zamanla düzeltebilirsiniz, çok
kompleks ve orijinâl bir varlık olmadığı için düzeltme sırasında bağlama zarar
görmez. Fakat, mükemmel bir kompleksliğe, orijinâlliğe ve canlılığa sâhip olan
insan ve kâinât, kemâlât durumundan bir önceki aşamasında, ya dağılır, ya
çöker, ya da batar.
Evren denen mükemmel bir yapı karşımızda
duruyor. Mükemmelin bir-önceki aşaması mükemmel olmadığı için kusurludur.
Mükemmel olan, kusurlu olandan doğamaz. Mükemmel olan ancak MÜKEMMEL OLAN’dan
gelir ki.. Allah hiç-bir sebebe/aşamaya muhtaç değildir. Bu yüzden mükemmel
olan bir-anda vâr-olmalıdır.
Sicistâni; Allah’ın, yıldızları-göğü-yeri belli bir
süreç içinde yaratmasını bir acziyet olarak telâkki etmiştir.
Allah için bir “süreç”ten bahsedilemez.
Allah “süreç” ile kayıtlanamaz. Süreç; acziyet sâhibi insan/mahlûk için
geçerlidir. Bundan dolayı insan “ol” derse o şey ancak belirli-belirsiz bir
süreç içinde gerçekleşebilir. Fakat âcizlikten mutlak-münezzeh olan Allah “ol”
derse, o şey ânında olur. Eğer “ol” sözünü insan söylerse, o şey
“oluş-sürecine” girer, yâni o şey
aşama-aşama olmaya başlar. Fakat “ol” sözünü Allah söylediğinde, o şeyin ânında
olmaması düşünülemez. “Kün fe yekûn” ifâdesindeki muzâri fiil; âciz olan insan
için kullanıldığında mecbûren gelecek zamânı ifâde ederken; mutlak-kudret
sâhibi Allah (c.c.) için kullanıldığında, mecbûren şimdiki zamânı ifâde eder.
Allah için sâdece “şimdiki zaman” geçerlidir. Allah’a, geçmiş ve gelecek zaman
isnat edilemez. Çünkü bu isnatlar (hâşa) Allah’ı kayıt altına almak olur.
Allah, zamânı yaratandır. Bir şeyin yaratıcısı için yarattığı şeyin mahkumu
olması ve o şeyle kayıt altına alınması düşünülemez.
Oluş-sürecinde olan şey aslında “olma-sürecini”
tamamlayamamış ve hiç-bir zaman da tamamlayamayacak olan şeydir. “O hâlde,
“olan” ve “olmuş” bir şey yoktur, “olmaya çalışan” bir şey vardır” demek
gerekir ki, bu çok saçmadır ve sağ-duyuya da aykırıdır. Böyle bir söz-etmek
aynı-zamanda tüm sorumlulukları ortadan kaldırır. Dîni ortadan kaldırır. Çünkü
henüz din oluş sürecindedir, her şey oluş-sürecindedir ve tamamlanmamış bir
şeyin sorumluluğu olmaz. Belirsiz olan şeyin sorumluluğu olmaz. Herakleitos da,
“var dediğimiz her şey, gerçekte oluş-sürecinde olan bir nesnedir” şeklindeki
“akış kuramı”dan bahseder. Bu “olma-süreci hiç-bir zaman” bitmez. Bu yüzden de
hiç bir şey bilinemez. Bilinemediği için de sorumlu olunamaz. Neyden sorumlu
olunacak ki? Hâyır! “oluş-süreci” yok, “olma” var. Bu “olma” derinden
bakıldığında her-an olan bir “olma”dır.
Allah “ol” dedi ve “ol”du. Bu yüzden biz de sorumlu olduk.
Âl-i İmrân 67. âyeti
üzerinde “kâne” fiilinin nasıl kullanıldığını gösterelim:
mâ kâne : olmadı
ibrâhîmu :
Hz. İbrâhîm
yahûdiyyen : yahudi
ve lâ nasrâniyyen : ve hristiyan olmadı
ve lâkin kâne : ve lâkin, fakat ... oldu
hanîfen :
Allah'ın tek oluşuna, ölmeden önce ruhun O'na ulaşmasının ve Allah'a teslim
olmanın farz olduğuna inanan
muslimen :
Allah'a teslim olan, müslüman
ve mâ kâne : ve olmadı
min el muşrikîne :
müşriklerden, (Allah'a) eş, ortak koşanlardan.
Şimdi; “kâne” “oluş-sürecine
girmek” demekse; bu âyetteki “kâne”de Hz. İbrâhim “müslim olma-süreci”ne
giriyorsa, “ma kâne zâlimen” sözü de “zâlim olmama süreci” midir? Yine “Mâ
kâne İbrâhîmu yahûdiyyen ve lâ nasrâniyyen ve lâkin kâne hanîfen
muslimâ(muslimen), ve mâ kâne minel muşrikîn(muşrikîne)”. “İbrahim, ne
yahudi idi, ne hristiyandı, (ma kâne= olmadı) ancak, O hanif (muvahhid) bir
müslümandı, müşriklerden de değildi” (ma kâne= olmadı)” âyetindeki
“Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve müşriklerden olmama”yı da bir oluş-sürecine
mi bağlayacağız? Yahudi ve Hıristiyan olmamak bu kadar mı zor. Ya da bunu
söylemek bu kadar mı zor. Hem bu âyet zamânımıza da hitâp etmiyor mu? O hâlde
biz bu âyeti okuduğumuzda Hz. İbrahim için müslüman olup-olmamasıyla ilgili
hemen bir hüküm veremeyecek miyiz ve “söyleme-sürecine” mi gireceğiz? Çünkü
İbrahim bir süreçte müslüman oluyorsa ve müşrik olmuyorsa, bizim bunu
söylememiz bir süreç içinde mi olacak? “Kâne” fiili oluş-sürecine girmek
demekse, “ma kâne” ne demek? “olmama/oluşmama sürecine girmek” demek mi? O
zaman biz kimseye müslüman ve kafir diyemeyiz. Hattâ iyiye ve kötüye de hemen
hüküm veremeyiz ve iyi biri için iyi diyemeyiz. Hiç-bir şey yapamayız. Din/İslâm
bu kadar göreceli değil.
“Allah yaratmayı hep aşama-aşama yapar”
diyorlar. Peki bu kural sâdece maddî varlıklar için mi geçerlidir yoksa maddî
olmayan melek, şeytan-cin, hûri, ğılman vs. için de geçerli midir? Melekler
de mi aşama-aşama yaratılmıştır?
Evrimsel-aşamalı
bir yaratılışta, o evrimi-aşamalı süreci Allah’ın kontrôl edip-etmemesinin ne
önemi var ki? Evrim olunca artık fark etmiyor. Netîcede evrim.. Evrim olunca
yaratılışı Allah ile bağdaştırmak zorunlu olmaktan çıkıyor. Bir-anda olan bir
yaratılış ise mecbûren Allah-yaratıcı ile olmak zorunda. İşte Big-Bang süreci
buna aykırı, ya da Allah’ın kontrôlünde olmak ihtiyâcı hissettirmiyor. Big-Bang
ile olunca “Allah’sız da olabilir” düşüncesi normâl ve doğal olarak çıkıyor
ortaya. Bir-anda yaratılmada ise başka alternatif yoktur ve zâten kâinat bunu
haykırıp durur: “Allah tarafından bir-anda yaratıldım”.
Yâni
sorun; “tamam, yaratılış bilimin dediği gibi oldu ve bunda bir sorun yok, fakat
bu süreç Allah’ın kontrôlünde mi oldu, yoksa kendi-kendine mi oldu tartışması”
mı? Bilim açısından ne fark eder ki? Oluşumun bizzat kendisi için ne fark eder?
Oluşum için iki kesim de aynı şeyi söylüyor ve kabûl ediyor. Bilimsel olarak tıpa-tıp
onlar gibi konuştuktan ve inandıktan sonra: “Fakat tüm bunlar Allah’ın plânlamasıdır”
demenin ne anlamı olacak? Onlar da ”hayır kendi-kendine olmuştur” derler. Tartışmanın
bu boyutu inanç ile alâkalıdır. Biri tesâdüf diyor diğeri yaratılış. Netîcede
orada iki kesimin de kabûl ettiği aynı süreç işlemiş. Asıl ilginç olan şey, nasıl
oluyor da inançsızların gözlemleri ile inançlıların gözlemlerinde aynı süreç görülüyor?.
İnançlı olanların inançtan kaynaklanan gözlemsel ve değerlendirme anlamında bir
farkları yok mu? Ve bu nedenle de inançsızlardan daha farklı ve doğru bir
sonuca ulaşmaları gerekmez mi? Eğer cevap “hayır” ise bu; “onların bilimini
alalım ama inançsızlığını almayalım” demek anlamına gelmiyor mu?. Yaratılışın
açıklaması iki kesim için de aynı ise, o yaratılışın tesâdüfen ya da tasarımla
oluştuğunu söylemek arasında niye bir fark olsun ki?, ya da bilim açısından
bunun ne önemi var?, bu fark araftaki (nötr) bir kişi için artık bir-şey ifâde
etmez.
Evrenin
yaşına 1024 sâniye
biçiliyor. Bu durumda bahsedilen oluşumların gerçekleşmesi için bu süre
yetmiyor. Demek ki bu oluşumlar süreç ile yaratılmadı. Bir-anda yaratıldı.
İnançlı bilim-insanları; “bu kadar kompleks varlıkların tesâdüfen oluşması imkânsızdır”
diyorlar. İyi de buna tesâdüf değil de tasarımla ve bilinçli aşamalı bir
süreçle yaratıldığını söylediğimizde de evrenin ömrü bu oluşumların oluşmasına
yetmiyor ki. Tasarımlı fakat aşamalı bir süreç ile yaratıldığını da kabûl edemeyiz,
çünkü zaman yetmiyor. Big-Bang’den beri geçen zaman yetmiyor. O hâlde tasarımlı
ama aşamasız-süreçsiz bir ilk-yaratılıştan bahsetmemiz kaçınılmaz oluyor ki bu
yaratılış, bir-anda gerçekleşen bir yaratılıştır. Bu mükemmelliğe zaman
yetmiyor, imkân yetmiyor. Yâni süreçle oluşması imkânsız. O nedenle hiç-bir
zaman idrâk ve îzah edemeyeceğimiz mûcize ile olan bir yaratılış var ki o da -aşamalı
süreç, açıklamalı bir süreç olacağından- bir-anda olacak olan bir yaratılıştır.
Bir-anda olacak olan bir “ilk yaratılış”tır. Yâni yaratılışa şans-tesâdüf ile
değil de, bilinçle-tasarımla dediğimiz zaman da aşamalı-süreçli bir yaratılış
yetersiz kalıyor. Sorun, kâinâtın tesâdüf ile mi yoksa tasarımla mı yaratıldığı
sorunu değil, aşamalı mı, bir-anda mı yaratıldığı sorunudur. İnançlılar buna inançsızlardan
ayrılmak için mecbûren “bir-anda” demek zorundalar. Aksi-hâlde inançsızların
söylemlerinden bir farkları kalmayacaktır. Çünkü ikisi de aşamayı kabûl ediyor
fakat bu aşamanın şuurlu mu şuursuz mu olduğunda anlaşamıyorlar ki bu, varlığın
açıklamasında önemli bir şey değildir. Açıklama aynıdır zîrâ. İnançlılar
inançsızlarla “nasıl”lıkta çelişmiyorlar, niçin-nedenlikte farklılaşıyorlar ki
inançsızlar zâten bunu sorun etmiyorlar, yâni onlar için bir niçin-neden yok.
Böyle olunca da inançlıların derdi, inançsızları niçin-neden’e zorlamak oluyor.
İkisi arasında başka bir sorun yok çünkü.
Bilim,
bir Allah inancı oluşturmaz, fakat Allah inancını pekiştirebilir. Allah
inancının olması için bilime gerek yoktur. İşte biz diyoruz ki; ilk-yaratılış
(hattâ şimdiki yaratılış da öyle) evrimcilerin yada sözde yaratılışçıların
dediği gibi aşamalı olarak olmaz. Yâni aşama-aşama olmaz. Bir-anda olur. Her-şey
bir-anda olur. Fakat ilk-yaratılışta her-şey bir-anda yaratılmışken, sonraki
yaratılışlar-türetmeler “bir-andalar” ile olur. İlk-yaratılış bir-anda ile,
sonraki-şimdiki yaratılışlar ise bir-andalar ile olur-oluyor.
Sen
evrenin yaratılış sürecini pozitivistler gibi kabûl et; insanın yaratılışını
evrimsel süreçlerle îzah et, sonra da de ki: “Tüm bu yaratılışlar, Allah’ın
kontrôlünde tasarımla olmuştur”. Lafla olmuyor. Aynı bilimsel açıklamaları inançsızlar
da yapıyor zâten. O zaman onlar da her ne kadar tesadüfle olmuştur deseler
bile, yaratılış açıklamalarını tıpa-tıp inançlılar gibi yaptığı için tasarımı
kabûl etmiş olmuyorlar mı? Ya da, yaratılışın aşamalarını-sürecini inançsızlar
gibi yapıyorsan, yâni ilmini onlardan alıyorsan, inancını da paylaşıyorsun demektir.
Yâni ilmini aldığının ahlâkını da almışsın demektir.
Bu nedenle Pozitivist Dünyâ’nın bilimini
aldığınızda, “pozitivist ahlâkını” (daha doğrusu etiğini) da almış olursunuz. Ahmet
Kalkan:
“Kimi savunmacı ve uzlaşmacı insanlar öyle derler:
“Batılıların sâdece tekniği alınmalı,
ahlâk ve kültürü alınmamalıdır”. Düşünülmez ki, teknik ve teknolojik aygıtlar, dünyâ-görüşü ve yaşama biçimiyle birlikte gelir. Zâten bunlar,
belirli bir kültürün ürünüdür ve o arka-plândan koparılamaz.
Söz-gelimi, “buzdolabı”, kültürüyle birlikte gelmiştir. Eskiden,
artan yemekler, ertesi güne saklanamayacağından bir komşuya ve özellikle
fakirlere verilirdi. İnsanlar, evlerine gıdâ
depola(ya)mazlardı. Buzdolabı, “verme”yi unutturan “egoist” kültürüyle,
kullananlara sâdece kendini düşündüren yaşama biçimiyle
geldi. Çamaşır-makinesi alınca ister-istemez deterjan, yumuşatıcı, kireç-sökücü gibi
yan ürünlere de abone olacaksınız. Çamaşır için fakir komşuyu yardıma çağırıp
onun da bu bahaneyle geçimine katkıda bulunma gibi düşünceler, makine alır-almaz, artık
aklınızın ucundan bile geçmeyecek. Örnekleri çoğaltabiliriz. Tv, radyo,
kasetçalar, bilgisayar, kendileriyle birlikte hangi kültür, oyun, anlayış ve
ahlâkı da kaçınılmaz olarak getiriyor, düşünmek yetecektir” der.
İnançsızlar
“tamam-tamam tasarımla olmuş” deyiverseler ne değişecek?. İnsanlar yaratılış
ile ilgili açıklamalardan ne anlıyorlar, orası önemli. Biz de diyoruz ki: Aşamalı-süreçli
“ilk yaratılış” hikâyesi, Allah’sızlığı çağrıştırır. Allah’a bir ihtiyaç
hissettirmez çünkü. “Zâten açıklaması yapılan şey”de Allah’a ihtiyaç kalmaz.
Bir-gün gelir açıklamasını yaptığı o şeyi kendisi de yaratabilir. İnsanlar
anlayabildikleri şeye artık îman etmezler. Yaratabildiklerine ise hiç
etmezler. Artık ortada inanılacak bir şey yoktur. Ortada gayb kalmamıştır
çünkü. Allah’a îman gayba îmandır zîrâ. Fakat yapılan “aşamalı süreç
açıklaması” yâni Big-Bang süreci doğru değildir. Allah’a îman hep sürecektir. Çünkü
yapılan açıklamalar açıklama değil, masallardır. Zannetmelerdir. Uydurmalardır.
Masa-başı felsefelerdir. Modern bilimsel yalanlardır. Söylenenlerin %90’ı yalan
ve yanlıştır. Kâinâtın tamâmını gözlemleyip idrâk etmeden kesin bir yargıya
varılamaz ve insanda da böyle bir güç yoktur ve hiç-bir zaman da olmayacak.
Eğer olsaydı, insan Allah olurdu -hâşâ-. İnsanlar, yakın göğün (Güneş-sisteminin)
bilgisi dışında, o da eksik ve hatâlı ölçümlerden başka açıklamalar yapamazlar.
Atoma kadar çalışabilirler. Atomu ayırdıkları anda ortada somut bir şey yoktur
zâten. Bu nedenle de artık matematiksel muhabbetlerden başka bir açıklama
olmaz. Zâten yine, soyut bilginin-felsefenin konusu olan kuantum teorisi bile
insanlara; “bildiklerinizin % 99,99’u yanlıştır” diyor.
Tohum
benzetmesi ve diğer aşamalı oluşum örnekleri de sâdece birer “örnek”tir. Tohumun
açılmasıyla olan oluşum örnekli bir oluşumdur. İnsanın üretmesiyle Allah’ın
yaratması bu örnekle aynılaştırılamaz. Çünkü Allah’ın yaratması, örneksiz
yaratmadır.. Hiç-bir örnekle tutmaz ve bu nedenle de hiç-bir örnekle açıklanamaz.
Kâinat mûcizedir. Açıklaması yapılabilen şeyler ise mûcize olmaktan çıkar.
Mûcize insan aklının alamayacağı olay/şey demektir. İnsanın îzah edemeyeceği
şey..
Allah
“ol” diyerek ilk-yaratılışı mükemmel bir varlık ortaya çıkararak başlatmış, fakat
Tevrat ve İncil’deki gibi bir kenara çekilmemiş, arşa-kürsüye (yâni iş-başına)
kurularak yaratılışı tekrarlamıştır/tekrarlıyor. Ve bu sonraki yaratılışlar
zâten bizim de gözlemlediğimiz, incelediğimiz yaratılışlardır ve Allah’ın izin
verdiği ölçüde, öykünerek ve örnek alarak benzerlerini yapmaya çalıştığımız/yaptığımız
yaratılışlardır. Bizim için mûcize olan ve îzah edemeyeceğimiz yaratılış, ilk
yaratılıştır.
Carl
Sagan:
“Bir-gün tümüyle
rastlantı sonucu beliren bir molekül, sulu çamurdaki molekülleri yapı-taşları
olarak kullanıp, kendi kaba kopyalarını yaptı” der.
Allah’ı
hesâba katmayan bilim-adalarının ilk-yaratılış için anlattığı: “Canlılar, oradan
çamur buradan balçık, şuradan Güneş, oradan su vs. bir etkileşim oluştu, sonra
üreme başladı, tekrarladı; ve sonsuz bir madde açıldı-saçıldı-irileşti-birleşti
vs. vs. diyerek en sonunda evren bu hâle geldi diyerek anlattıkları süreç,
aşamalı yaratılış için çok anlamsız ve saçma değildir. Bu teoriler en nihâyetinde
mutlak anlamda çürütülemez. “Aşamalı” olduktan sonra illâ ki olur” düşüncesi
hâkim olur. Hele milyar yıllık zamanlar olduktan sonra, haydi-haydi olur.
Aşamalı
yaratılış bir yaratılış değildir, bir oluşmadır. O nedenle bu yaratılışı Allah’a
bağlamayanları neyle suçlayacaksın ki? “Kendi-kendine oluşmuş” derler ve buna
inanırlar. Bu inanç ve felsefeyle ilgili bir konudur. Bilim ile ilgili değil.
Bir-anda
Yaratılma
Kâinat bir-anda
“zuhur” etmiştir.
Kur’ân-ı
Kerîm'de Allah'ın yer ve gökleri, daha önce mevcut olan benzerlerine göre
değil, tamâmıyla, eş ve benzerleri olmadan yoktan yarattığı ifâde edilmiştir.
İlgili âyet şöyledir:
“O (Allah), gökleri ve yeri benzersiz
yaratandır. O bir şeyi diledi mi ona sâdece; “ol” der, o da hemen
oluverir" (En-âm
101).
Tohumun yarılmasıyla bitkiler çıkıyor tamam;
ama ilk başta tohum nasıl yaratılmıştır? İlk tohum nasıl yaratılmıştır?
Tohumun ilk başta nasıl yaratıldığını idrâk edebilir miyiz? İdrâk edemeyiz,
çünkü aklımız buna ermez. Biz buna sâdece “benzersiz bir yaratılışla
yaratılmıştır” diyebiliriz.
Zihin, aşamalı süreçleri pek sevmez.
Çünkü o her zaman “birden” sezer ve anlar. Kâinâta bakar ve onun hakkındaki
bilgiyi birden/âniden sezer ve anlar. Aşamalı durumlarda zihin karışır ve kesin
bilgiye ulaşamaz.
İhsan Eliaçık:
“İnsanoğlu hep bir ve bütün olanı arıyor. Bu
bakışı kaybederse zihni dağılıyor, bakışı paramparça olup düşünemez hâle
geliyor” der.
Allah, bütün Dünyâ’daki ve evrendeki cansız varlıklar
dediğimiz (Cansız olup-olmadığı tartışılır, Canlılık denilen şey,
atomların hareketleri ise, cansızlar da aslında canlıdırlar. Çünkü onların
atomları da sürekli hareket hâlindedir) galaksilerden yıldızlara, yıldız
sistemlerinden gezegenlere kadar bütün maddeyi ve canlılığı bir-anda
yaratmış olamaz mı? Allah bir âyetinde; “O,
bir şeyin olmasını dilediğinde yalnızca ol der ve o şey hemen oluverir” der. Şimdi soralım; neden bir evrenin oluşması
için bir Big-Bang sürecine ve canlılığın oluşması için bir evrim sürecine gerek
olsun? Allah, yukarıdaki âyette söylediği gibi: bir şeye “OL” deyince o şey
hemen oluveriyor; dikkat edilirse “hemen oluverir” diyor, “olmaya başlar” vs.
gibi bir kelime kullanmıyor. Ayrıca âyetlerde; “Allah her şeyi altı günde
yaratmıştır” denir. Îtiraz ederek buradaki yevm/gün kelimesini “altı evre”,
“altı zaman” vs. olarak anlamanın bir gereği de yoktur. (“Altı evre” sözünü ne kadar da
seviyorlar. Bunu Zerdüştlükten alıyorlar gâliba. Zerdüştilikte, Dünyâ’nın "altı
evre"den oluştuğuna inanılır). Sâmi dillerinde 7, 70, 700 sayıları
çokluğu ifâde eder. Kur’ân’da Allah’ın, “yedi günde” yâni “çok zamanda” değil
de “altı günde yarattım” demesi mânidardır. Altı günü özellikle anması
önemlidir. En basit mantık olarak; “yevm”
kelimesinden türeyen “yevmiye”, “bir gün”ü ifâde eder. Yeni bir mânâ yüklemek için lafız bir kenara atılamaz. “Vahyin
maksadı, nassın lafız ve mânâsına aykırı olmamalıdır” sözünü unutmamak gerekir.
Meselâ; “oruç tutun” lafzına oruç
tutmaktan başka bir mânâ veremeyeceğimiz gibi. Mustafa İslamoğlu
meâl-tefsirinde; “Altı gün” gaybî bir konudur, te’vil edilse de olur,
te’vil edilmese de olur” der; tabi te’vil edilmezse bizim söylediğimiz gibi
olur. Lâkin “altı-gün” sözü belirsiz bir söz değildir ki yorumlansın. 6 gün
diyor, 7 gün dese diyeceğim ki: “tamam, 7 gün” çokluktan kinâyedir, bu nedenle
de uzun zamânı ifâde eder”. Binaenaleyh,
Allah bütün canlı ve cansız varlıklara, Dünyâ’ya ve evrene, bildiğimiz ve
bilmediğimiz her şeye “OL” demiş ve her şey bir-anda oluvermiştir. Yâni
evren hemen-hemen şimdiki şekliyle yaratılmıştı.
Kur’ân’da “3 gün”, “10 gün”, “40 gün” vs. ve “6 gün” ibâreleri
var. Bu âyetlerde geçen “yevm”/”gün” kelimeleri aynı şekilde yazılmış. Peki
neden “6 gün” hâricindekileri te’vil etmiyorlar da “6 günü” sonsuz tefsir ve
te’villere vuruyorlar? El cevap: Modern/seküler/laik/Allah’sız bilimin
etkisinden dolayı. “Evet, altı günde yaratılmıştır” diyemiyorlar. (“Altı
zaman”, “altı devir” vs. gibi saçmalıklara sığınıyorlar. Çünkü bilim 13-15
milyar yıllardan bahsediyor. Bu sayıya ters düşmek istemiyorlar. O yüzden de
“yevm”=”gün” kelimesinin canını çıkarırcasına tefsir/te’vil ediyorlar.
Bu konuda Şehit
Seyyid Kutub şöyle der:
Bâzı âyetleri pozitif bilimlerin verilerine göre yorumlamak
diye bir zorunluluğumuz yoktur. Çünkü beşeri bilimler tüm evreni kuşatamamıştır
ki biz de kesin olarak "İşte Kur’ân-ı Kerim bunu demek istiyor"
diyelim. Ne var ki insanoğlu kesin olarak evrenin yapısını bütünüyle
öğrenmediği sürece böyle bir şey söyleyemeyiz .. Bu ise uzak, hem de çok uzak
bir temennidir.
“Ve
nitekim, Mûsa'ya âyetlerimizi gönderip kendisine: “Halkını kopkoyu
karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara Allah'ın Günleri'ni hatırlat!” diye
(emrettik)” (İbrâhim 5).
Âyette de görüldüğü gibi Allah, günlerin
çokluğundan bahsedeceği zaman “günler” kelimesini kullanıyor. İşte bu âyet, tek
bir günü değil, birden fazla günleri ifâde eder. Belirleyici rakam
verilmemiştir çünkü.
Aslında buradaki problem,
“yekûn” kelimesinin ne anlama geldiğidir. Nîsâ 85. âyete bakarsak “yekûn”
kelimesinin iki kez geçtiğini görürüz. Burada bu kelimeye; “tüm” = “tümü”
anlamı verilmiştir. Zâten Türkçe’de bu kelimeyi biz; “top-yekün” olarak da
kullanırız ve bu da “toplam”, “tamâmı”, hepsi” vs. anlamlarına gelir. “Yekûn”
toplam/total olan/bütünsel demektir. Allah;
“kün fe yekûn” demekle, “ol” dedi ve hepsi birden, âniden ortaya çıktı” demek
istemiştir. Yâni “yekûn” kelimesi bir süreçten bahsetmiyor. Bahsedilen
“yekûn”ün anlamı “tamâmı”dır. Tabî ki, bir şeyin tamâmından bahsedildiği yerde
o şeyin tamamlandığından da bahsedilmiş olur. Bu da âni bir oluşum ve var
etmeyi gerektirir. Âni bir oluşumun olduğu yerde ise, bir süreçten yada
aşamadan bahsetmemiz yersiz olur. Zâten “kün” kelimesinin türevleri olan
kelimeler de varlığın tamâmına vurgu yaparlar:
Kain: Olan. Var olan. Bulunan. Mevcut;
Tekvin: Var etmek. Meydana getirmek. Yaratmak; Kevn: Hudus. Varlık, var olmak.
Vücud, âlem, kâinât. Mevcûdiyet. Kâinât “tamâmı” olduğu için, “kün” de tamâmına
işâret eder.
Allah’ın irâdesi mutlak bir irâdedir.
“Kün fe yekûn”deki irâde, mutlak bir irâde olduğu için, o şey artık derhâl
olmak zorundadır. “Kün” emri ortaya konduğunda, kâinât, tanzim edilmiş ve
düzene girmiş bir şekilde ortada beliriverir.
Mutlak-İrâde’den çıkan bir söz olduğu
için, kâinât mükemmel bir düzen içindedir. Mükemmel bir düzende ise, bir
eksiklikten ve tamamlanmamışlıktan bahsedilemez. Seyyid Kutub bu konuda şöyler
der:
“Tüm varlık mükemmel anlamda parçaları îmâl olunmuş bir
birlik meydana getirir ve yaratılışı, düzeni ve amacıyla birlikte tam bir uyum
içinde bulunur; zîra tüm varlık doğrudan-doğruya mükemmel ve mutlak olan bir
irâde sebebiyle varolduğu için bu uyumu göstermektedir”.
Her varlık orijinal şeklinde bir-kez
yaratılır ve bir daha tekrârı olmaz. Çünkü yaratmada tekrar yoktur. Zîra yaratma bizzat “yeni” olmayı ifâde eder.
Allah işini tam yapar. Tam yapmak
tamamlamak demektir.
“Doğrusu
o azap onlara ansızın gelecek de kendilerini dondura-kalacaktır; artık ne geri
çevrilmesine güçleri yetecek, ne de kendilerine mühlet verilecektir” (Enbiyâ 40).
“Yer
ayaklarının altından kayıp param-parça olduğu gün her şey son-sürattir.
İşte bu akıl-sır ermez bir toplanıştır” (Kâf 44).
Âyette de belirtildiği gibi “son saat”
ansızın gerçekleşecek bir olaydır. Başlaması ve bitmesi anlık bir olaydır. Kur’ân-ı
Kerim bunu (Yusuf 107, Hac 55, Şuârâ 202, Ankebût 53, Yasin 49, Zümer 55,
Zuhruf 66, Muhammet 18, Enam 31, 44, Araf 187) âyetlerinde farklı vurgularla
anlatır. Geliş ve gidiş arasında fark yoktur, sâdece aynı-şeyin ters olarak
tekrarlanmasıdır. Başlangıç ve bitiş arasında da “olma” yönünden fark yoktur,
bir-anda başlar ve bir-anda biter. Meselâ bir-anda koşmaya başlarsın ve
bir-anda durursun. Bir şeyin bitişinin nasıl olduğu, o şeyin başlangıcının
nasıl olduğunu da anlatır. İşte bunun gibi; “bitiş ansızın olacağı gibi,
başlangıç da ansızın olmuştur”. Allah zımnen; “işte başlayış da böyle ansızın
olmuştu” demek istemiştir. Bu “ansızın olma”nın bir işâreti ve bir kanıtı da
olamaz. Buna kanıt aramak abesle iştigaldir. Mustafa İslamoğlu’nun deyimiyle; “ansızın
gelenin işâreti olmaz”.
Lütfi
Bergen:
“Hakîkati biz
bulamayız, o ansızın ve yalnızca bize mahsus verilendir” der.
“Saatin
(kıyâmetin) ne zaman demir atacağını (gerçekleşeceğini) sorarlar. De ki: Onun
ilmi yalnızca Rabbimin katındadır. Onun süresini O'ndan başkası açıklayamaz. O,
göklerde ve yerde ağırlaştı. O, size apansız bir gelişten başkası değildir.
Sanki ondan tümüyle haberdarmışsın gibi sana sorarlar. De ki: Onun ilmi
yalnızca Allah'ın katındadır. Ancak insanların çoğu bilmezler (A’raf 187). Kıyâmetin ne zaman
kopacağını ancak Allah bilir. Bu yüzden ansızın gelecektir. İşte bunun gibi;
yaratılışın ne zaman başladığını da sâdece Allah bilir, çünkü ansızın
başlamıştır.
Bir teoriye göre evrendeki yıldızların
entropi yasasından dolayı enerjileri sürekli azalmakta olduğundan, evrendeki
soğuma artmaktadır, (“ısı ölümü”). Bu soğuma mutlak soğumaya (-273,15 derece)
ulaştığında hareket duracak ve her şey bir-anda kendi içine ve sıfıra doğru
çökecektir. Çünkü uzaydaki yıldızların oluşumunu sağlayan gaz stoklarının
yıldızların yeniden oluşumunu mümkün kılamayacak şekilde bir gün bitecektir.
Kur’ân’da âhiret için mutlak anlamda
bilgi verilmez. Aklımız ermez çünkü. İşte bunun gibi; “evvel” için de mutlak
bilgi verilmez.
Her şey bir-anda olmuştur. Bir-anda; yâni
aynı-anda. Her şey aynı-anda olmaya da devam eder zâten.
Aynı-anda-bir-anda
olma mecbûriyeti kendini hücrede ve hücre-altında da gösterir. Saadettin Merdin’in
yazısında konuyla ilgili şu açıklamalar vardır:
“Basit mikrop, virüs
ya da hücre henüz kendi-kendini çoğaltamaz. RNA’ya, enzimlere ihtiyâcı vardır.
DNA ile enzimler arasında çok sıkı bir ilişki vardır. DNA; yalnız bir-takım
enzimlerin yardımı ile eşlenebilirken, bu enzimlerin sentezi de ancak DNA’daki
bilgilerle gerçekleşir. Bu yüzden eşleşmenin meydana gelebilmesi için
ikisinin de aynı-anda mevcut olması gerekir. Ayrıca bu ilk hücre/canlının
DNA’sı çift kat olmalı ki, üreyebilsin. Ayrıca bu esnâda önemli DNA ve
proteinlerin ve diğer önemli moleküllerin bir-takım zarlarla, kılıflarla
korunması da gerekir. Bu özel zarla korunan moleküller kendilerini
kopyalayamazsa, hücre bölünemezse tesâdüflerle buraya kadar getirilen ilkel
canlı ânında mevtâ olur. Hadi sil baştan. Oysa hayâtın oluşması için tek bir
şansı vardır. Evrim asla tekrarlanamaz. Bir kere kayboldu mu, en başa dönmek
zorunda kalırsınız. Yine oluşan ilk hücreden ânında diğer farklı yeni hücreler/canlılar
yaratılmaz ise, ilk hücre anormâl çoğalarak, Dünyâ’daki tüm besini kısa bir
sürede tüketip, ne kendisinin, ne de kendisinden sonra yaratılacak olan
canlıların tüketebileceği besin kalır. Çünkü evrim sonsuz genişleyen, yepyeni
çeşitliliğin târihidir. Yâni; ilk canlının peşinden, diğer farklı canlıların
ard-arda yaratılması lâzımdır!.
Allah’ın kâinatı ilk başta nasıl
yarattığını mı soruyoruz? Eğer öyleyse ağaçların, çiçeklerin, hayvanların,
yıldızların ve tabi ki insanın her gün nasıl yaratıldığına bakmakla bu sorunun
cevabını bulabiliriz.
Aslında yaratıklar arasında yaratılması
yüce Allah'a zor gelen her-hangi bir varlık yoktur. Ancak karşılaştırma
insanların ölçülerine göre yapılıyor. Çünkü insanların değer ölçülerine göre
yeniden yapmak, ilk kez yapmaktan daha kolaydır. Yoksa yüce Allah'ın gücüne
oranla ilk kez yapmak yeniden yapmak gibidir, yeniden yapmak da ilk kez yapmak
gibidir. Bu işlem için sâdece yüce Allah'ın irâdesinin yönelmesi ve “ol” sözü
yeterlidir. “O da oluverdi”. Kâinat,
her-an “ol” sözüne muhataptır, “her-an” yeniden yaratılır. Zâten “kün
feyekün” sözündeki “fa” bağlacı çabukluk
ifâde eder. Yâni “ol der, çabucak oluverir” anlamına gelir.
Hattâ “fa” bağlacı çabukluk ifâde ettiği
için “ol der olur” diye çevirmek yanlıştır. “Ol dedi, oldu” ya da “Ol” der,
hemen/derhâl tamâmı olur” diye çevirmek gerekir.
Bir örnek:
“Musa onların hayvanlarını
suladı, sonra gölgeye çekildi; “Rabb’im, doğrusu bana indireceğin her hayra
muhtacım” dedi”
(Kasas 24).
Seyyid Kutub bu âyeti şu
şekilde tefsir ediyor:
“Biz Hz. Musa ile -selâm üzerine olsun-
birlikte duâ sahnesine dalmışken, âyetlerin akışı kurtuluş sahnesini göstermede
acele ediyor. Bu amaçla duâya verilen cevabın ne kadar çabuk geldiğini
vurgulamak için, âyette çabukluk ifâde eden “fa” bağlacı kullanılıyor. Sanki
gök koşuyor ve yalvaran bu yabancı kâlbin duasına cevap veriyor”.
“Fa” bağlacı çabukluk ifâde eder ve iki
şey arasında kopmaz bir bağdan bahseder. Bu bağ kesintisiz bir bağdır. “Kün fe yekün” derken de, burada
kullanılan “fa” bağlacı çabukluk ifâde eder ve “kün” ve “yekün” arasında “fa”
bağlacı çabukluk oluşturacağından dolayı iki kelime arasında bir ayrılığın
olmadığını anlarız. “kün” ve “yekün” arasında kopmaz bir bağ vardır ve bu bağ
“kopmaz” olduğu için ikisi arasında küçük de olsa bir ayrılıktan bahsedilemez.
Bir ayrılıktan bahsedilemeyeceği için her-hangi bir zamandan da bahsedilemez.
İşte bu yüzden; “ol der ve olmaya başlar” gibi bir tercüme yapılamaz. Ancak “ol
der ve o şey ânında olur” diye bir tercüme yapılabilir. Zâten “Kâne” fili
geniş-zamandan çok geçmiş-zaman için kullanılır.
“Ol”
deyince “olmaya başlıyor”muş.. İyi de, onu ben de yapıyorum: Bir tohum ekiyorum
ve “ol” diyorum, başlıyor oluşmaya/olmaya. Oluşum sürecine giriyor yâni. Hemen
olmuyor.
Aşağıdaki âyetler de “fa” bağlacının
“çabukluk”, “ânındalık” ifâde ettiğini gösterir:
“Fe
elkâ asâhu fe izâ hiye su’bânun mubîn (mubînun)”. “Böylelikle (Musa)
âsâsını fırlatınca, ânında apaçık bir ejderha oluverdi” (A’raf 107).
“Ve neze’a yedehu fe izâ hiye beydâu lin nâzırîn
(nâzırîne)”. “(Bir de) Elini sıyırdı, o da ânında
bakanlara bembeyaz (görünüverdi)” (A’raf 108).
“Fe ehazethumur recfetu fe asbehû fî dârihim
câsimîn(câsimîne)”. “Bu-arada âni bir yer-sarsıntısına tutuldular da
oldukları yerde yığılıp kalıverdiler” (A’raf 91).
“Müjdeci
gelip de onu (gömleği) onun yüzüne sürdüğü zaman, derhâl (fe-rtedde=hemen geri döndü) gözü görür olarak (sağlığına) dönüverdi. Yâkub: Ben size demedim mi?
Allah'ın izniyle sizin bilmediklerinizi bilirim” (Yûsuf
96). Buradaki “fe” hemen/derhâl anlamındadır. Çabukluk ifâde eder çünkü.
“O ki yaratıp
düzene koyandır (halâka fe sevvâ) ” (Âlâ 2). Yarattı ve sonra düzenledi
diyenler var. Ellezî halâka fe sevvâ: “yarattı ve anında düzene koydu”
demektir. “Fe” “hemen yaptı” demektir. Arasında
zaman yoktur.
“Yâ eyyuhellezîne âmenû izâ nûdiye lis salâti min yevmil cumuati fes’av
(fe is’av) ilâ zikrillâhi ve zerûl bey’a, zâlikum hayrun lekum in
kuntum ta’lemûn” Cum’a 9. âyette “fe” çabukluk ifâde eder ve “hemen koşun”
anlamına gelir.
Zemahşerî, Keşşaf”ında şöyle demektedir: “Nun”
ve “fa” harfi ile başlayan fiiller geçip gitmek ve sona ermek
anlamlarına gelir”.
Görüldüğü gibi Hz. Mûsa âsâyı atınca âsâ ejderha hâline
gelmek için oluş-sürecine girmemiş, hemen/ânında/bir-anda ejderha oluvermiştir.
Eli bir-anda bembeyaz kesilivermiştir. Yer-sarsıntısı ânında başlayıvermiştir.
“Oluş-sürecine girme” yok, “bir-anda/ânında/hemen olma” durumları var
buralarda. Aksi takdirde Hz. Mûsa’yı yetenekli bir sihirbaz/ilizyonist
yaparsınız. Bu tarz bakış-açıları pozitivist bakış-açılarıdır. Hâlbuki burada
a-normal/para-normal bir olay/mûcize vardır.
Kâinât Allah’ın bir vahyidir. Vahiy, “süratli
ve gizli bir şekilde bildirimde bulunmak” anlamındadır. Allah âyetlerden oluşan
vahyini nasıl süratli bir şekilde gönderiyorsa, kâinâttan meydana gelen vahyini
de süratli bir şekilde bir-anda gönderir/yaratır. Allah’ın insan ile iletişim
kurmasını ifâde eder vahiy. Allah kâinâtı vahyederek de insanlara ilişki
kurmuştur.
“Ey insanlar! Sizin yaratılmanız ve tekrar dirilmeniz tek
bir kişinin yaratılması ve tekrar diriltilmesi gibidir. Şüphesiz Allah,
işitendir, Görendir” (Lokman 28).
Seyyid Kutub bu âyeti
yorumlarken..
"Dilemenin
salt yaratılacak nesneye yönelimi ile yaratmayı gerçekleştiren irâde açısından
bir veya birden fazla nesnenin yaratılması aynıdır. O ferdin yaratılmasında
sınırlı bir emek harcamadığı gibi, her ferdin yaratılmasında emek yinelemez de.
Ona göre bir tek kişinin yaratılması ile milyonların yaratılması ve bir ferdin
diriltilmesi ile milyonların diriltilmesi birdir. Yaratma işi bir “kelime”
dilemedir sâdece, "Bir şey dilediği zaman O'nun buyruğu sâdece o şeye ol
demektir, o da hemen olur" (Yâsin Suresi 82) der.
“..Gerçekten,
senin Rabbinin katında bir gün, sizin saymakta olduğunuz bin yıl gibidir” (Hac 47).
Bu âyete göre; Allah’ın katında geçen
“bize göre bir gün” yâni “24 saat”, (Kur’ân bize göre konuştuğu için,
bir günü 24 saat olarak aldım) bizim katımızda geçen “bin yıl”a, yâni
24x365x1000= 8.760.000 (sekiz milyon yedi yüz altmış bin) saate eşit olur.
Şimdi bu değerleri, yâni 8.760.000 saati 24 saate indirgersek, yapacağımız
işlemden sonra ulaşacağımız rakam “14.20 sâlise” olacaktır. 14.20 sâliseyi de
Allah kâinatı 6 günde yarattığı için 6 ile çarparsak, elde edeceğimiz rakam;
“14.20x6=85.2 sâlise” = ”1.25 sâniye” olacaktır. Bu ise (Allahuâlem) Allah’ın
kâinatı yaratma süresidir. 1.25 sâniye, Allah’ın “kün” emri için yada “izin
verme”si için yeterli ve ideâl bir süredir. Zâten “kudreti sonsuz” bir yaratıcı
için bundan daha fazla bir süre düşünülemez. Allah, ortalama 1.25 sâniyelik bir
süre içinde “OL” demiş ve her şey bir-anda kendini “olmuş” buluvermiştir. En
doğrusunu Allah bilir.
Yukarıdaki
şekillerde kâinâtın “yok durumu” ile “var durumu” gösteriliyor. İşte bu iki
durum arasında (Allah-u alem) yukarıda yaptığımız hesap sonucu en fazla 1.25
sâniyelik bir süreç geçmiştir. “Yokluktan varlığa çıkarma/yaratma” işte böyle
olur. Yok iken bir-anda var olur. (Şekil A çevresine çizilmiş olan mâvi
çerçeveyi, “olmayan şey”i göstermek için mecburen çizdik).
Kâinatta her-şey döngü hâlindedir. Döngü
hâlinde olan her-bir materyâl, hiç-bir zaman şu-anda bulunduğu eksenden ve
konumdan başka bir eksende ve konumda bulunmamıştır. Bulundukları konumlar
orijinâl konumlar ve eksenlerdir. İlk yaratılışta nereye yerleştirildilerse
şu-anda da aynı konumda ve eksendedirler. Aşamalı yaratılışta şu-andaki
mükemmel konumdan bir-önceki kötü konum söz-konusudur. Fakat bu kötü konum o
yapının orada bulunmasına müsâde etmez. Yâni orada bir-süre bulunamaz. O
konumdayken ya düşer, ya kaçar. İşte bu, Allah’ın Mûcizesidir. Allah’ın bütün
yaratışları Mûcizedir. Mûcize ise aşama kabûl etmez.
Hiçbir materyâl döngü yüzünden hep aynı
eksende olamaz. Helezonik bir döngü yaparlar çünkü. Döngü helezondur, çünkü
aynılık yoktur kâinatta.
Her şey orijinâl hâlinde yaratılmıştır.
Öyle ki bu orijinâl varlıkların hiç-biri birbiri ile karışmaz. Karışmaması
onların orijinâl olarak yaratıldığını gösterir. Bu, onların ilk
yaratıldıklarında da şimdikinin hemen-hemen aynısı olduğunu gösterir. Zâten bu orijinâllik
hâlen de devâm ediyor. Öyle ki; artı-eksi kutuplar hâlen bir-birlerini çeker ve
aynı kutuplar iter; bir at ile bir geyik çiftleşse yeni bir tür ortaya çıkmaz,
çıksa bile neslini devam ettiremez. Evet; aynen ilk yaratıldığında olduğu gibi.
Materyâller en uygun durumlarından bir
önceki hâllerinde çirkindirler. Bu hâlleri de Allah’ın bir yaratması
olacağından, bu, Allah’ın çirkin bir şey yarattığını söylemek anlamına gelir.
Allah, saçma-sapan ve çirkin işler yapmaz. Mükemmel hâlden bir-önceki aşamadaki
durum işe yaramaz bir durumdur. Hiçbir parçacık en uygun durumundan bir önceki
hâlde hiçbir işe yaramaz meselâ. Görevini yapamaz zâten. Protein tam olarak
oluşmadan işe yaramaz ve avantaj sağlamaz meselâ.
Allah, işini “ihsan” ile yapar. İhsân, “yaptığı işi en iyi biçimde ve noksansız
yapma”ya denir. Allah
güzeldir. Bu nedenle yarattıkları da güzel olur. Tamamlanmamış yapı eksik olacağından dolayı “güzel” değildir,
çirkindir. Allah, güzel olmayan bir şey yaratmaz. Zulüm
“bir şeyi yerli-yerine
koymamak” demektir.
Allah âdildir
(zulmün tersi), bir
şeyi en ideâl olandan bir-önceki
(ideâl olmayan) yerine
koymamıştır hiç-bir zaman.
Zîrâ o zaman “zulm” olmuş olurdu. Fakat Allah’ın zulmetme ihtimâli yoktur. Tamamlanmamış yapı
“tam bir hakîkat” değildir, yarım hakîkat ise “muazzam bir yalandır”. Eksik (tamamlanmamış) olana göre genel bir
yorum yapılamaz. Hattâ yapılan hiç-bir yorum tutarlı olamaz.
Allah’ın yarattıkları/yaptıkları, “hamde değer”
işlerdir. Tamamlanmamış bir yapıya hamd etmek akıllıca olmasa gerek. Allah,
“hamde değer” olmayan bir şey yaratmaz.
Evrim Teorisini yıkan en büyük etken,
Darwin’in de endişe ettiği ara-türlerin yâni ucûbe varlıkların yokluğudur. O
ucûbeler hiç gözlemlenemez. Neden?; çünkü canlılar orijinâl olarak, oldukları
gibi bir-anda yaratılmıştır. Evrim Teorisi kabûl edildiğinde denizden karaya
çıkış sürecinde bir-sürü ara-formun olduğu kabûl edilir. Fakat bir tâne bile
bulunamamıştır. İzleri bile görülmez. Evrendeki yıldız-gezegenlerin
“ara-form”ları da gözlemlenemez ve açıklanamaz. Yâhu evrendeki bu
“ara-form”ların yâni süper-hâllerinden bir-önceki ucûbe hâllerinin hiçbir
izi-tozu yok mu? Evrendeki sistemlerin de ara-formları yâni ucûbe hâlleri
hiçbir zaman olmamıştır. Neden?; çünkü onlar da orijinâl olarak, oldukları
gibi, bulundukları yerde bir-anda yaratılmışlardır. Peki nasıl
yaratılmışlardır? Böyle kibirli/terbiyesizce bir açıklama yapmaktan Allah’a
sığınırım..
Bir-anda olan şeyler insanın aklını
başından alır. O yüzden anlam verilemez.
“Hiç kuşkusuz Allah'ın gücü her şeye yeter” (Nâhl ..77).
Seyyid Kutub bu âyeti
şöyle yorumluyor…
Haddi-hesabı
olmayan onca yaratıkların ve kalabalıkların dirilişi, canlandırılışı,
toplanması, hesaba çekilmesi ve eylemlerine uygun bir biçimde ödüllendirilmesi
veya cezâlandırılması... Bütün bunların hepsi bir şeye "ol" deyince
oluveren ilâhi kudret için kolay ve basit işlerdir. Bunları, ancak beşeri
ölçüleri esas alarak ölçen, insan gözüyle onlara bakıp, insâni kriterlerle
onları değerlendirmeye çalışanlar, çok zor ve dehşet verici akıl-almaz bir iş
olarak değerlendirebilirler... İşte onlar bu ölçüleri esas aldıkları için
yanlış düşünüyor ve yanlış değerlendiriyorlar!
Mevdûdi kâinâtın meydana gelmesi konusunda şöyle
der:
Allah'ın kudreti o kadar büyüktür ki, bir
şeyi murâd etmesi ve meydana gelmesi aynı-anda olur.
O, bir şey dilesin de meydana gelmesin, böyle bir olgu tasavvur edilemez.
Tâbir-i câizse, Allah’ın evreni düşünmesi, onu
yaratması demektir. Allah ilk önce düşünüp sonra yaratmaz, düşünmesi ile
dilemesi ve yaratması aynı şey olduğu için, aynı-anda olur.
“Allah
O'dur ki, gökleri dayanak olmaksızın yükseltti; onları görmektesiniz. Sonra
arşa istivâ etti ve Güneş ile Ay’a boyun eğdirdi, her-biri adı konulmuş bir
süreye kadar akıp gitmektedirler. Her işi evirip düzenler, âyetleri birer-birer
açıklar. Umulur ki, Rabbinize kavuşacağınıza kesin bilgiyle inanırsınız” (Ra’d 2).
“..Rabbim,
dilediğini (akıl-almaz bir şekilde) pek ince düzenleyip tedbir edendi.
Gerçekten bilen, hüküm ve hikmet-sâhibi O'dur (Yûsuf 100).
“İkisine birden gelin dedik, ikisi
birden: “isteyerek geldik” dediler” (Fussilet 11) âyeti, göklerin ve yerin aynı-anda şekillenişinden
bahsediyor.
Seyyid Kutub ise bu konuda…
Yaratılış "ol" kelimesinde sembolleşen ilâhi
irâdenin yönelişinden başka bir şey gerektirmez. Bu irâde
gerçekleşir-gerçekleşmez, varoluş tamamlanır, hemen oluverir. Allah'ın yasasını sürekli tekrar olunan ve alışa-geldikleri
şeylere göre değerlendirenlerin anlayamayacağı bir şeydir bu.
“Sonra,
duman hâlinde olan göğe yöneldi; böylece ona ve yere dedi ki: “İsteyerek veya
istemeyerek gelin”. İkisi de: “İsteyerek (İtaât ederek) geldik” dediler” (Fussilet 11). Âyette de belirtildiği
gibi duman hâlinde göğe yönelindiğinde yer-yüzü tamamlanmış bir hâldeydi. Gök
duman hâlinde iken yer-yüzü varmış yâni.
Seyyid Kutub, Allah’ın yaratması konusunda
şunları söylüyor…
Yaratma
konusunda yüce Allah için ne "zorluk" ve ne de "kolaylık"
söz-konusu değildir. O'nun küçük-büyük, önemli-önemsiz her varlığı yaratma
yöntemi aynıdır. Yaratmayı dilediği varlığa sâdece "ol" der, o da
hemen oluverir.
Demek ki, Allah’ın dilemesi ve yaratması aynı
şeydir. Yâni bir şeyi “dilediği” anda, o şey yaratılmış ve meydana gelmiş olur.
Allah’ın ilmi, irâdesi, kudreti ve
yaratması aynı şeydir. Aralarında fâsıla ve ardıl yoktur. “Süreç” yaratılmışa
göredir. Allah’a göre süreç olmaz, sürece bağlı değildir Allah. Aksi hâlde
kudretinde bir (hâşâ) eksilme gözükecektir.
İhsan Eliaçık:
”Şu hâlde Allah, bir şeyin olmasını dilemezden önce
düşünüp-taşınıp plân yapmamaktadır. İlâhi proje/ilâhi senaryo vs. diye bir şey
söz-konusu değildir. O bir şeyin olmasını dilediğinde yaptığı şey ona sâdece
“ol” demekten ibârettir. Bu durumda o şey hemen oluş hâlinde varlığa bürünür,
yâni kelamcıların diliyle Allah’ın irâdesi, bilgisi ve yaratması bir ve aynı şeydir.
Bir cümledeki kelimelerin ardı-ardına dizildiği gibi aralarında fâsıla yoktur.
Allah’ın ezeli planı olmuş-bitmiş, noktası konulmuş bir kader değil, olsa-olsa
olmakta olan, oluş hâlinde olandır” der.
Evet; Allah’ın bir şeyi aşama-aşama yapması ona bir proje,
bir plân atfetmektir ki, Allah plâna göre hareket etmez, bir şeye göre hareket
etmez.
Kavlî âyetler fiîli âyetleri anlatır.
Allah’ın kavliyle yâni sözüyle, fiîli yâni eylemi aynı şeydir. “Ol” demesiyle
olması aynı şeydir. O yüzden “ol” deyince oluverir. “Ol” deyince o şey meydana
çıkıverir.
Allah'ın yaratma eylemini tamamlaması
için bir zaman-aralığına ihtiyâcı yoktur. Öyle ki, “O bir şeyin olmasını istediği zaman, yalnızca ona ‘Ol!’ der ve (o şey)
oluverir”.
Nazzam’a göre yaratılış, Allah’ın doğrudan-doğruya
bütün canlı ve cansız varlık türlerini kendi içinden çıkaracak şekilde
bir-anda var etmesidir.
Bir-anda yaratılmayı kanıtlayan bir örnek
verelim:
Bir-anda yaratılma, maddenin temel
yapı-taşında çok net bir şekilde görülür; Bilim, maddeyi oluşturan atomların
parçacık düzeyinde nasıl var-olduğunu anlatırken; o parçacığın, bir-önceki
alt-parçacığının hareketinde meydana gelen bir-takım değişmeler sonucunda
oluştuğunu söyler. Yâni, küçük bir parçacık, her-hangi bir hareketle (çarpışma,
bölünme, birleşme, yavaşlama, hızlanma vs. gibi) alt-parçacıkken, üst-parçacığa
dönüşür. Bu süreç, atomların oluşumuna, daha sonra da molekül aşamasına kadar
gider. Süreci tersten işleterek meselâ şöyle diyelim; molekül, atomlardan;
atomlar, elektron-proton-nötrondan; bu parçacıklar kuarklardan; kuarklar da
spin/strings (iplikçikler) in
değişimleri sonucu oluşur. Diyelim ki bilim ileride daha da bir alt-parçacık
buldu. (bilimin parçacık düzeyinde “buldu”-“bulundu” dediği sözde-parçacıkların
çoğu, ya da belli bir seviyeden (atomdan) aşağısı, aslında matematiksel bir
“bulma”dır. Atom-altı parçacıklar, birer isimlendirmeden başka bir şey değildir.
Bunlar detektörlerin
algıladığı çeşitli sinyâller ve alanlardır. “Matematiksel
nesneler”dir bunlar.). En
sonunda maddenin en temel yapı-taşı bulunduğunda, bu parçacık için hangi
alt-parçacığın değişimi sonucu, aşama-aşama oluştuğunu söyleyecekler? Çünkü
daha-temel bir parçacık yok. Mevcut parçacık, neyin sonucunda oluşmuştur? Oraya
nereden gelmiştir?
İşte biz de diyoruz ki; o parçacık oraya
“yokluk” tan bir mûcize eseri bir-anda gelmiştir. Lâkin bizim söylemek
istediğimiz bir şey daha var ki aslında onu söylemeye çalışıyoruz: Bir
alt-parçacığı olmayan temel-parçacık bir-anda ortaya çıkar. Çünkü, aşamadan
geçecek bir alt-parçacığı yoktur.
İşte bir mûcize eseri bir-anda ortaya
çıkan bu temel parçacık, bir üst-parçacığı oluşturmak için değişimini bir-anda
yapar. Bir-anda stringleri oluşturur. Bu stringler bir-anda kuarkları, kuarklar
bir-anda atom-altı diğer parçacıkları, bu parçacıklar bir-anda atomları,
atomlar bir-anda molekülleri ve moleküller de bir-anda organizmaları ortaya
çıkarır. Bu organizmaların toplamı da bir-anda mevcut varlığı ortaya
çıkarmıştır. Yâni demek istiyoruz ki; maddenin en temel yapı-taşı olan parçacık
bir-anda ortaya çıkmışsa ve aslında madde denilen şey o parçacık ise, madde de
bir-anda ortaya çıkmıştır. Maddenin en temel yapı-taşı olan parçacığın bir-anda
ortaya çıkması, maddenin de bir-anda ortaya çıkması demektir. Denizin
damlası denizle aynı-anda yaratılmıştır. Çünkü kâinâtta her şey bir-anda
olur. Bu söylediklerimizi dayandırdığımız âyet: “Hepinizin yaratılması ve diriltilmesi, O’nun için bir tek
canın yaratılması ve diriltilmesi gibidir. Kuşkusuz Allah her şeyi işitir,
her şeyi târifsiz bilir” (Lokman
28) âyetidir.
İnsanın bir-anda yaratılmayı
anlayamamasının nedeni, bir-anda yaratılma olayının basit bir olay olmasıdır.
Allah’ın yaratması Allah için basittir çünkü. İnsan basit olayları anlayamaz.
Anlayabilmesi için o şeyin terkibî (mürekkep) hâlde olması/bulunması lazım.
Deniz-suyu neden
tuzludur? “İgneous kayaları”; nehirlerin denizlere tuz taşıması; deniz
dibindeki kaynaklar vs. gibi cevaplar verilse de aslında tam olarak cevâbı
bilinmiyor. Yapılan açıklamalar tatmin edici değil. Açıklama yapmak için
yapılmış açıklamalar sâdece. Bir açıklaması yok/olamaz. Bir sebebi yok çünkü.
Deniz, Allah tarafından bir-anda tuzlu olarak yaratılmıştır. İşte cevap budur.
Bilim-adamlarına göre denizler yaklaşık
50 katrilyon (50.000.000.000.000.000) ton çözülmüş tuz içermektedir. Eğer
denizlerdeki tuz ayrıştırılıp toprağın üstüne serpilseydi tüm Dünyâ 166 metre yüksekliğinde bir katmanla kaplanırdı.
“Biz
çürüyüp dağılmış kemikler olduğumuz zaman mı? Derler ki: “Şu durumda, zararına
bir dönüştür bu”. Oysa bu, yalnızca tek bir haykırıştır. Birden-bire
kendilerini mahşerde buluverirler” (Nâziat 11-14).
İşte Allah’ın yaratması böyle
âniden/bir-anda olur.
Evrendeki ve Dünyâ’daki bütün hareketler
aynı-anda olmaktadır. Şu-sâniye îtibariyle bütün hareketler olmaktadır.
Aynı-anda..
Peki; “yine Big-Bang yada benzeri bir
süreçle oldu, fakat bu süreç 13.7 milyar yıl değil, “1 sâniye” sürmüş olsa”
denilirse.. İşte o zaman durum değişir. Çünkü maddeler kararsız durumda
kalmadan bulundukları yerde “1 sâniyede” belirivereceklerinden, sorun
kalmayacaktır. Sorun uzun-zaman sorunu. Zâten biz de kâinâtın yaratılması 1.25
sâniye sürmüştür diyoruz. Allahuâlem.
“Bir şey yok iken nasıl bir-anda olur,
bunun örneği var mı” diye sorulursa; “Göz kapatıldığında yokluk, açıldığında da
varlık olur” deriz. Her-an bir-anda yaratılmanın örneğidir bu.
Yapılan bir araştırmada gözlemlenen bir
olay şu şekilde anlatılır:
“7,7 kilometre derinliğinde uzaktan
kumandalı cihazlarla yapılan taramada "Pseudoliparis amblystomopsis"
adı verilen balıklar tespit edildi. Okyanusun karanlık derinliklerinde yaşamlarını sürdüren bu
balıkların boylarının 30 santimetre olduğu belirtildi. Balıkların okyanusun bu kadar
derinliğinde ve karanlıkta enerjilerini korumak için hareketsiz olması
beklenirken, bunların son derece hareketli olduğunu gözlemleyen bilim-adamları,
bunun şaşırtıcı bir durum olduğunu bildirdi. Faâl bir şekilde yüzen ve beslenen
balıkların 17 tâne olmasını ise bilim-adamları, balıkların bir âile olabileceği
şeklinde değerlendirdi.
Balıkların titreşimler sâyesinde karanlıkta yolunu ve
yiyeceğini bulabildiğini belirten bilim-adamları, bu tür balıkların yüzeye
çıkartıldıklarında yaşama şanslarının azaldığına dikkat çekti. Aberdeen
Üniversitesinden bilim-adamı Monty Priede, keşfettikleri bu derin su balıklarının
"umulmayacak kadar şirin olduğunu" ifâde etti. Bu-güne kadar hiç
kimsenin bu kadar derinliğe bakmadığını ve bu kadar derinlikte neyle
karşılaşılacağının bilinmediğini belirten aynı üniversiteden bilim-adamı Alan
Jamieson da, bu balıkları görmenin kendileri için bir onur olduğunu söyledi. En
derinde yaşayan balık rekoru, 1970’te Porto Riko açıklarında 8 kilometreden
fazla derinlikte bulunan "Abyssobrotula galatheae" türünün olmuştu. Ancak
balık, su yüzeyine ulaştırıldığında yaşamıyordu”.
Denizin
belli derinliğinde yaşayan ve adına genel olarak “derinlik balıkları” denen
canlılar var ve bunlar denizin belli bir üst-seviyesinde (az derinlikte)
yaşayamıyorlar. O hâlde o canlılar oraya bir zaman-sürecinde gitmiş olamazlar.
Bulundukları yerde yaratılmış olmaları gerekir. Orada evrimle/mutasyonla da
oluşamazlar. Çünkü
suyun altına belli bir derinlikten sonra hiç Güneş-ışığı girmez, yâni
mutasyonun ana-kaynağı/nedeni ortadan kalkar. Bu, tüm canlıların ve kâinâttaki
her-şeyin bulundukları yerde ve bir-anda yaratıldıklarının göstergelerinden
biridir.
“Her şeyden de iki çift yarattık, olur ki
inceden-inceye düşünürsünüz” (Zâriyat 49).
Şimdi
şöyle bir soru sormak lazım; Bir şeyin çiftinin olmadığı bir zaman var mıydı?.
Yoktu. Çünkü ilk çift aynı-anda ve bir-anda yaratılmıştır.
"Eğer
kâfir olursanız, çocukların saçlarını ânında ağartan o günün dehşetinden
paçayı nasıl kurtaracaksınız?" (Müzzemmil 17).
“Bir-anda olmaz” diyenler; bu âyet
“bir-anda/bir-günde olma”nın delili değil mi? Allah'ın sözü kesinlikle yerine
gelir, havada kalmaz, mutlaka gerçekleşir. O her istediğini yapar. O'nun
dilediği hemen oluverir.
“Çocukların saçlarını ânında ağartan”..
cümlesinde “ânında” kelimesini koymamız gerekir. Yoksa saçların aşama-aşama
ağarması bize niye ilginç gelsin ki? İlginç olan bir-anda ağarmasıdır.
“Biz
de Musa'ya: 'Asanı fırlat' diye vahyettik. (O da fırlatınca) bir de baktılar
ki, o bütün uydurduklarını toplayıp yutuyor” (A’raf 117).
Âyette belirtildiği gibi; Hz. Musa, yere
bırakır-bırakmaz Asa’nın birden yılan olduğunu görüyor. Hattâ yerdeki yılanı
eline aldığında da yılan birden Asa’ya dönüveriyor. Yine başka bir mûcize
olarak; Hz. Musa, elini koynuna sokup-çıkardığı anda eli bembeyaz olur. İşte
bütün bunlar, bir-anda oluveren şeylerdir.
Allah’ın
kâinâtı yaratışını Seyyid Kutub, edebi bir dille şöyle anlatıyor:
“Harikalar
yaratan fırça, evrenin görkemli sahnelerini çizmeye başlıyor. Bir-dokunuşta
gökler canlanıveriyor... Diğer bir dokunuşta yerler... Bir-kaç çizgi de yer
sahnelerinden, hayâtın gizli kalan yönlerinden çiziliyor...
“Bizim
emrimiz, bir göz kırpma gibi yalnızca 'bir keredir” (Kamer 50) âyetini de:
“Yüce Allah'ın bu duyarlı plânının ve ön-tasarlayıcılığının
yanı-sıra, sınırsız gücü vardır ve sınırsız güç, en büyük gelişmeleri, en basit
işâretlerle gerçekleştirir. "Bizim buyruğumuz göz-kırpması kadar kısacık
sürede gerçekleşen bir tek sözdür.
Bir tek işâretle yada tek bir sözle her iş gerçekleşiverir.
Söz-konusu iş büyük olmuş-küçük olmuş fark etmez. Zâten aslında
"büyük" ve "küçük" diye bir-şey yoktur. Bunlar insanoğlunun
nesnelere ilişkin değer yargılarıdır. Ayrıca ortada "zaman" diye bir
olgu da yoktur. "Zaman" denen şey insanların üzerinde yaşadıkları
küçük gezegenin dönüşünden kaynaklanan "insanlara özgü" bir
kavramdır. Yüce Allah'ın hesâbında bu sınırlı kavramların yeri yoktur.
Birden-bire bu görkemli varlık meydana gelir. Birden-bire
değişir, başkalaşır. Yüce Allah dileyince birden-bire yok-oluverir. O
birden-bire bütün canlıları yaratır. Birden-bire onları oraya-buraya dağıtır.
Birden-bire onları ölümün soğuk kucağına atar. Birden-bire onları şu yada bu
biçimde yeniden diriltir. Birden-bire bütün canlıları yeniden canlandırır.
Birden-bire onları bir-araya toplayarak hesâba çeker.
Evet birden-bire. Her-hangi bir emek, bir çaba harcaması gerekmez.
Zamâna da ihtiyâcı yok. Sınırsız güç bu tek sözde, plân bu tek sözün yanında.
Bu tek sözün yanında her iş plânlı ve her-şey kolaydır.
“Târih boyunca gelip-geçen bütün ilâhi mesaj
yalanlayıcılarının yok edilmeleri de bir tek söz sonucunda, birden-bire
olmuştur.” diyerek yorumluyor.
Kâinâtta her-şey, yâni kâinâtın kendisi
de her-an yeni bir yaratılış hâlindedir. Bu yeni yaratılışlar “ânında” olur.
Bu, ilk yaratılışta da böyleydi, şimdi de böyle, bundan sonra da böyle
olacaktır/oluyor.
Kâinât her an, bir-anda varolur ve
bir-anda yok olur.
Hâki Demir:
“Yok-oluş, var-oluş sürecinin durmasıdır. Varlık, var-olma
imkân ve iktidârını kaybettiğinde yok olur. Yok-oluş sürecine girmez. Zîra
böyle bir süreç yoktur. Yok-oluş âni bir vakadır ve asla varoluşun zıddı
değildir” der.
Bu konuda ise Seyyid Kutub şöyle diyor…
İlk-yaratma ile tekrar yaratma genel anlamda, ilk yaratılışı
ve âhiretteki dirilişi çağrıştırmakla birlikte bunlar, gecenin ve gündüzün her
ânında sürekli meydana gelen iki olaydır. Her-an bir ilk yaratılış ve var-etme
söz-konusudur. Her-an bir tekrar diriliş, çürüyen ve ölenin yeniden dirilişi
söz-konusudur. Evren bütünü ile sürekli bir yenilenme ve sürekli bir çürüme
içindedir.
“Bir-anda olan bir şey görebiliyor
musunuz” diyorlar. Atom-altı boyutta bütün her-şey bir-anda olur. Aslında
herşey bir-anda olmaların sonuçlarıdır. “Ama bunlar gözlemlenebilen şeyler
değil” deniyorsa; o hâlde biz de, aslında gözlemlemeyi hiç-bir zaman
istemeyeceğimiz bir şey söyleyelim: Depremler! Tüm depremler bir-anda olur. Benzer
olaylar olan heyelânlar da.. Aslında yangınlar da birden çıkarlar. Etrafı sarması
zaman alır sâdece. Seller bir birikmenin sonucu olsa da bir-anda gelirler.
Meselâ belli bir enerjinin bir-anda hiç yoktan ortaya çıkması ve bir-anda
kaybolması mümkündür. Vahiy de bir-anda gelir, kıyâmet de bir-anda kopar. Ölüm
ansızın gelir/olur. Diriliş, kabirlerden kalkış da bir-anda olur: “Sonra sizi yerden bir (kere) çağırma
ile çağırdığı zaman, hemencecik siz (bir de bakarsınız ki) çıkarılmışsınız” (Rum 25).
“O
inkâr edenler görmüyorlar mı ki, (başlangıçta) göklerle yer birbiriyle
bitişik iken biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar
inanmayacaklar mı?” (Enbiyâ 30).
Batılı teorilerin büyüsüne kapılmış
olanlar Enbiyâ 30. âyette “bitişikti ayırdık” diye çevrilerek anlatılan olayı
belli bir zamâna hasretmekle “târihselcilik” yapıyorlar. Hâlbuki Kur’ân’ın
mesajları evrenseldir ve her âyeti bize tüm zamanlarda ve mekânlarda hîtap
eder. Evet; Her gözlem yerlerle gökleri ayırmak demektir. Bu, çıplak gözle de
yapılsa, dev teleskoplarla da yapılsa fark etmez. Zâten Kur’ân bunu “görmüyorlar
mı” yâni “görüyorsunuz”, “gözlemliyorsunuz ya”, böylece “ayırıyorsunuz” diyerek
söylüyor. Ayırma devâm ediyor.
Hâlbuki insanlar kısa bir araştırma
zahmetine katlanıp 1900’lü yıllara kadar yapılan tefsirlere bir baksalardı,
ilgili âyetleri şerh eden tefsircilerin açıklamalarında bu teoriyle
uzaktan-yakından bir ilişki kurmadıklarını görürler ve 1900 yılı öncesi
tefsircilerin yaptıkları yorumların yabana atılacak gibi olmadığını
görebilirlerdi. Meselâ Fahruddin Er-Razi tefsirinde, Enbiyâ 30. âyetin konusu
olan kâinâtın yaratılışı ile ilgili -bizce de isâbetli olan- şöyle bir yorum
yapılmıştır:
“Gökler ve yerler ilk-önce karanlıktı. Derken
Allah onları, aydınlatan gündüzü ortaya koymak sûretiyle birbirinden yarıp
ayırmıştır”.
Bizce de ayırma-yaratma böyle
başlamıştır. Allah âlemleri karanlıkta/ışıksızlıkta yarattı ve üzerine ışığı (foton
enerjisini) vermekle âlem görünür hâle geldi ve hareket etmeye başladı. (Işığın mutlak yokluğu hâli olan zifiri
karanlıkta eşyayı birbirinden ayırmak mümkün değildir, her şey, tek bir şey
gibi görünür.)
Kur’ân, ilk indiği zamandaki insanların bilmediği bir şeyden bahsetmez.
Enbiyâ 30, “bilmezler mi?” diyor.
Mustafa Öztürk bu âyete şöyle bir yorum
yapar: “Bu yetteki “enne’s semâvâti ve’l arda kânetâ ratkan fe-feteknâhümâ”
ifâdesi genellikle sanıldığının aksine, kâinâtın yaratılış aşamasındaki iki
farklı duruma değil, yağmurun yağıp-yağmamasına, dolayısıyla bolluk ve kıtlığa
işâret eder. Daha açıkçası, “ratk” kelimesi gök-yüzünden yağmur yağmaması ve
yer-yüzünde kuraklık olması, “fetk” ise yağmurun yağdırılması ve bu sâyede
bolluğa vesîle kılınmasıdır. (Bkz. Tâberi, Câmiu’l Beyân, IX. 20-21). İkrime,
İbn Zeyd tâbiûn müfessirlerden gelen ve Taberî tarafından da tercih edilen bu
yorumun aksine, âyetin gerçekte evrenin oluşum aşamasıyla ilgili bilimsel bir
gerçeğe işâret ettiği ileri sürülürse, Kur’ân’ın nâzil olduğu dönemdeki
insanların bu modern bilimsel gerçeği bildiklerini de kabûl etmek gerekir.
Çünkü âyet “evelem yerallezîne keferu (o kâfirler görmezler mi, bilmezler
mi..)” ifâdesiyle başlamaktadır. İlâhi hitâbın ilk muhâtapları konumundaki
insanların evrenin oluşumuyla ilgili modern bilimsel teoriler bildiğini
söylemek abestir. Şu-hâlde, Kur’ân burada onların bilip-gördüğü bir şeyden söz
etmektedir ve bu da yağmurla ilgilidir”.
Zâten gökler “çoğul” gelmesine karşın,
yer kelimesi “tekil” gelmiştir.
Kur’ân,
canlıların/insanın ilk-yaratılışı dışındaki zâten gözlemlediğimiz yaratılış
dışındaki yaratılışlar için hiç-bir yerde bir aşamadan-süreçten bahsetmez. Enbiyâ
30. âyetin Big-Bang ile atom-altı parçacık kadar bile bir ilgisi yoktur.
Yağmurla ilgilidir âyet. Parantez içinde bir “ilk başta” takdir ederek
uydurulan bir tefsir-meâl şeklidir.
“Elbette göklerin ve yerin yaratılması,
insanların yaratılmasından daha büyük bir şeydir. Fakat insanların çoğu
bilmezler” (Mü’min 57).
Yine Râzî'ye göre;
“Parçalanamayan en küçük madde (cüz lâ-yetecezza),
bölünemeyen en küçük zaman-birimi içinde, bir defada yaratılmış olması
lâzımdır. Böyle olmazsa bölünemeyen parçacık da bölünme kabûl etmek gerekir ki
bu imkânsızdır. Allah âlemin tümünü tek bir defâda yaratmaya kâdirdir ve fakat
O buna karşılık âlemi tedricî bir şekilde yaratmaya da kâdirdir.
En küçük nesne eğer bir
defâda değil de peyder-pey yaratılmış olsaydı, onda bölünme de tabî olacak ve
her gelişme ve ilâveyi ilk parçacıktan ayırmak mümkün olacaktır. Eğer en küçük
zaman-birimi olan "an" bölünemiyorsa, ondan ortaya çıkan madde de bölünemeyecektir.
Kanaatimce bu noktada madde ile zaman aynı şey olmakta, madde tam zamana eşit
bulunmaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm'de
kendisinden "duhan" diye bahsedilen dev bulutsu kütle ışık neşreder
durumda olamazdı. İlk basit maddelerin ışık neşreder durumda olduklarını
söyleyemeyiz. Fakat bulutsu bir kütle ve bir cisim belli bir yoğunluğa erişince
içerisindeki enerjiyi açığa çıkaracak ve onu ışığa dönüştürecek şartlar
oluşmuşsa artık o ışık verir hâle gelir.
Bulutsular
ilk başta karanlıktı yâni. Ne de olsa atomlar daha oluşmamıştı. Evrene önce
karanlıkların hâkim olduğunu ve sonra da ateş ve ışığın ortaya çıktığını
söyleyebiliriz. Kur’ân'da yaratılışla ilgili bir âyette karanlıkların
aydınlıklardan önce getirilişi sebepsiz olmamalıdır. Âyetlerde karanlıklar ve
aydınlıklardan bahsedilince her zaman öncelikle karanlık sözü kullanılır.
İlgili âyette şöyle denilir:
"Hamd, o gökleri ve yeri yaratan,
karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'adır. (Bu delillere rağmen) yine de o
inkârcılar başkalarını Rablerine denk tutuyorlar" (En-am 1).
Hz.
Peygamber, yaratıkların karanlıklar içinden doğru yola çıkışlarını anlatırken
onların ışığa sonradan kavuşturulduklarını söyleyerek, hem madde hem mânâ
alanındaki gerçekleri birlikte dile getirmişlerdir. İbn Abbas yer ve göklerin
bitişik tek-kütle hâlinde oldukları sırada sâdece karanlığın bulunduğunu
söyler. Fahruddîn er-Râzî'nin de belirttiği gibi aslında karanlık (zulmet), ışığın karşıtı olan bir varlık
değil, o bir cisim üzerinde ışığın yokluk durumudur. Ona göre, Güneş’ten
ayrılıp gelen şuâlar da aslında bir cisim olmayıp bir arazdır.
Tevrat ve İncil’de de Dünyâ’nın
altı-günde yaratıldığı bildirilir ve Tevrat, yaratılmanın nasıl olduğunu
anlatırken benzer ifâdeler kullanır:
Başlangıçta Allah gökleri
ve yeri yarattı. Ve her yer ıssız ve boştu. Ve enginin yüzü üzerinde karanlık
vardı. Ve Allah’ın ruhu suların yüzü üzerinde hareket ediyordu. Ve Allah dedi:
“ışık olsun” ve ışık oldu. Ve Allah ışığın iyi olduğunu gördü. Ve Allah ışığı
karanlıktan ayırdı. Ve Allah ışığa “gündüz” ve karanlığa “gece “ dedi. Ve akşam
oldu ve sabah oldu..
Görüldüğü gibi Enbiyâ suresinin 30.
âyeti, Big-Bang Teorisi kullanılmadan da tefsir edilebiliyor. Oysa çağdaş
müfessirler Kur’ân’da olmayan ifâde biçimleriyle âyetlere anlam veriyorlar.
“(Hz.
İsa’yı) İsrâiloğullarına elçi kılacak”. (O, İsrâiloğullarına şöyle diyecek:) “Gerçek
şu, ben size Rabbinizden bir âyetle geldim. Ben size çamurdan kuş biçiminde
bir şey oluşturur, içine üfürürüm, o da hemencecik Allah'ın izniyle kuş
oluverir” ... (Âl-i
İmrân 49).
İşte söylemek istediğimiz bu; Allah bütün
her şeyi taslak hâlinde cansız bir şekilde yaratıp, yukarıdaki âyette yapıldığı
gibi içine üfleyince hareket başlamıştır. Her şey deverân etmeye başlamıştır;
galaksiler, Güneş sistemi, Dünyâ, insanlar vs. kısaca bütün kâinât. Allah’ın
yaratması bunu gerektirir. Böylece mükemmel bir dizayn ortaya çıkmıştır. Bir
sistemin bulunduğu yerin ve yapısının muazzamlığı başka türlü açıklanamaz.
Allah’ın Ruh üflemesi her şeyin hayâtiyet bulup harekete geçmesidir. Tabî ki bu
bir-anda olur.
Peki Allah “ol” kelimesini neye
söylemiştir? Ortada “ol” kelimesi söylenecek maddesel bir şey var mı? Yok. Peki
bu “ol” kelimesi/emri kime/neye söylenmiştir? “Ayan-ı sabite” denilen eşyânın
mâhiyetine; eşyanın İlm-i İlâhi’deki hâline; felsefe dilindeki “ide”lere
söylenmiştir “ol” kelimesi. (Aslında tam olarak böyle olmamakla berâber başka
türlü anlatacak bir ifâde bulamadım. Yâni sâdece anlatım için bu kavramları
kullandım. Yoksa bu kavramlar uydurmadır, aslı yoktur. H.G.) Allah bütün
eşyanın/varlıkların aslı olan ayan-ı sabite’ye “ol” demiş ve bütün varlık bir-anda
ortaya çıkmıştır. Yâni eşya tasavvurdan/kuvveden fiile çıkmıştır. Ortaya çıkan
varlıklara/kâinâta Rûh’unu üfleyince de varlıklar hayâtiyet bulmuş ve hareket
başlamıştır. Zâten “Ol” sözü el-an devâm eder. Yâni Allah, “anda” yaratmayı
her-an yapar.
Evet; “OL” der, her-şey harekete geçer.
Bütün kâinâtın harekete geçmesi de böyle olmuştur.
Newton’da gezegenlerin devinimini
Tanrı'nın kendi eliyle başlattığını söylemiştir.
Allah insanı yaratmıştır. Sonra da insana
ne gerekiyorsa onu da yaratmıştır. Tabî ki vahyi de yaratmıştır.
Şimdi de
bir kısım âyetler verelim ve üzerinde bâzı tahliller yapalım...
Meryem
Sûresi:
16- “Kitap'ta
Meryem'i de zikret. Hani o, âilesinden ayrılıp doğu tarafında bir yere
çekilmişti”.
17- “Sonra
onlardan yana (kendini gizleyen) bir perde çekmişti. Böylece ona rûhumuz
(Cibril'i) göndermiştik, ona düzgün bir beşer kılığında görünmüştü”.
18- “Demişti
ki: 'Gerçekten ben, senden Rahman (olan Allah) a sığınırım. Eğer takva
sâhibiysen (bana yaklaşma)”.
19- “Demişti ki: 'Ben, yalnızca Rabbinden
(gelen) bir elçiyim; sana tertemiz bir erkek çocuk armağan etmek için
(buradayım)”.
20- “O:
Benim nasıl bir erkek çocuğum olabilir? Bana hiç bir beşer dokunmamışken ve ben
azgın utanmaz (bir kadın) değilken dedi”.
21- “İşte böyle” dedi. Rabbin, dedi ki: -Bu
benim için kolaydır. Onu insanlara bir âyet ve bizden bir rahmet kılmak için
(bu çocuk olacaktır). Ve iş de olup bitmişti. (Hükme bağlanmış bir iştir bu)”.
22- “Böylelikle ona gebe kaldı, sonra onunla
ıssız bir yere çekildi”.
Tahrim Süresi:
12- “İmran'ın
kızı Meryem'i de. Ki o kendi ırzını korumuştu. Böylece Biz ona rûhumuzdan
üfledik. O da Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik etti. O, (Rabbine)
gönülden bağlı olanlardandı”.
Al-i İmran:
45- “Hani
Melekler, dediler ki: Meryem, doğrusu Allah kendinden bir kelimeyi sana
müjdelemektedir. Onun adı Meryem oğlu İsa Mesih'tir. O, Dünyâ’da ve âhirette
seçkin, onurlu, saygındır ve (Allah'a) yakın kılınanlardandır”.
46- “Beşikte
de, yetişkinliğinde de insanlarla konuşacaktır. Ve O salihlerdendir”.
47- “Rabbim,
bana bir beşer dokunmamışken nasıl bir çocuğum olabilir? dedi. “(Bu) Böyledir”
dedi: “Allah neyi dilerse yaratır. Bir işin olmasına karar verirse, yalnızca
ona ‘ol’ der, o da hemen oluverir”.
Bu âyetler ışığında
bir karşılaştırma yapıp, yaratılmanın bir-anda başladığına şöyle bir delil
sunabiliriz;
a) Big-Bang’e göre yaratılma: Big-Bang
sürecine göre süreç; sıkışmış olan bir enerjinin patlaması, sonra patlayan
enerjinin boşlukta yol alarak dağılması ve sonunda bir karar yerinde kalarak
oluşmaya başlaması şeklinde gerçekleşir. Eşâri kelam okulu şunu savunmuştur:
“Madde maddeyi yaratamayacağı gibi onu
değiştiremez. Bütün bunları yapan Allah’tır. Bu, nedenselliği reddetmek
anlamına da gelir”.
b) Allah’ın (cc) yaratması: Âyetlerde de
anlatıldığına göre Hz. İsa’nın yaratılmasında süreç; Hz. Meryem’in bir erkekle
ilişkiye girmeden ve ilişkinin doğal sonucu olan “patlama” olmadan, patlamanın
ürünleri olan spermlerin yumurta istikametinde yol almadan ve spermin yumurta
içine girme zahmetine katlanmadan kendini bir-anda yumurtanın içinde bulması ve
Hz. Meryem’in bir-anda hâmile kalması olarak gerçekleşir. Buradaki sebep sâdece
Cibril adlı melektir. (Meleklere cinsiyet atfedilemez).
Neml
Sûresi, Belkıs’ın tahtı meselesinde de;
“Süleyman:
“Ey önde gelenler, onlar bana teslim olmuş (müslüman)lar olarak gelmeden önce,
sizden kim onun tahtını bana getirebilir?” dedi”.
(Neml 38).
“Cinlerden
ifrit: Sen daha makâmından kalkmadan onu sana getirebilirim, ben gerçekten buna
karşı kesin olarak güvenilir bir güce sâhibim dedi”
(Neml 39).
“Yanında
kitaptan ilmi olan biri dedi ki: Ben, (gözünü açıp kapamadan) onu sana
getirebilirim. Derken (Süleyman) onu kendi yanında durur vaziyette görünce
dedi ki: “Bu Rabbimin fazlındandır, O'na şükredecek miyim, yoksa nankörlük
edecek miyim diye beni denemekte olduğu için (bu olağan-üstü olay gerçekleşti).
Kim şükrederse, artık o kendisi için şükretmiştir, kim nankörlük ederse,
gerçekten benim Rabbim Gani (hiç bir şeye ve kimseye ihtiyâcı olmayan)dır,
Kerim olandır” (Neml 40).
Belkıs’ın tahtını getirme olayı, bir-anda
olmuş bir olaydır. Bu bir-anda olma olayı, görüldüğü gibi Kur’ân’da çok net bir
şekilde anlatılıyor. Cinlerden bir ifrit, Belkıs’ın tahtını, hem de çok uzun
bir mesâfeden bir-anda getirebiliyorsa; Allah kâinâtı bir-anda haydi-haydi
yaratır. Belkıs’ın tahtını getirme olayı aşama-aşama olmadıysa ve buna bir
mü’minin şaşmaması gerekiyorsa, Allah’ın kâinâtı bir-anda yaratmasına neden
şaşacak? Tahtın bir-anda getirilmesi olayını amenna kabûl eden biri, hattâ
tahtın yavaş-yavaş gidip getirilmesinde bir olağan-üstülük olmadığından buna
îtiraz edecek olan mü’min, Allah’ın kâinâtı bir-anda yaratmasını neden kabûl
etmiyor/edemiyor? El cevap: Yanlış ön-bilgiden dolayı.
Sonuç: Görüldüğü gibi Allah’ın yaratmasında,
işlemesi gereken süreçlerin işlemesine gerek kalmıyor. Her şey bir-anda mûcize
olarak olması gereken yerde beliriyor.
İşte kâinât da böyle yaratılmıştır. Başta
Dünyâ olmak üzere bütün evren materyâli kendini olması gereken yerde
buluvermiştir. Tıpkı Hz. Meryem’in hâmile kalması olayında olduğu gibi. Allah’a
göre ikisi arasında fark yoktur. İnsana göre de olmamalı.
“Kur’ân’da
yaratılış “sümme” ifâdesiyle yavaş-yavaş anlatılıyor” diyenlere, “bir-anda
yaratma”nın, anlatılabilmesi ve tasavvur edebilmesi için bu anlatım biçiminin
tabî ki uzatarak/genişleterek anlatılması gerektiğini söyleyeceğiz. Bu,
Allah’ın anlatım sanatıdır. Ayrıca “sümme” sâdece “sonra” anlamına değil, “ve”
anlamına da gelir.
Bu sözde-büyükler aslında böyle
zırvalarla uğraşıp ortaya ucuz fikirler atarak, insanların, Allah’ın Kur’ân’ında
açıkladığı büyük gerçeği görmelerine engel olmak istiyorlar. Bu büyük gerçek
ise son derece basittir; “Allah sâdece “ol” der ve o şey hemen oluverir”. “Kün”
der “mekân” olur. Maddeleriyle berâber. Zaman da başlamıştır artık. Nasıl olur?
diye sorarsan; “gözlerin yorgun olarak sana geri döner”.
Evrim Teorisini de tartışmaya gerek yok.
Her şey o kadar mükemmel ve bâriz ki, her şey bir evrimin olmadığını
haykırıyor. Aynı şekilde bu haykırışın sesi kâinâtta da yankılanıyor.
Kambriyen patlamasında canlılar mevcut
yapılarıyla bir-anda ortaya çıkmışlardır. İşte bunun gibi; tüm kâinât da
bir-anda mevcut yapıları mükemmel bir şekilde oluşmuş olarak varoldu.
Düşünsenize... Big-Bang Teorisi’ne göre
başta Güneş olmak üzere yıldızlar, ay ve diğer gezegenler, atmosfer, bulutlar,
masmâvi gök-yüzü, dağlar, kırlar, ağaçlar, çiçekler, denizler, hayvanlar vs.
her şey 15 milyar yıl boyunca insansız olarak varlıklarını sürdürmüşler! Yâni
insan bu kâinâta 11.59.59.59…’da gelmiş. Eğer bu süreç insansız olarak
geçmişse, boşuna geçmiş bir süreç değil midir? Allah bu gibi boş işler
yapmaktan münezzehtir.
Seneca:
“Gerçek, gecikmeyi sevmez” der.
İnsansız hayat ve kâinât, anlamsız hayat
ve kâinâttır. Anlamsız iş yapmak Allah’a göre değildir. O’na yakışmaz da.
Allah, varlığı yokluktan yaratmıştır.
Yokken var etmiştir. İşte bu yokluğun varlığa dönüşmesi bir-anda olur. Aksi
hâlde; “yokluktan varlığa çıkışta ne vardı?” diye abes bir soru sorulacaktır.
“O süreçte ne oldu” sorusu ortaya çıkar. İnsanın bu süreçte ne olduğunu bilmesi
imkânsızdır. Böyle bir sürecin olup-olmadığı meçhûldür. Allah için gereksizdir.
İnsan için Tin Sûresi 4. âyette “en güzel sûrette yarattım” deniyor.
Mülk Sûresi 3. âyette de: “O, biri
diğeriyle 'tam bir uyum’ (mutâbakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman
(olan Allah)ın yaratmasında hiç bir 'çelişki ve uygunsuzluk’ (tefâvüt)
göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; her-hangi bir çatlaklık (bozukluk
ve çarpıklık) görüyor musun?” denir. Demek ki Allah, sâdece insanı değil,
tüm âlemi süper-uygun bir biçimde yaratmıştır. Allah Hâllâk olduğundan dolayı
her-an yaratır. İşte, yarattığı her-andaki her şey de süper-uygunluk
hâlindedir. Hiç-bir zaman süper-uygunsuz bir durumda olmamıştır/bulunmamıştır.
Evet; “indirgenemez komplekslik”te olmayan hiç-bir şey yoktur kâinâtta.
Dünyâ ve bütün kâinât mübârektir.
Allah’ın yarattığından dolayı mübarektir. Mübâreklik en mükemmel hâlden önce
“az-mübârek” hâlde hiç olmamıştır.
Çeşitli çalgılardan oluşan senfoni, bütün
çalgılardan gelen seslerin uyumundan oluşur. Bu çalgıların birinden cırtlak bir
ses çıkarsa o zaman senfoni, senfoni olmaktan çıkar. Kâinât da işte böyledir.
Süper senfoni.
Aşağıdaki
âyetler 10.000 Teorisi’ni ve “bir-anda yaratılma” düşüncesini destekler
mâhiyettedir:
“Gökleri
ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse
ona yalnızca “OL” der, o da hemen oluverir” (Bakara 117).
“İstediğimiz
zaman her-hangi bir şey için sözümüz, ona yalnızca “OL” demekten ibarettir; o
da hemen oluverir” (Nahl 40).
“Allah'ın
çocuk edinmesi olacak şey değil. O yücedir. Bir işin olmasına karar verirse,
ancak ona: “OL” der, o da, hemen oluverir” (Meryem-35).
“Rabbim,
bana bir beşer dokunmamışken nasıl bir çocuğum olabilir?” dedi. “(Bu) Böyledir”
dedi: “Allah neyi dilerse yaratır. Bir işin olmasına karar verirse, yalnızca
ona “OL” der, o da hemen oluverir” (Âl-i İmrân 47).
“Bir
şeyi dilediği zaman, O'nun emri yalnızca: “OL” demesidir; o da hemen
oluverir” (Yâsin 82).
“Dirilten
ve öldüren O'dur. Bir işin olmasına hükmetti mi, ona yalnızca: “OL” der, o da hemen
oluverir” (Mü’min
68).
Evet; bir soluğun, bir nefesin ürünüyüz.
Ve her şey o kadar yeni ki…
“Bizim
emrimiz, bir göz kırpma gibi yalnızca 'bir keredir. (Âyetin farklı bir meâlinde): Bizim (bir şeyi) takdir etmemiz ve (onun
meydana gelmesi) göz-kırpması gibi bir anlık bir (fiil)dir” (Kamer 50).
Nahl 40 ve 77’ye göre kâinât, bir ‘KÜN’
emri ile bir-anda başlamıştır ve bir ‘HÜN’ emri ile bir-anda yok olacaktır. Bu
ne zaman olacak? Termodinamik denge gerçekleştiğinde. Ya da Allah mukayyet
olmadığı için O’nun bildiği ve irâde ettiği bir anda.
“Ya evren geriye kapanmadan sürekli
genişleyecek ve ısı ölümüyle Büyük Donma (Big Chill) süreci yaşanacaktır, ya da
genişleme belli bir seviyeye geldikten sonra çekim-gücü geriye kapanmayı
başlatacak ve Büyük Çöküş (Big Crunch) yaşanacaktır” denir. Genişlemeyi kabûl
etmediğimiz için “Büyük Çöküş” sürecini tasvip etmiyoruz ama entropiden dolayı
“Büyük Donma” olasıdır. Büyük Donma teorisi “son saat” için söylenen “göz
açıp-kapamak kadar kısa oluşuyla da örtüşür. Yâni kâinât mutlak-soğukluğa
ulaştığı anda, bir-anda kendi içine çökerek yok olur. Bu çöküş için sürece
gerek yoktur. Göz açıp-kapamak kadar kısa bir süredir.
Kâinâtın nasıl yaratıldığını Allah’tan
başka kimse bilemez. Çünkü kimse bu yaratılışa şâhit olmadı. Ayrıca bir-anda
yaratılmanın nasıllığından da söz edilemez. Bilim-adamları kâinâtı mutlak
olarak bilemezler. Zâten bilmek de istemezlerdi, çünkü bu, bilimin sonu olurdu
ve bilim-adamlarını işsiz bırakırdı.
Kuantum teorisine göre her şey yokken
bir-anda/âniden varolmuştur. Çünkü kuantlar yokken bir-anda beliriveriyor.
Asr-ı Saadet döneminde de ilk-yaratılışla
ve bir-anda yaratılışla ilgili tartışmalar yapılmış ve yaratılışın nasıl
olduğuna ilişkin düşünceler ortaya konmuştur: Mutezile âlimlerinden Nazzâm’a
göre Allah Teâlâ; insan, hayvan, mâden bitki vs. bütün mahlûkâtı şu-an
bulundukları hâl üzere bir defâda yaratmıştır. Meselâ tüm mâdenler zamanla
değil, oldukları yere aynı-zamanda bizzat konmuştur. Doğa, ilk yaratıldığında
da aynı özelliklere sâhipti. Meselâ deniz ilk yaratıldığında da tuzluydu.
“Deniz-suyu neden tuzludur? Hiç öyle kayalardan/taşlardan muhabbeti yapmayın.
Deniz, Allah tuzlu yarattığı için tuzludur. Petrol, demir vs. de ilk
yaratılışta vardı zâten.
Din, bir şeyin çabuk yapılmasını emretmez
deniliyor. Hâlbuki Peygamber efendimiz: "İşçinin ücretini alın-teri
kurumadan verin”. der. Kuşkusuz ki
Peygamberimiz bu düşünceyi Allah’tan öğrendi. Allah, bir şeyin hemen
yapılmasını telkin etti Peygamberimize. “İşçinin hakkını yavaş-yavaş değil,
hemen ver” denmiştir.
Kimya biliminin tanıklığıyla da, maddenin
başlangıcının yavaş-yavaş ya da aşamalı olmadığı, aksine birden-bire olduğu
ortaya çıkmaktadır.
Dünyâ’da ve evrende de bir-çok kez
bir-anda yaratılmanın öreklerini görüyoruz. Meselâ en basit olarak: su yerden
bir-anda kaynar. Su, yerde yokken bir-anda görünüverir.
Kâinâtta her şey, “altın oran” denilen ve
1,618 olarak belirlenen bir ölçüyle orantılanmıştır. Kâinâttaki her şey bu
oranla uyumludur. Evrende bulunan her şey bu orana göre yaratılmış ve
orantılanmıştır. İki yıldız arası, iki galaksi arası, iki insan kolu arası vs.
her şey bu orana uygundur. Bu, tüm kâinâtın aynı “EL” tarafından ve bir-anda yaratıldığının
delilidir. Aksi hâlde bir-sürü orantısızlıklar çıkacaktı.
Evrenin düzeninde meydana gelecek -kıl
payı kadar da olsa- bir sarsıntıda bozulacak olan evrenin, aşama-aşama,
kademe-kademe meydana geldiğine inanmak...
İnsan, basitten mükemmele doğru değil,
mükemmelden basite doğru bir seyir izlemiştir/izliyor. Entropi bunun delîlidir.
Bir-anda kemâl hâlde yaratıldıkları için tüm varlık da böyledir.
Kâinâtın kaderi, bir-anda açığa
çıkmaktır. Bir-anda açığa çıkan şeyde sebep-sonuç ilişkisi aranmaz.
Bir süreçle yaratılma kendine göre
basittir. Açıklanabilen şey kendine göre basittir zâten. Ez-azından açıklanınca
basitleşir. Fakat bir-anda yaratılmada bir ihtişâm vardır.
Kâinâtın fıtratı, “birden” yaratılmayı
gerektirir. “Her şey bir-anda yaratılmıştır” derken, aslında buna sâdece
görünen evreni değil, görünmeyen âlemi de katabiliriz. Cenneti, cehennemi…
“Elbette
göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyüktür. Ancak
insanların çoğu bilmezler”
(Mü’min 57). Bu yüzden insanın “küçük aklı” “büyük” olanı kuşatamayacağı için
anlamaya kâdir değildir.
Allah;
yapacağını bir-anda yapar. Çünkü şanına bu yakışır.
Allah, bir-anda yaratır, sonra da
örneklere göre tekrar eder.
Olmak, zamânında olmaktır.
Allah kâinâtın akordunu en ideâl tınıda
ayarlamıştır.
Allah “Hâkim”dir. Hükmeder. Kâinâtı
hükmederek Hâkim ismi ile yaratmıştır. Hâkim sıfatında noksanlık olmaz. Bu
yüzden Hükmü sonucu yaratılanda da noksanlık olamaz. Aksi hâlde (hâşâ)
yarattıklarına Hâkim olmama durumu ortaya çıkar. Allah her şeye Hâkimdir.
Allah bu kâinâtı spontane bir şekilde
bir-anda ortaya çıkarmıştır.
Bu kâinâtın bir-anda yaratılmış olduğu,
ampirik değil apriorik olarak bellidir.
Kâinâtın ömrü ile insanın ömrü aynıdır.
Kâinâtın “ilk-yaratılma”sı evrim ile değil,
devrim ile olmuştur.
Bir bebek dile gelse evrenin bir-anda var
olduğunu söylerdi.
Allah evreni yaratırken melekleri
kullanmıştır. Melekler emredileni anında yaparlar.
İlk-yaratılış bir-anda olan yaratılıştır.
“Bir-anda olma”ya aklımız ermez. Bu “olma”yı anlayamayız, anlamlandıramayız ve
anlatamayız. Sâdece hissedebiliriz.
İsmail Râci Faruki:
“Ortada insanoğlunun idrâkinin kavrayamadığı ve
sezinleyemediği bir “sonsuzluk” vardır. İnsanoğlu bu derinlikteki sonsuzluğu
yakalayamadığı için anlaşılması ve îzah edilmesi de olanak dışıdır” der.
Evren denilen şeyin ne olduğunu göremediğimiz/bilemediğimiz
için evrene bir-nevi “sonsuzluk” denilmiştir. Bu bağlamda Anaksîmandros
“sonsuzluk belirsizdir ve içinde karşıtlıkları barındırır” der.
Bir şey yokken, yâni olmamış hâldeyken olması/olmuş hâle gelmesi
bir-anda olur. Zâten “arada” ne olacak ki.
“Ol” dedi bir kere var oldu cihan, “olma”
dese mahvolur ol dem heman.
“Gerçek
şu ki, benim Rabbim, olmasını istediği şeyi akıl-sır yetmez yollarla
gerçekleştirir” (Yusuf
100).
Vâr-oluşçuluğa göre de (tabî ki de tartışılabilir) vâr-oluş özden önce gelir. Yâni bir şey vâr olur ve sonra o varlığın vâr-oluş sürecine ve nasıllığına yorumlar yapılır. Bilim-adamlarının yaptığı budur. Hâlbuki gerçekte
kâinatın varlığı ve yorumu aynı-anda yaratılmıştır. Kâinat, yorumunu içinde taşır. Yorum, kâinâtın içinde mündemiç olarak bulunur.
Netîcede
bilim, olmuş olanın üzerinden konuşuyor, olacak
olanın üzerine konuşamaz ve zâten konuşsa aynı
şeyleri söyleyemezdi.
Allah
için şüphesiz ki imkânlar söz-konusu değildir. Allah’ın bir şeyi yaratması için
bâzı şartların oluşması gerekmez.
Bir-anda yaratılma mantıksız ve saçma
değildir. Allah bu şekilde yaratmıştır. Esas önemli olan şey ve bilinmesi
mümkün olmayan şey Allah’ın kâinâtı bir-anda nasıl yarattığıdır. Bir-anda
yarattığını anlayabiliriz fakat bir-anda nasıl yarattığını anlayamayız. Bu
bizim ulaşamayacağımız, idrak edemeyeceğimiz bir bilgidir.
“Bir-anda yaratılma” yada “aşama-aşama
yaratılma”; işte bütün mesele bu..
Şâirin dediği gibi: “Bir örtü gibi birden
açar Dünyâ’yı; Sonra birden toplayandır ortalığı”… (Sezâi Karakoç)
Vücûdumuzda
her sâniye yâni bir-anda milyon tâne hücrenin vârolabiliyorken; her sâniye yâni
bir-anda milyar tâne molekül üreyebiliyorken; vücûdumuzda her sâniye yâni bir-anda
3 milyon kere milyon (3X1012)hemoglobin
üretilebiliyorken; her sâniye yâni bir-anda milyarlarca parçacığın yok olduğu
ve milyarlarca trilyonlarca varlığın ortaya çıktığına şaşılmıyorken, kâinâtın
bir sâniyede yâni bir-anda ortaya çıkışına niye şaşılıyor ki?
Evet; Her-şey yaşıttır. Eş-zamanlı ve
eş-anlıdır.
ALTI
Gün ve Gün (Yevm)
Meselesi
"Andolsun ki Biz gökler ile yeri ve
ikisi arasında olan şeyleri altı günde yaratmışız ve Bize hiç bir yorgunluk da
gelmemiştir" (Kâf 38).
Âlimler “gökler yaratılmadan “gün”
olamaz” diye düşündükleri hâlde, gökler henüz oluşmamışken “zaman” belirten
“devir” gibi ifâdeler kullanıyorlar. “İlk başta zaman var mıydı”, “var ise
nasıl bir zamandı” gibi sorular sorup tartışmalar yapıyorlar. İlk başta zaman
var mıydı-yok muydu bana ne! Allah bana (yâni insana) M.S. 7. yy.’da da; 21.
yy.’da da “gün” diyor ve bu “gün”=”yevm” kelimesini herkesin bildiği ve
anladığı “gün” olarak söylüyor. Zamânı belirten diğer ifâdeleri kullanmıyor,
ben ona bakarım. Tüm kutsal kitaplar da bu “gün” kelimesini bize Dünyâ
kurulduktan sonra söylemiştir. Aksi boş iştir. Ayrıca Kur’ân, indiği topluma
onların dili ve kavramlarıyla hîtap etmiştir. İşte o toplum, bu yevm-gün
ifâdesinden, bizim de şu-anda anladığımız 24 saati anlıyordu.
Âyette “yevm” diye geçiyor; “çağ”
anlamındaki “asr” yada “zaman” anlamındaki “dehr” kelimeleri kullanılmıyor.
Sonsuz “olma”nın tümüne birden “dehr” denir. Yevm kelimesinin ibrânicesi olan
“yovm” da 24 saatlik “bir gün”ü ifâde eder.
“Gerçek
şu ki, Allah katında ayların sayısı, gökleri ve yeri yarattığı günden beri
Allah'ın kitabında on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte dosdoğru
olan hesap budur…”
(Tevbe 36).
Âyette
de açıkça belirtildiği gibi ayların sayısı sonradan belirlenmemiştir. Ayların sayısı
yer ve göklerin (göklerden maksat tüm kâinattır) yaratılışının ilk-ânında da
onikiydi. Bilindiği gibi aylar deverânını her zaman şaşmaz bir dakiklikle
yaparlar. Bu durum Güneş sisteminin şaşmaz düzeninden dolayı böyledir. Bu düzen
sâyesinde her “ay”, mevsimini ve bulunacağı zamânı şaşırmaz. Âyetin dediğine
göre bu deveran yerin ve göklerin ilk yaratıldığında da böyleydi. Ayların
sayısının on-iki olması, Dünyâ’nın konumunun, hızının, yörüngesinin vs. her
şeyinin özel durumundan dolayıdır. Farklı döngülerde “oniki” sayısının çoğalma
yada azalma durumu söz-konusu olurdu. Ya da ayın günleri uzun yada kısa
olacaktı. Yâni Dünyâ’nın özel konumu ayların sayısının oniki olmasını sağlıyor.
Burada dikkat edilecek husus; bu özel durumun, göklerin ve yerin, dolayısıyla
da kâinatın ilk yaratılışında da aynı olduğudur. Buradan çıkan sonuç ise şudur:
Güneş sisteminin ve Dünyâ’nın konumu ve genel durumu kâinatın ilk
yaratıldığında da aynı idi. Ayların sayısının ilk yaratılışta da, şu-anda da
oniki olması Güneş sisteminin orijinâlliğini koruduğunu gösterir. Güneş sistemi
nasıl orijinâlliğini koruyorsa, kâinat da ilk yaratıldığı gibi orijinâlliğini
koruyor demektir. Kâinat hiçbir zaman şu-anda gözlemlendiğinden daha farklı bir
resim vermemiştir. Bu da kâinatın aşama-aşama değil, bir-anda idrâk
edemeyeceğimiz bir Mûcizeyle yaratıldığını gösterir. İlk yaratıldığı gibi
orijinâl, ilk yaratıldığı gibi saf, ilk yaratıldığı gibi muhteşem bir şekilde..
“O,
gökleri ve yeri hak olarak yaratandır. O'nun “ol” dediği gün (her şey) oluverir,
O'nun sözü haktır. Sûr'a üfürüldüğü gün, mülk O'nundur. O, gaybı ve müşâhede
edilebileni bilendir. O, hüküm ve hikmet sâhibi olandır, haberdar olandır” (En-am 73).
Âyet gâyet açık bir şekilde “ol” dediği
günde/anda herşeyin oluvereceğini söylüyor. Bunu söylerken de meselâ “asr”,
“dehr” gibi ifâdelerle değil, ne kadar bir süre olduğunu her gün
deneyimlediğimiz için çok iyi bildiğimiz “yevm”=”gün” kelimesiyle ifâde ediyor.
“Gün/yevm”
kelimesinin çabukluk ifâde ettiğine dair bir örnek verelim:
“külle yevmin hüve fî şe’n” = “O
her gün/an yeni bir iştedir” (Rahman 29).
Âyetteki “gün” kelimesi aslında “an”
anlamındadır. Çünkü Allah gerçekten de yaratmayı her-an yapar. Burada
kullanılan “gün” kelimesi en küçük zaman-birimi “an” anlamına gelir. Ama nedense
üstadlarımız bu “yevm” kelimesini uzun zamanlar için kullanmayı tercih
ediyorlar. Kusura bakmasınlar ama biz bu tercihi bilimin etkisiyle yaptıklarını
düşünüyoruz. İşte! Allah burada “yevm” kelimesini “an” anlamında kullanmıştır.
Şimdi biz bu kelimeyi Meselâ Kâf Sûresi 38. âyete uygulayalım: "Andolsun
ki Biz gökler ile yeri ve ikisi arasında olan şeyleri altı “an” da
yaratmışız ve Bize hiç bir yorgunluk da gelmemiştir". Yâni demek istiyor
ki, “biz âlemi ânında yarattık”. Bu şekilde çevirmek Kur’ân’a bir halel
getirmez. Zorlamanın lüzumu yok. Tek bir ses, tek bir çığlık yeter yaratılış,
oluş ve ölüş için.
Allah, Kur’ân’ın bir-çok âyetlerinde
(Yunus 3, Furkân 59, Secde 4, Kâf 38, Hadid 4, A’raf 54, Hûd 7, ) “altı gün”de
yaratılıştan bahsediyor. Kâinâtı altı günde yarattığını defâlarca ifâde ediyor.
Bu âyeti olduğu gibi almayıp da farklı şekilde açıklamayı seçenler neye göre
farklı bir tefsir yoluna gidiyorlar? Hâlbuki Allah; “O’nun katında bir gün, sizin katınızda bin yıl gibidir” diyerek,
bu zamânın araştırılmasına ve hesaplanmasına yöneltmek istiyor gibi ifâde
kullanıyor. Tefsircilerin bu “altı gün”e farklı bir mânâ vermek istemelerinin
nedeni, kesinlik içermeyen bilimden başka ne olabilir? Bilimle zıtlaşmaktan mı
korkuluyor? Şurası kesin ki; mutlak gerçeği sâdece Kur’ân bildirir, bilim
değil. Bilimin yaptığının bir-çoğu sâdece “varsayım”lardır.
“Gün”-“yevm” kelimesi belirli geliyorsa,
yâni rakamla birlikte verilmişse o rakamı doğru kabûl etmek gerekir. Fakat
rakam ile birlikte gelmemiş olan “hesap günü” ifâdesi gibi belirsiz geliyorsa,
o zaman o günün 24 saatlik bir gün değil, daha fazla bir süreyi kapsadığından
bahsedebiliriz.
Kur’ân,
“mübîn” yâni açık ve anlaşılır olduğu için, içinde geçen rakamlar üzerinde
zorlama yorumlar yapmak yanlış olur. Çünkü bu rakamlar da gâyet
açıktır/mübîndir. “altı gün” diyorsa, başka değil, “altı gün”dür. Kur’ân’da
verilen “süre”ler, insanların bildiği, Dünyâ’ya göre olan sürelerdir. “Altı
gün” de Dünyâ’ya göre bir süredir.
“Gün”-“yevm” kelimesi belirli geliyorsa,
yâni rakamla birlikte verilmişse o rakamı doğru kabûl etmek gerekir. Fakat
rakam ile birlikte gelmemiş olan “hesap günü” ifâdesi gibi belirsiz geliyorsa,
o zaman o günün 24 saatlik bir gün değil, daha fazla bir süreyi kapsadığından
bahsedebiliriz.
“Gündüzün bir saatinden başka hiç ömür sürmemişler
gibi onları bir-arada toplayacağı gün, onlar birbirlerini tanımış olacaklar” (Yunus 45).
“Kıyâmet-saatinin kopacağı gün, suçlu-günahkarlar,
tek bir saatin dışında (Dünyâ-hayâtı) yaşamadıklarına and içerler” (Rum 55).
Mehmed Alagaş bu âyetleri yorumlarken
şöyle diyor:
“Bu konudaki âyet-i kerîmelere dikkat edilirse, Dünyâ
yaşantısının süresiyle ilgili olarak verilen bütün cevaplarda, kişilere göre
değişebilen bir görecelik değil, genel bir ortaklık vardır.
Bir saat veya bir saatten daha az.
Dünyâ’da sâdece bir saat veya bir saatten daha az yaşadıklarını
yemin ederek söyleyen bu insanlar, zaman konusundaki mutlak gerçeği kavrayan ve
bu mutlak gerçeğe göre cevap veren insanlardır”.
“Gün”lü rakamlarla “milyon”lu-“milyar”lı
rakamlar arasında uçurum fark vardır. Bu fark yüzünden ikisi bir-birini
açıklayamaz. Yâni “gün” kelimesi hiçbir zaman “milyon-milyar” rakamlarıyla
açıklanamaz.
“..Gerçekten,
senin Rabbinin katında bir gün, sizin saymakta olduğunuz bin yıl gibidir” (Hac 47).
Bu âyete göre; Allah’ın katında geçen
“bize göre bir gün” yâni “24 saat”, (Kur’ân bize göre konuştuğu için,
bir günü 24 saat olarak aldım) bizim katımızda geçen “bin yıl”a, yâni
24x365x1000= 8.760.000 (sekiz milyon yedi yüz altmış bin) saate eşit olur.
Şimdi bu değerleri, yâni 8.760.000 saati 24 saate indirgersek, yapacağımız
işlemden sonra ulaşacağımız rakam “14.20 sâlise” olacaktır. 14.20 sâliseyi de
Allah kâinatı 6 günde yarattığı için 6 ile çarparsak, elde edeceğimiz rakam;
“14.20x6=85.2 sâlise” = ”1.25 sâniye” olacaktır. Bu ise (Allah-u âlem) Allah’ın
kâinatı yaratma süresidir. 1.25 sâniye, Allah’ın “kün” emri için yada “izin
verme”si için yeterli ve ideâl bir süredir. Zâten “kudreti sonsuz” bir yaratıcı
için bundan daha fazla bir süre düşünülemez. Allah, ortalama 1.25 sâniyelik bir
süre içinde “OL” demiş ve her şey bir-anda kendini “olmuş” buluvermiştir. En
doğrusunu Allah bilir.
6 günde yaratmanın ayrıntısı şu şekildedir:
“De ki:
Gerçekten siz mi yeri iki günde yaratanı inkâr ediyor ve O'na bir-takım eşler
kılıyorsunuz? O, âlemlerin Rabbidir. Orada (yerde) onun üstünde sarsılmaz
dağlar vâr etti, onda bereketler yarattı ve isteyip-arayanlar için eşit olmak
üzere oradaki rızıkları dört günde takdir etti. Sonra, duman hâlinde olan göğe
yöneldi; böylece ona ve yere dedi ki: İsteyerek veya istemeyerek gelin. İkisi
de: İsteyerek (İtaat ederek) geldik dediler. Böylece onları iki gün içinde yedi
gök olarak tamamladı ve her bir göğe emrini vahyetti. Biz dünyâ-göğünü de
kandillerle süsleyip-donattık ve bir koruma (altına aldık). İşte bu, üstün ve
güçlü olan, bilen (Allah)'ın takdiridir” (Fussilet 9-12).
Bu âyetler tüm kâinatın
altı günde (1.25 sâniyede) yaratıldığının delîlidir. Dünya’nın toplam 2+4=6
günde yaratılması, aslında kâinatla beraber 6 günde yaratılmasıdır.
Bu bahsettiklerimizin nihâyetinde gerçek
anlamını vermek istediğimiz; “lehü kün fe yekün” cümlesi... “ol” der ve olacak olanların tamâmı bir-anda olur”
anlamına gelecektir.
İLK-YARATMA SONRAKİ-YARATMA
(Halk-ı Cedid)
“Ya
Biz artık birinci yaratış ile yorulu mu verdik? Doğrusu, onlar yeni bir
yaratılıştan şüphe içindelerdir” (Kaf 15).
Allah “El Bâri”dir. Yâni “ilk örnekleri”
yaratandır. “El Hâlık ise, genel yaratma, yâni yaratmanın tamâmını yapan,
yaratmaya sürekli devam edendir. Allah ilk-yaratmayı ansızın yapmış, sonraki
yaratmalar ise âheste-âheste devam ediyor.
Allah hem hâlık hem de hallâktır. İlkin
yarattıktan sonra sürekli yeniden yaratır. Mûcid ismi ile ilk-kez yaratır,
hâllâk ismiyle ise sürekli yaratışta bulunarak yaratmayı yeniler. Kur’ân
sonraki yaratılışları hâlk-ı cedid diye adlandırır.
İlk-yaratma
ve sonraki yaratmayı birlikte düşündüğümüzde yaratmanın devam ettiği görülür.
İhsan Eliaçık:
“İleriye doğru, daha kemâle doğru bir gidişin olduğundan
bahsetmek, şu-anki durumun eksik bir durum olduğunu iddia etmektir ki bu
yanlıştır. İlâhi yaratma kemâle doğru , değil, kemâl içindedir. Noksanlıktan
ileriye doğru seyretmez, Bilakis kendini tekrar etmeyen sonsuz inkişâf olarak
zuhur eder. Bu sonsuz inkişâfın tümüne de süreç denir. Yaratma Allah’ın eylemi
olup bir şeyi îcat edip ortaya koyması, sonra da yenileyerek sürdürmesi
durumudur. Bu anlamda yaratma; olmuş-bitmiş, noktası konulmuş bir eylem
değildir. Allah ilk hareketi verdikten sonra bir kenara çekilmez, yenilikçi yaratmalara
devam eder. Târih bütün yelpazesiyle bir ve bütündür. Şimdi ne oluyorsa önceden
de o oluyordu. Önceden ne oluyorsa şimdi de o oluyor. Bu, târihin tekrârı
değil, yenilenerek sürmesi anlamına geliyor” der.
İhsan Eliaçık yukarıdaki âyetin
yorumunda:
“Âyette geçen “ilk-yaratılıştan sonra yeniden yaratma”
ifâdesinde ilkinin mârife (belirlilik takısı; bi’l halg) ikincisinin ise nekra
(belirsizlik hâli; halgin cedidin) şeklinde gelmesi, öncekine ilk (evvel)
denirken, sonrakine ikinci değil de yeni (cedid) denmesi yaratmanın devam
ettiğini, boyuna sürdüğünü, dur-durak nedir bilmediğini, en küçük bir
kıpırdanmayı bile; insanlar, hayvanlar ve bütün tabiat olayları da dâhil her
türlü hareketliliği, eylemliliği de içine aldığını gösterir. Demek ki yeniden yaratma
(halk-ı cedid) sâdece kıyamet olayı değildir, bilâkis boyuna yaratma, biteviye
inkişâf, sürekli yaratılıştır. Kıyâmet bu ezeli ve ebedi sürecin içinde bir
safhadır” der.
Burada ilginç olan şey, ilk-yaratmanın
belirlilik, sonraki yaratışların ise belirsizlik takısıyla gelmiş olmasıdır.
Çünkü ilk-yaratmada her şey tam/tamamlanmış ve mükemmel olarak var-edilmiş ve
yaratılış bitmiştir. Fakat şu-anda da devam eden yaratış/yaratılışlar ise,
henüz yaratılma tamamlanmadığı için insanlar tarafından bilinemeyen, bu yüzden
de belirsizlik takısıyla ifâde edilen yaratılmalardır.
“Ya,
biz ilk yaratılışta güçsüz mü düştük? Hayır, onlar “karmaşık bir kuşku”
içindedirler” (Kâf 15).
“Allah
yaratmayı (ilkin) başlatır, sonra onu iâde eder” (Rum 11).
“Peki,
yaratılışı ilk-defa başlatan (yebdeul halka) ve sonra da onu aralıksız devam
ettirip yenileyen kimdir?” (Neml 64).
“De
ki: 'Sizin şirk koştuklarınızdan (meselâ bilim-adamlarından) ilk-kez
yaratacak, sonra onu iâde edecek olan var mı? De ki: Allah yaratmayı (ilkin)
başlatır, sonra onu iâde eder. Öyleyse nasıl çevriliyorsunuz?” (Yunus 34).
“De
ki: Sizin şirk koştuklarınızdan hakka ulaştırabilecek var mı? De ki: Hakka
ulaştıracak Allah'tır. Öyleyse, hakka ulaştıran mı uyulmaya daha hak sâhibidir,
yoksa doğru yola ulaştırılmadıkça kendisi hidâyete ulaşmayan mı? Ne oluyor
size? Nasıl hükmediyorsunuz?” (Yunus 35).
“Allah
sizi önce topraktan yarattı, sonra bir damla sudan. Sonra sizi çift-çift
kıldı…” (Fâtır 11).
Âyette ilk yaratılışın topraktan, sonraki
bilindik yaratılışın ise bir damla sudan olduğu belirtilir.
Bâzıları şu-andaki yaratılmayı, ilk
yaratılmanın bir örneği olarak görmek istiyorlar. Hâlbuki Allah benzersiz ve
örneksiz yaratma sanatkârıdır. İlk-yaratma ile sonraki yaratma arasında fark
vardır. Çünkü ilki tasavvur edilemiyor ama sonraki gözlenebiliyor.
İlk-yaratmadaki “âni yaratma”, sonraki yaratmalarda “aheste-aheste yaratma”ya
dönüşmüştür. Allah, sonraki yaratmayı insan idrâkine sunmak için böyle
yapmıştır. İlk-yaratma örneksiz yaratmayı gerektireceği için, onun yavaş-yavaş
yaratılması gerekmez. Meselâ Allah, insanların duâsına bir zaman sürecinde
icâbet eder. Ortaya çıkmış varlık için ideâl olan budur çünkü. Zâten azâbını da
hemen göndermez. Zaman tanır insanlara. Bir sözde; “imhâl eder, ihmâl etmez” denir.
Vel-hâsıl kelam Allah, ilk-yaratma işini ortalama 10.000 yıl önce bitirdi. Bu,
“örneksiz yaratma” idi. Sonrakiler ve şimdikiler “örnekli yaratma”dır. Allah,
örneksiz yaratmayı bildiği gibi örnekli yaratmayı da bilir. Bu Allah için bir
düşüklük değildir. Yâni ilk başta “birden” yaratan Allah, sonra (tâbiri câizse)
yaratmanın hızını kesmiştir. Çünkü Allah yaratmanın her türünü bilir.
Arapçada “ibda” kelimesi: “ilk-yaratma”,
“örneksiz yaratma”, “yaratmayı başlatma”, “îcat etme”, “ortaya çıkarma”
anlamlarına gelir. “İbda”, “Bedi” kelimeleri bu anlamdadır. “BDE”
kökündendirler. İbdâ, “daha önce hiç yapılmamış bir şeyi, örnek almaksızın yapma ve îcat etme” demektir.
Allah’ın kâinâtı “örneksiz” yaratması,
bildiğimiz hiç-bir örneğe göre yaratılmadığı anlamındadır. Ama Big-Bang
sürecinde hemen tüm oluşumlar, önceki yada sonraki örnekleriyle aynıdır.
Birbirlerini taklit eder. Big-Bang süreci bir “örnekli yaratma” sürecidir.
Bir şeyin “örneksiz” olarak yaratılması,
o şeyin “tam-yetkin” bir yaratılışla yaratılmasıdır. Allah’tan “kötü”
sudûr etmez. Kötü bir şey yaratmaz Allah. Eksik bir yapı ise iyi bir yapı
değildir. Allah “iyi”nin ta kendisi olduğu için, yaratacağı her şey de iyi,
yâni tam yetkin=eksiksiz olmalıdır/olmuştur.
Allah, “Bâri”dir. Bâri; “bir kalıptan döker gibi, düzgün, tertipli, güzel ve mükemmel yaratan, âzâ ve cihâzatları bir-birine
mütenâsip ve kâinattaki umûmî nizâma ve gâyelere uygun ve münâsebettar olarak
halkeden” demektir.
Allah’ın
yaratması, sâdece madde-enerji-parçacıkları ortaya çıkarmak değildir. Yaratmak
“parçacık yaratmak” demek değildir, yaratma o şekilde olmaz. Yaratmada eksiklik
olmaz. Yaratma, “tam olarak-eksiksiz yaratma”dır.
Allah, mûcittir. Bedî kökü aynı-zamanda
bir şeyi ilk olarak ortaya çıkarmak, îcat etmek demektir.
Eşyâyı yoktan var-etmek ayrı bir şey;
yaratılmış ham-maddeden yeni eşya var-etmek ayrı bir şeydir. Bu yüzden insan
için; “yoktan yarattı” ifâdesi kullanılamaz.
Allah, insanın “sonraki yaratılışını”
anlatmaya “basit bir sıvıdan” başlamıştır. Bu sıvı bizim bildiğimiz “sıvı”dır.
İnsanın ayrıntılı yaratılışını (sonraki yaratılış) anlatmaya iki cinsin
birleşmesi sonucu oluşan sıvıdan başlatmıştır. Allah insanın yaratılışını,
ilk-prototip olan iki insandan sonra anlatmaya başlar. Çünkü bundan öncesi
bizim için sır ve mûcizedir. Kur’ân bu konuda sâdece özel bir toprağın-çamurun
varlığından bahseder.
"O, sizi yer-yüzünde yaratıp
türetendir" (Mü’minun 79).
Aslında yaratma ayrı, türetme ayrı
şeylerdir. Yaratma ilk başta olur. Sonrakilere “türetme” denir. “İlk yaratma”da
aşama olmaz, sonraki “türetme”lerde aşama olur.
“O,
yer-yüzü toprağından sizi var ederken de”, “annelerinizin karnında cenin
hâlindeyken de” sizinle ilgili her şeyi bilir” (Necm 32).
Hâlk etmek başka, yaratmak-türetmek başka
şeylerdir. Âyetin dediği gibi; Allah ilkin hâlk ederek vâr eder. Sonra da hâlk
ettiği varlığı aşama-aşama, gözlemlenebilecek şekilde yaratır-türetir. Halk
etmek; ânında vâr etmeyi gerektirir ve bu olay ânında meydana geldiği için
gözlemlenebilecek, anlaşılabilecek ve anlatılabilecek bir olay değildir. Nasıl
olduğunu Allah’tan başka kimse bilemez. Yaratma-türetme ise aşama-aşama vâr
etmeyi gerektirir. Bu yaratma, hepimizin gözlemlediği ve bildiği yaratma ve
türetmelerdir. Hâlk etmede-ilk-yaratmada “ol der ve her şey bir-anda hemen var
olur”; yaratmada-türetmede ise “ol der, o şey olmaya başlar”.
“İşte
gaybı da, müşâhede edilebileni de bilen, üstün ve güçlü olan, esirgeyen O'dur.
Ki O, yarattığı her şeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya bir çamurdan
başlayandır. Sonra onun soyunu bir özden (sülâle'den), basbayağı bir sudan
yapmıştır. Sonra onu “düzeltip bir biçime soktu” ve ona rûhundan üfledi. Sizin
için de kulak, gözler ve gönüller var etti. Ne az şükrediyorsunuz?” (Secde 6-9).
İlk-insanın yaratılışını bilemeyiz.
Sonraki yaratmalarıysa zâten gözlemliyoruz. Yâni; “ol” felsefesiyle “oluş”un
felsefesi farklıdır. Kâinâtta “oluş” hâlinde olan sâdece insandır. Bu oluş-hâli
insanın fizîki yapısıyla ilgili değil, zihnî yapısıyla ilgili bir oluş hâlidir.
O da “ilk-yaratılış” için değil, “sonraki yaratılmalar” için geçerlidir.
Netice olarak, “topraktan yaratılma”
ilk-prototip olan Hz. Âdem’in yaratılması; “sudan yaratılma” ise, meni-alâk-embriyo-bebek
süreciyle devam ede-gelen bildiğimiz yaratmadır.
İlk başta bir-anda yaratan Allah, daha
sonra da an-bean yaratmaya devâm ediyor. Tıpkı Kâbe gibi, ilk olarak yapılmış,
sonra tekrâren yıkılıp yapılmıştır. Fakat ilk olarak bi yapılmıştır. Sonraki
yıkılıp/yapılmalar ilkinden sonradır. İlkine de benzemez.
İlk-yaratılmalar ve sonraki yaratılmaları
“oluş” ve “akış” olarak formüle edebiliriz. (Bkz. Mebde-Mead). Tek bir “ol” ile
başlayan, sonsuz “ol”larla devâm eder.
“Şüphesiz
sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden,
işleri evirip-çeviren Allah'tır. Onun izni olmadıktan sonra, hiç kimse şefaatçi
olamaz. İşte Rabbiniz olan Allah budur, öyleyse O'na kulluk edin. Yine de öğüt
alıp düşünmeyecek misiniz?” (Yunus 3).
İlk-yaratma Allah’a hastır. Allah ilk
yaratmaya kimseyi karıştırmıyor. Sonraki yaratmalarda “biz” ifâdesi kullanılırken,
ilk-yaratmalarda “biz” ifâdesi kullanılmaz.
İlk-yaratılış hâlk, sonraki yaratılmalar
hâlk-ı cediddir. Hâlk için “ol”ma hâlk-ı cedid için “oluş” diyebiliriz. Hâlk-ı
cedid kıyâmete kadar sürer ve yeni bir hâlk-ı cedid başlar. İşte bu hâlk-ı cedid
yâni kıyâmet âniden başlar, sonra da yavaş-yavaş devam eder.
Kur’ân’da yaratılışla ilgili vurgular
hâlk, hâlk-ı cedid ve kıyâmet olarak azdan çoğa doğru devâm eder. En çok
kıyâmetten bahseder. Çünkü ebedî olan odur.
Kur’ân iki tür yaratılıştan bahseder. İki
tür oluştan/süreçten bahseder. İlkini açıklamaz, çünkü bu sâdece Yaratıcının
Kendisine malûmdur. Yâni bize göre mûcizedir. Diğeriyse zâten bizim
gözlemlediğimiz/bildiğimiz oluş hâlindeki yaratmalardır ki Kur’ân’ın esas
konusu bunlardır. O yüzden Kur’ân ilk-yaratmaya dâir bilimsel bir tez sunmaz,
ortaya koymaz. Açıklama yapmadığı yerlerde bizim algımız bunu kaldıramayacağı
için yâni algımıza uygun olmadığı için, yâni mûcize olduğu için sâdece bir şuur
oluşturuyor. Ama diğer yaratılmaya dikkat çekerek ayrıntılı açıklamalar
yapılır. Hattâ o yaratılışların incelenip araştırılmasını da istenir.
“İnsan da süper-kompleks bir yapıdır ve
bir noktacık olan spermden aşama-aşama mükemmel hâline gelmiştir. Demek ki tek
bir nokta aşama-aşama bir süre sonra süper-kompleks bir hâle gelebiliyor”
denilirse; Burada ince bir hatâ yapıldığını söyleriz. İlk-yaratma ile sonraki
yaratma-türetme ayrılmadığı zaman böyle bir söyleme varılması kaçınılmazdır.
Fakat biz diyoruz ki; kâinât nasıl her şeyiyle yerli-yerinde bir-anda yaratıldıysa
ve Allah’ın “start”ı vermesiyle hareket başladıysa, ilk insan/insanlar olan
Âdem/Havvâ da tam mükemmel hâlleriyle bir mûcize olarak bir-anda yaratılmış ve
harekete başlamıştır. Daha sonraki türetmeleri zâten gözlemleyebiliyoruz. Fakat
ilk yaratılışlarında her-hangi bir süreç yaşamamışlardı. Zâten o süreçleri
yaşayabilecekleri “ortam”ları da yoktu. En-nihâyetinde ilk insanın ana-babası
yoktur ve ana-karnında geçireceği bir süreç de olmayacaktır. Yâni ilk insanlar
olarak kabûl ettiğimiz Âdem-Havvâ, anne-babaları olmadığı için o türetme
aşamasındaki süreçleri yaşamamışlar/yaşayamamışlardır. Çünkü dediğimiz gibi o
süreçleri yaşayacak ortamları yoktu. Tüm kâinâtla berâber yada benzer-zamanlı
olarak bir-anda “ol”uvermişlerdir. İşte kâinât da ilk yaratılmasını bu şekilde
her-hangi bir süreç yaşamadan bir-anda ”ol”uvermesine borçludur. Çünkü
“hidrojenin ana-babası” yoktur. “Örneksiz yaratma”=“bir öncesi olmayan yaratma”
bunu gerektirir. Gerek insanda gerekse kâinâtta sonraki türetmeleri
gözlemleyebiliyoruz. İşte “tohum süreci” denilen süreç de bu sonraki
yaratmada gerçekleşen olaylar ve süreçlerdir. Sâdece “sonraki
yaratma-türetme”lerde geçerlidir. Çünkü “sonraki yaratma”lar “örneksiz yaratma”
değil, “örnekli yaratma”lardır. Zâten biz bu süreçleri bu “yaratma”ların
“örnekli yaratma” olmasından dolayı gözlemleyebiliyoruz. “İlk-yaratma”da olduğu
gibi “örneksiz yaratma”lar olsaydı, “örnekler”le kıyas yapamayacağımızdan
dolayı mevcut yaratmaları da anlamlandıramayacaktık.
Allah yaratmaya başlayan, sonra da yenileyerek
sürdürendir. İşte bu “ilk-yaratma”nın nasıl başladığı/nasıl olduğu insanın
algısına kapalıdır. Big-Bang ise bu yaratılmanın “nasıl” olduğunu açıkladığı
iddiâsında bulunarak Allah’a karşı kibir sergilemiş oluyor. Hâlbuki
ilk-yaratmayı bilemeyiz. Sonraki yaratmayı gözlemleyebildiğimiz için
bilebiliriz. “İş”i bilemeyiz işleyişi bilebiliriz. “Ol”u bilemeyiz “oluş”u
bilebiliriz.
Hâki Demir:
“Akıl zâten mevcûdatı ihâta edecek hacimde bir idrâk-merkezi
olmadığı için, kâinâtın (yâni mâlûmun) ufkuna bile ulaşamaz. Ufkuna ulaşamadığı
varlık yekûnunun içindeki seyahat, ancak “mâlûm” olan ile ilgilenir. Öyleyse
bilmek, var olanı (yâni mevcûdâtı) bilmektir, olmayanı var etmek değil…
Kastedilen, mevcûdâtın ufkunun ötesinde bir şeyi vâr-etmek ise, bu yaratıcılıktır.
Bunu kastettiğini düşünmek çok ağır bir ithâm olur” der.
“Göklerin
ve yerin yaratılışında da, kendi nefislerinin yaratılışında da Ben onları şâhid
tutmadım. Ben, saptırıcıları yardımcı-güç de edinmedim” (Kehf 51). Allah yaratmaya kimseyi şâhit tutmaz. Çünkü
yaratma bir-anda olur. Bir-anda olan yaratmaya kimse şâhit olamaz zîrâ.
“Yoksa,
(bütün varoluşun) gizli gerçekliği(nin) kendi kavrayış alanları içinde
(olduğunu), böylece (zamanla) onu yazabilecekler(ini) mi (zannediyorlar)?” (Kalem 47).
Bu âyeti Muhammed Esed şöyle yorumlar:
“Bu pasaj, özellikle, evrenin bütün bilinmezliklerinin
anahtarının “hemen şuracıkta” bulunduğu -ki “yazılabileceği”ne yapılan atıf,
özetle bunu ifâde etmektedir- ve insan-merkezli bilimin kendi mensuplarına
nasıl “tabiatı fethedecekleri”ni ve iyi hayat olarak nitelendirdikleri hedefe
nasıl ulaşacaklarını öğretme yeteneğine sâhip olduğu ve bunu öğreteceği
inancındaki safsataya işâret etmektedir”.
Big-Bang Teorisi “her şey başlangıçta
potansiyel olarak ayarlanmıştı, zamânı gelince her şey açığa çıkıyor” der.
Fakat bu potansiyellerin açığa çıkma şansının/olasılığının imkânsız olduğundan
da bahseder. Sayılarla ifâde edilemeyecek bir aksilikte/ihtimâlde -ki bu
ihtimâller matematik ihtimâl sınırının (1050’de
1) üstündedir- açığa çıkamayacağından bahseder. İşte bu durum aşamalı sürecin
kaçınılmaz sonucudur. Allah bu yüzden kâinâtı yaratırken bizim “şu-anda”
bildiğimiz kânunları kullanarak değil; bilemediğimiz/bilemeyeceğimiz kânunları
kullanarak “ilk-yaratma”yı başlatmıştır. İşte bu “ilk-yaratma” bildiğimiz
aşamalı kânunlardan mecbûren farklı olacağı için, dolayısıyla aşamasız olacağı
için bir-anda olmak zorundadır. Allah’ın yarattığı her şeyin içinde
potansiyeller zâten vardır.
Evrende var olan sıradan bir düzen değil,
olağan-üstü bir düzendir. Fakat bu düzen önceden hazırlanıp bir süreç sonucunda
gerçekleşmemiştir. Aynı-anda, âniden ve bir-anda gerçekleşmiştir. Öyle ki
imtihan sebebi yüzünden bu bir-anda düzenlenmenin içinde hastalık potansiyeli
ve hastalanmalar da vardır. Daha mükemmel bir evren-Dünyâ târif edilemez.
İlk-prototip olan insan-çifti
embriyolojik bir süreç yaşamadığı gibi, “kâinâtın ilk-prototipi”nde de bir
süreç yaşanmamıştır. Tüm canlılık “ilk-prototipinden sonra” aşama ve gelişmeler
yaşamıştır. İlk-yaratmadan sonraki türetmelerde geçerlidir bu aşama. Aynı şey
evren için de geçerlidir.
Caner Taslaman:
“İlk-canlı oluşmadan önce, doğal seleksiyonun da hiç-bir
etkisi olmaz; çünkü doğal seleksiyon canlıların yaşam mücâdelesinde oluşur ve
çoğalan canlılar için geçerlidir. Bu yüzden, ilk-canlı oluşmadan önceki süreçle
ilgili olarak “doğal seleksiyon” açıklamaları yapmanın hiç-bir tutarlılığı
yoktur” der.
Yâni bâtıl bir teoriyi bile konuşamayız
ilk-yaratılış olmadan.
Big-Bang Teorisi’ne göre Dünyâ’nın
oluşumu en son aşamada gerçekleşmiştir. Bu düşünce aşağıdaki âyetlerle
bağdaşmaz ...
“Sizin
için yerde olanların tümünü yaratan O'dur. Sonra
göğe yönelip (istivâ edip) de onları yedi gök olarak düzenleyen O'dur.
Ve O, herşeyi bilendir” (Bakara 29).
“De
ki: Gerçekten siz mi yeri iki günde yaratanı inkâr ediyor ve O'na bir-takım
eşler kılıyorsunuz? O, âlemlerin Rabbidir. Orada (yerde) onun üstünde sarsılmaz
dağlar var etti, onda bereketler yarattı ve isteyip-arayanlar için eşit olmak
üzere oradaki rızıkları dört günde takdir etti. Sonra, duman hâlinde olan göğe yöneldi; böylece ona ve
yere dedi ki: “İsteyerek veya istemeyerek gelin”. İkisi de: “isteyerek (İtaat
ederek) geldik” dediler.
Böylece onları iki gün içinde yedi gök
olarak tamamladı ve her bir göğe emrini vahyetti. Biz Dünyâ göğünü de
kandillerle süsleyip-donattık ve bir koruma (altına aldık). İşte bu, üstün ve
güçlü olan, bilen (Allah)'ın takdiridir”
(Fussilet 9-12).
Görüldüğü gibi âyetlerde ilk önce
Dünyâ’nın, daha sonra göklerin düzenlendiği belirtiliyor. “Nâziat sûresinin
27-33. âyetlerinde tam tersi bir süreçten bahsediliyor” diyenlere, belirleyici
âyet olan 30. âyetin ikili anlam taşıdığını söyleyebiliriz; “yer-yüzünü serip
döşedi” ve “yeri de yumurta biçimine soktu”
gibi. Ayrıca, orijinâl metinde Bakara 29 ve Fussilet 11. âyetlerde
“sümme”=“sonra” kelimesi kullanılırken, Nâziat 30. âyetin orijinâl metninde
“sümme”=”sonra” kelimesi kullanılmaz. (Tabî ki Allah için öncelik-sonralık
düşünülemez. Lâkin bize göre öncelik-sonralık diye bir şey vardır. Bu yorumu bu
yüzden yaptık).
Zaman
“Einstein’ın izâfiyet
teorisi ile zamânın izâfi olduğu ortaya konduktan sonra 15 milyar yıl ile
bir-kaç sâniye arasındaki farkın önemi de kalmamıştır” diyorlar. Fakat
insanların zaman algısında problem yok. Herkes meselâ “bir gün”ün ne kadar bir
süre olduğunu apriori olarak biliyor.
Zamânın mutlak bir varlığı yoktur. Çünkü
gerçek bir varlığı yoktur. Madde ile kâimdir. Evrendeki maddeyi/hareketi birden
durdursak, yada maddeyi kozmik bir süpürgeyle süpürsek ve ortada hareket yada madde
kalmasa zaman da olmaz. Süpürülme işleminden sonra görülen/kalan şeyin (mekân)
ne olduğunu her-hâlde Allah’tan başka kimse bilemez. Mekâna (hâşâ,
post-vahdet-i vücutçuluk yapıp) Allah demeyeceksek, mekân da yok olucudur.
Belki de bu yok oluş süpürülmeyle birlikte gerçekleşir. Geriye ne kalacağını
ancak O bilir. Bir de “saf-zaman” denen bir zaman da var mıdır? O da ayrı bir
düşüncenin konusu. Gerçi bu saf-zaman ben var olduğum müddetçe, hareket var
olduğu müddetçe görülemeyecek/bilinemeyecek/idrâk edilemeyecektir. Bu yüzden
bizi çok ilgilendirmiyor. İdrâk edemeyiz çünkü.
Bir insanın gözlemlerinden doğan zaman,
bir de saf bir enerjiye sâhip saf bir zaman. Saf ama etkili. Hâki Demir bu
“zaman”dan şu şekilde bahseder:
“Zamânı varlığın var-olma kudreti olarak görmek, onu,
varlığın enerjisi olarak sınırlandırmayı gerektirmez. Zamâna varlığın enerjisi
demek yanlış olmaz ama eksiktir. Zamânı varlığın var-olma kudreti olarak
görmek, varlığın enerjisi olduğunu tespit etmektir zâten ama bu bir özelliğinin
tespitidir ve zaman bundan ibâret değildir.
Zamânın mekânda müdâhale ettiği nokta, varlığın meydana
geleceği noktadır. Bu sebeple mekân o noktada yoğunlaşır ve zamânın müdâhalesi
ile varlık ortaya çıkar. Zaman tam bu noktada idrâk edilebilir hâle
gelmektedir. Zaman bir-anlamda mekândaki yoğunlaşmayı gerçekleştiren têsirdir.
Mekân ile temâs etmeyen zamânın varlığı, idrak-dışıdır. Zîra
mekâna müdâhale etmediğinde têsirsizdir ve var-olmaya devam ediyorsa eğer, saf
hâlde bulunmaktadır”.
Her ne kadar; “genel izâfiyet teorisiyle
zamânın mutlak olmadığı anlaşıldı” dense de, Genel İzâfiyet Teorisi zamânın
bükülmesinden bahsederek zamânı maddîleştirir. Zamânın evren materyâllerinden
etkilendiğini ve büküldüğünü söylemek, zamânın maddi olduğunu ve zamânın
parçacıklarının olduğunu söylemektir. Hâlbuki zaman, maddenin/parçacığın olduğu
her yerdedir. Hiçbir şey onu çekemez/bükemez. Çekimlerden etkilenen parçacıklar
büküldüğünde/çekildiğinde, zaman zâten hep maddenin “soyut olarak” yanında
olduğundan, zamânın da büküldüğü zannediliyor. Hâlbuki zaman, maddenin içinde
mündemiçtir. Suyun rengi kabının rengidir. Zamânın yeri maddenin yeridir.
Zamânın şekli maddenin şeklidir. Zaman maddenin bir iz-düşümüdür. Zaman bir
sonuçtur. Işığın yokluğu hâli olan karanlık gibidir. Işığın yokluğunda aydınlık
kalmadığı gibi, maddenin yokluğunda da zaman kalmaz. Bağımsız bir zaman yoktur.
Aksi, “dehr”cilik ve zamânı ilâhlaştırmak olur.
Ali Şeriati:
“Zaman, mekândan îbârettir” der.
Hâki Demir:
“Mikro-kozmostaki ilerlemelerin vardığı nokta kuantum
fiziğidir ve kuantum fiziği ise maddenin parçacıklardan değil, alanlardan
(kuantum alanlarından) meydana geldiği ve bu alanların ise mütemâdi bir deveran
(veya hareketlilik) içinde olduğunu gösterir.
Varlık görüntüsü aslında hareketten kaynaklanmaktadır.
Hareket o kadar hızlıdır ki, ortaya kompoze bir varlık görüntüsü çıkmaktadır.
Hareket durduğu takdirde (matematik kavrayış olarak buna ulaşmak kâbildir)
ortada görünecek bir varlık kalmamaktadır. Varlığın sırlarından biri de
harekette mahfuzdur” der.
Evet; her şey anlamını “hareket” ile
bulur. Meselâ târih, insanın/toplumun hareket etmesidir. Zaman da maddenin
hareket etmesidir.
Meselâ ölüm hâlinde mutlak bir
hareketsizlik durumu olduğundan, artık onun için bir zamandan bahsedilemez.
Kişinin hareketi bittiği için zamânı da bitmiştir. Zaman-dışı olmuştur artık.
Zâten diğer âleme de “bu zamandan” çıkabildiği için gitmiştir. Diğer âleme
gidebilmenin yolu bu âlemdeki zamandan (ve mekândan) sıyrılmakla mümkündür.
Ölen kişi artık zamanla kayıtlı değildir.
MÜ’MİN MÜ’MİNİN AYNASIDIR
Îman
ile perçinlenip yücelen bir hikmet-gözü, kâinâtı en doğru bir şekilde idrâk
edebilecektir. Modern bilimin yanlış sonuçlara varmasını nedeni, böyle bir
bakışın eksikliğidir.
"Onlara
de ki; yer-yüzünde geziniz de Allah'ın ilk kez nasıl yarattığını görünüz. Allah
bu yaratma işlemini ilerde bir kere daha tekrarlayacaktır. Hiç kuşkusuz
Allah'ın her şeye gücü yeter" (Ankebût 20).
Seyyid Kutub, Kudreti Sonsuz yüce bir
kudretin sözüyle hareket etmeden isâbetli bir yargıya varılamayacağını
söylüyor…
Kur’ân-ı Kerim, kendi gerçekliğinin kanıtı ve delili olarak
dikkatleri koskoca evrene ve onun görkemli sahnelerine çeker. Kendi içerdiği
gerçeği düşünmenin, gözlemlemenin sergi alanı olarak evreni gösterir. İnsan
kâlbinin bu evren karşısında durup etraflıca düşünmesini, evrendeki dehşet
verici gelişmeler karşısında uyanık bulunmasını, yaratıcı eli ve sonsuz gücünü
hissetmesini, O'nun koyduğu olağan-üstü ahenge sâhip yasalar sistemini
kavramasını sağlar. Bunun için düzgün ve basit bir bakış yeterlidir. Zor ve
yorucu bilimsel araştırmaya da gerek yoktur. Sâdece uyanık bir duyguya,
basîretli bir kâlbe ihtiyaç vardır.
Âhiretin göz-ardı edilmesi, onu göz-ardı edenlerin
ölçülerini yanıltıcı kılmakta, ellerindeki değerlerin dengesini bozmaktadır. Dolayısıyla, hayâtı, olaylarını ve değerlerini doğru
algılayamamakta, onlara ilişkin bilgileri eksik, yüzeysel kalmaktadır. Çünkü
insanın iç-dünyasında âhiretin hesâba alınması, yer-yüzünde ve kâinatta oluşan
her şeye bakışını değiştirmektedir.
Aslında kâinatın nasıl yaratıldığını
anlamak çok da zor değil. Çünkü bu yaratılış her-an oluş hâlinde. Bütün kâinat;
galaksiler, yıldızlar, güneş sistemi, dünya, dağlar, taşlar, denizler vs. ve
tabî ki insan, her-an “oluş” hâlindedir. Bunu görmek için bilime bile
gerek yok, çünkü o kadar açıktır ki.. Bunu görmek için yapılması gerekeni
Seyyid Kutub şöyle anlatıyor..
İnsan kalbi geleneğin uyuşukluğundan, alışkanlığın neden
olduğu bıkkınlıktan uyanmadıkça, çevresindeki evrenden yükselen melodilere
kulak vermedikçe, mesajlarını düşünmedikçe, Allah'ın hârikalar yaratan elinden
çıktığı şekliyle varlıkların cevherini ortaya koyacak Allah'ın nuru ile
bakmadıkça, gözü yada duygusu bir olağan-üstülük sezdiği zaman hemen Allah'ı
anmadıkça, sanat ile sanatkâr arasındaki bağı sezmedikçe, bu-sırada her şeyin
ötesinde Allah'ın güzelliğini ve ululuğunu görerek hissettiği ve gördüğü
şeylerdeki güzelliklere ilişkin bilinci artmadıkça bu görüşü yakalayamaz.
Gökteki yıldızların yerleri, hacimleri, birbirlerine
oranları, çevrelerindeki uzay boşluklarının oranları, yörüngelerinin biçimleri;
hacimleri, konumları ve hareketleri arasındaki ilişki son derece duyarlı, ince
hesaplıdır. Fakat açık, bilinçli ve Allah'a bağlı bir kâlbin, bu muhteşem
varlıklar karşısında coşku ve heyecan duyması için bütün bu saydığımız
özelliklerin inceliklerini bilmeye ihtiyâcı yoktur. Karanlık bir gecede görülen
dağınık yıldızların manzarası, bu manzaranın bam-tellerini titreştiren
mesajları, ay'lı bir gecenin uzayı saran aydınlığı, tan-yerinin karanlıkları
yaran ışıkları, batan güneşin karanlıklar tarafından yutuluşu onun için
yeterlidir. Hattâ böyle bir kâlp için yer-yuvarlağının şu çeşitli ve çarpıcı
görüntüleri bile yeterlidir. Bu görüntüler görmekle bitmez. İnsan bütün ömrünü
bu görüntüleri yakalama ve gözleme amacı uğrunda hep gezilerde harcasa bu
manzaraların çok azına yetişebilir. Hattâ duyarlı bir kâlp için bir tek çiçek
bile yeterlidir. Onun renklerini, boyalarının ton farklarını ve yapısının
çeşitli öğeleri arasında bulunan uyumu insan inceleye-inceleye bitiremez.
Gerçek
ilim, tanımaktır, mârifettir; gerçeği kavramaktır. Bu ilim, insanın basîretini,
uz-bakışını açar. İnsanın bu evrende var olan değişmez gerçeklerle bağ
kurmasını sağlar. İlim, zihni dolduran, fakat evrenin büyük gerçeklerine ulaştırmayan,
açık ve somut olan nesnelerin ötesine geçmeyen kopuk ve soyut bilgiler
değildir.
Yalın deneylerin ve yüzeysel gözlemlerin sınırları önünde
duranlar ise, mâlûmat derleyicileridir; âlim değildir onlar.
Sâdece
duyarlı, bilinçli, açık, eşyanın dış yüzeylerinin ötesinde bulunan gerçekleri
kavrayan, gördüğü ve bildiği şeylerden yararlanan, gördüğü ve dokunduğu her
şeyde Allah'ı hatırlayan; Allah'ı da, O'nun huzuruna çıkarılacağı günü de
unutmayan kalplerin sâhipleri bilebilirler.
Çünkü hiçbir “normal akıl” yerlerin ve göklerin
yaratılışını, kudreti sonsuz, üstün bir güce bağlamadan açıklayamaz.
"Doğrusu ancak akl-ı selim sâhipleri öğüt alır" (Zümer 39).
Evren, bütünü ile, yüce Allah'ın mûcizelerine yönelik bir
gözlem ve irdeleme alanıdır. Bu alan uçsuz-bucaksızdır, sürekli ve kalıcıdır.
Tümü ile bir mûcize olduğu gibi, içindeki irili-ufaklı tüm varlıklar da
ayrı-ayrı birer mûcizedir. Kur’ân, insan kâlbini her-an bu sürekli, bu
kesintisiz mûcizeleri görmeye, onların kesin ve tartışmasız tanıklıklarını
dinlemeye, bu orijinâl yaratma gücünün şaşırtıcı örneklerinden zevk almaya
çağırır. Bu orijinâl yaratma gücünün eserlerinde estetik ile mükemmellik
bir-aradadır. Bu ortaksız gücün hârika eserleri dehşet ve şaşkınlık duygularını
harekete geçirdiği gibi soğuk-kanlı ve köklü îmanın, iknâ olmuşluk duygusunun
kâlplerde pekişmesini sağlar.
Şu koca evrende her nesnenin belirli bir yeri vardır.
Her-şey o kaymaz ve sarsılmaz yerinde durur. Şu evren bütünü değişmezliğe ve
istikrâra dayanır. Ne değişken arzuların ne oynak mîzaçların ne geçici
rastlantıların ve ne de saman-alevi gibi parlayıp sönmesi bir olan uçucu
heveslerin tutsağıdır. Her-şeyin belirli bir yeri, belirli bir zamânı vardır.
Her-şey belirlenmiş yerine ve zamânına bağlıdır.
Şu duyarsız insanların çevrelerindeki her-şeye
istikrar ilkesi egemendir. Bu ilke bütün nesnelerde ve olaylarda belirir.
Gök-cisimlerinin dönüşleri, hayâtın yasaları, bitkilerin ve hayvanların gelişim
evreleri, maddelerin ve cisimlerin sâbit nitelikleri bu ilkeye bağlıdır.
Kemâl Sayar:
“Modernliğin târihi, gerçekliğin merceklerden ve
pencerelerden süzülerek elde edilmesiyle kâim, mercekler giderek insan gözünün
ve görme işlevinin yerini alıyor” der.
Çıplak göz ve tefekkür, âlemi çok
daha geniş bir açıdan ele alabilirken, matematik ile sınırlandırılmış bilim,
âlemi daralttıkça daraltır.
“Allah bütün her şeyi insan için yaratmıştır” (Lokman 20). “Göklerde ve yerde olanların
hepsini kendinden bir lütuf olarak size âmâde kıldı. Şüphesiz ki bunda
düşünecek bir kavim için deliller vardır” (Câsiye 13). Çünkü
kâinatta tek şuurlu maddesel varlık insandır. Her şey insanla anlam kazanır,
çünkü o anlamı bir şeye insan yükler. Kâinatın tamâmı insana mahsustur. Allah,
“Ey Adem, bunları onlara isimleriyle
haber ver” dedi. (meleklerin anlamlandıramadığı
şeyleri, Hz. Âdem anlamlandırıyor) Allah anlamsız bir şey yapmaz. Kâinâta o
anlamı insan yükler. İnsan yoksa kâinatın olmasının bir anlamı olmaz. O
hâlde, ne zaman ki maddesel bir şey var;
insan vardır. İnsanın olmadığı yerde maddesel bir şey yoktur. Maddesel bir şey,
yine maddesel ve şuurlu bir varlık için gereklidir. Maddesel olmayan bir
varlık, (melek, cin, vs.) maddeyi ne yapsın? Allah, kâinatın varlığını insanın
varlığına bağlamıştır. Kâinat bir araçtır, aracı kullanacak birinin olmadığı yerde
araçtan söz edilemez, maksatsız bir iş abesle iştigaldir. “İnsancı İlke”
bunun delilidir. Şu var ki; insanın olmadığı yerde, bir “târih”ten de
bahsolunamaz. Târih, insanın ilk hareketiyle başlamıştır. İnsan yoksa zamânın
ve mekânın olmasının da bir anlamı olmaz. Çünkü irâdeli varlık insandır. Allah
ise zâten mekan ve zamânla kayıtlanamaz.
Saadettin
Merdin:
“Kur’ân’da Allah,
Dünyâ’yı “Semâvât-ü vel-Arz” şeklinde zikrederken sanki iki tarafı eşit bir
denklem gibi zikretmektedir. “Gökler ve Dünyâ”, “Bütün Semâvât ve Arz”. Sanki
gökler-semâvât terâzinin bir kefesinde, Dünyâ diğer kefesinde. Koskoca kâinâtı,
bu kadar ufak olmasına rağmen Dünyâ dengeliyor. Hattâ ağır basıyor. Dünyâ ve
içindeki insan olmadıktan sonra bütün kâinat ne anlam ifâde ederdi? Kral ve
kraliçesi olmayan bomboş bir saray” der.
İslâm’ın olduğu yerde varlık, varlığın
olduğu yerde de mutlaka İslâm vardır. İnsanın olduğu yerde İslâm, İslâm’ın
olduğu yerde de mutlaka insan vardır. Kâinat hiçbir zaman İslâm’sız kalmadığı
için insansız da kalmamıştır. Varlığın olduğu yerde mutlaka İslâm ve insan
vardır çünkü. Varlığın var-olduğunun delîli İslâm ve insandır. Gerçek Sebep’in
dışında, birbirlerinin neden-sonucu gibidirler.
Özne (şuur sâhibi insan) olmadığında
nesne (kâinat) da yoktur. Bu, anlayacak birinin olmadığında, anlaşılacak bir
şeyin de olmadığı anlamına gelir. İkisi ancak aynı-anda varolduğunda anlaşılma
olur. Çünkü artık mutlak anlamaya ulaşamayacak olan insan olduğu için,
anlaşılamayacak olan da vardır. Anlam budur. Anlayacak ve anlaşılacak olanın
birinin bir-an dâhi berâber olmaması durumunda anlam ortadan kalkar ki bu haşa
Yaratanı anlamsız bir iş yapmakla suçlamak olur. Oysa her-an yeni bir işte olan
Allah bir-an dâhi anlamsız bir işte bulunmaz. Henüz anlaşılamayan/bilinemeyen
şey yok hükmünde olacağı için, “anlayacak” olanın bir-an dâhi yok olması,
anlaşılacak olanın da yok olması demektir. O hâlde her zaman ikisi birlikte
olmuş olmaları gerekir.
Demek ki, kâinatın düzeni yâni varlığı
çok hassas bir sınırdadır. Bu hassas sınırın odak noktası ise İNSAN’dır.
Dolayısı ile, insan yoksa kâinat yoktur. “Dünyâda Allah diyen varoldukça
kıyamet kopmaz” sözü de bu iddiâyı destekler mâhiyettedir. Kısacası insan;
şimdilerde (2009) çok büyük paralarla kurulan tesislerde, yoğun çalışmalarla
aranan, atomun odak parçacığı ve maddenin -sözde- temel yapı-taşı olduğu
sanılan “Higgs Bozonu” gibidir. Her şey o’nda düğümlenir. Çünkü; “insan
kâinatın iz-düşümüdür” (yada tam tersi). Zâten insanın bulunmadığı bir kâinat
ne işe yarar ki?. Her şey biz yaşarken oldu. Allahuâlem.
Kant:
“İnsan olmadan tüm yaratılış boş ve anlamsızdır” der.
Muhammed Nur Denek:
“Anlam, bilinçle birlikte kendini vâr eder, bilinç
olmaksızın anlamsızlık kaçınılmazdır. Hiç bir şey anlamsız değildir, âlem
mükemmel bir varlıktır, bu mükemmellik bir üst-akla ihtiyaç duyar” der. Zâten,
kısa bir zaman-aralığında bile olsa kâinata anlam yükleyecek insan olmadığında,
kâinat anlamsız olacaktır. Kâinatın aklı/bilinci/şuuru insandır. Kâinatın
bir-süreliğine bile olsa anlamsız olması, Allah’sız olması anlamına gelir.
Mustafa İslamoğlu’nun dediği gibi.. Anlamsızlık Allah’sızlıktır.
Oysa bilim, anlamı dışlayarak kendisini
“tek”leştirmek istiyor. Fakat anlamın olmadığı yerde hiçbir şeyin
doğruluğundan, hattâ varlığından bile bahsetmek abestir. Kapitâlizmle
süper-uyum içinde olan anlamsız bilimin yapabileceği tek bir şey vardır; İnsanı
anlamsızlaştırmak ve bu suretle tüketmek. Bunun istisnası: “Îman eden ve sâlih
amel işleyen” insandır.
Big-Bang
Teorisi’ne göre, meselâ kâinatın ömrünü 24 saat olarak kabûl edersek, kâinat 23
saat, 59 dakika, 59 sâniye insansız yaşamıştır, ancak son sâniyede insan açığa
çıkmıştır. Peki 23 saat, 59 dakika, 59 sâniye niçin vâr bulunmuştur? Böyle bir
vâroluşa-duruma nasıl bir anlam verilecek?.
Wheeler
şöyle der:
“İnsansız kâinat ne
ifâde ederdi ki? Wheeler, evrendeki âhenge işâret ederek, bu âhenk, hayâta
imkân verecek şekilde, mükemmel olarak ayarlanmıştır. İçinde hayâtın olmadığı,
yaşamın başarılamadığı bir evren “var bile sayılamaz”. “Bütün fiziksel yasalar,
onları formüle edecek bir katılımcı insanın varlığına bağlıdır” der.
Saddettin
Merdin:
“Ben, Nasrettin Hoca
gibi, iddia ediyorum, Dünyâ tüm evrenin merkezidir. İnanmıyorsanız ölçmeye
hemen başlayabilirsiniz(!). Biliyorum, evrenin geometrik bir merkezi yok. Dünyâ’mızın
evren içinde merkezî bir yeri var. Zîrâ bildiğimiz kadarıyla hayat bir tek bu
içinde yaşadığımız gezegende var! Evrenin merkezinde Dünyâ, Dünyâ’nın
merkezinde insan var. Evren, insanın etrafında dönmektedir” der.
Freeman
Dyson:
“Sanki evren bizim
gelişimizden haberdarmış gibi geliyor bana” der.
“Rabbin
bal-arısına vahyetti: Dağlarda, ağaçlarda ve insanların kurdukları
çardaklarda kendine evler edin. Sonra meyvelerin tümünden ye, böylece
Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarda yürü-uçuver. Onların karınlarından türlü
renklerde şerbetler çıkar, onda insanlar için bir şifâ vardır. Şüphesiz düşünen
bir topluluk için gerçekten bunda bir âyet vardır” (Nahl 68-69).
Peki Allah, bu vahyi arıya ne zaman
yaptı? Arı ilk-yaratıldığında, yâni arı-insan berâber iken. Aynı-zamanda
yaşıyorlarken. Arı kendi ihtiyâcından çok daha fazla bal üretir. Bunun nedeni,
fazla balın insanlar için olmasıdır. Tabi bâzı “hayvanlar” daha fazla faydalanır
bu fazlalıktan. Yine bâzı hayvanların da insansız yaşayamayacağını düşünüyorum.
Bu da, insanlarla hayvanların birlikte var-olduğunun göstergesidir.
Bir de şöyle bir şey dikkat çekiyor:
Allah, “insanların kurdukları çardaktan da” diyorsa; vahyin bu kısmı insanın
yaratılışından sonra mı vahyedilmiştir? Daha önce vahyedildi ise, bu son kısım,
yâni “insanların kurdukları çardaktan da” kısmı hâriç mi vahyedilmişti?
Kitap-İnsan-Kâinât;
bunların üçü de aynı şeydir ya da aynı şeyin değişik görünümleridir. Hepsi de
“kitap”tır. Dolayısı ile “din”dir. Müslümandırlar. Özleri müslümandır. O yüzden
onu araştıracak olan bilim-adamları da aslında din-adamlarıdırlar. Kâinât ancak
bu bakış-açısıyla araştırılırsa insana ve tüm canlı-cansız evrene zarar değil
yarar verecek sonuçlara varılabilir. (Tabî ki kâinât kitabında sâdece Allah’ın
bilebileceği müteşâbih âyetler de vardır).
Kâinât ve içindeki her-şey yaratıcısına
tam mânâsıyla itaat eder. Yaratıcısına itaat etmeyen bir kişi, yaratıcısına tam
mânâsıyla itaat edenin içeriğini anlayamaz. Müslüman kâinât, müslüman olmayan
biri tarafından tam mânâsıyla doğru bir şekilde anlaşılamaz. “Müslüman kâinât”
kendini; kendisi gibi müslüman olan birine tam olarak açar ve doğru olarak
anlatır. Kâinât sürekli olarak ibâdettedir. Bu yüzden onu tam olarak, “sürekli
ibâdette olanlar” anlayabilir. Ahlâklı olanlar anlayabilir. Kâinâtı; kendisini
ondan daha “büyük” gören biri anlayamaz. “Dindar kâinât”ı tam mânâsıyla doğru
bir şekilde ancak dindar biri anlayabilir. Çünkü; “mü’min mü’minin aynasıdır”.
Birbirlerine gerçek ne ise onu yansıtırlar. Her düşünce kendi kâinâtını
oluşturur. Fakat kâinâtın bir öz-hâli vardır. Bu hâle en yakın kâinât
tasavvuru, mü’minin kâinât tasavvurudur. Bu yüzden de mü’min mü’minin
aynasıdır.
Tüm
kâinat secde hâlindedir. Secdenin ne olduğunu bilenler anlar onun hâlinden. Secdenin kazandırdığı
ferâset ve hikmet ile en iyi şekilde anlaşılır. Kâinat bilim ile değil, hikmet
ile doğru anlaşılabilir.
Çünkü mü’min kâinâta akıl ile değil, aklı
selim ile bakandır. Kâinât mü’min, onu gözlemleyen de mü’min olunca
frekansları/zamanları da aynı olacağından, birbirlerini yansıtmaya başlarlar.
Bu Big-Bang teorisi bünyemize uygun
değildir. Menşei uygun değildir, inancı uygun değildir zîra.
Mü’min ile kâinât kendi hâllerinde
konuşabilir. Kâinât mü’min olduğu için en samîmi bir şekilde ancak yine samîmi
bir mü’minle konuşabilir ve kendini açar. Bu yüzden kâinâtı onunla en iyi ve
doğru konuşabilen mü’min tanır ve tanıtabilir. Tüm insanlar İslâm/mü’min
fıtratıyla doğduğu ve bir yerlerinde bu fıtrattan izler taşıdığı için kâinât
diğer insanlarla da konuşur ama mü’min olmayan bu insanlar fıtratlarına zulm
ettikleri/ediyor oldukları için onlarla sâdece sınırlı konuşmalar yapar. Bu da
o kişilerin kâinâtı tam anlamıyla tanımasına engel olur. Peki neden mü’minle
daha samîmi konuşur? Zerrelerin dünyâsında gözlemci ile gözlenen arasında net
bir ayrım yoktur. Birbirlerini etkilerler. Fakat gözlemci “belirleyen”
taraftır. Şimdi, bu gözlemin hangi ruh-hâli ile yapıldığı önemlidir. Pozitivist
bir hâl ile yapılan gözlemlerde gözlenen kendini sakınır. Çünkü kendi “hâl”ine
uygun bir hâl yoktur karşısında. Fakat mü’minin hâli tam da gözlenenin/kâinâtın
hâline benzer. Bu yüzden de gözlenen, mü’min gözlemciye karşı daha cömert
davranır. Çünkü mü’mince bakış ve konuşuş kâinâtı ve onu nesnelerini olumsuz
yönde etkilemez/bükmez. Durumunu bozmaz. Bu yüzden de olumlu tepki alınır.
Ruhuna hîtap eder çünkü. Düşüncesi evreni mü’mince titreştirir.
Evrene zekâ ile değil,
akıl ile bakmak gerekir. Aidin Salih:
“Akıllı
olmadıktan sonra üstün zekâlı olmanın ne faydası var. Zekâ, yüzeysel bilgidir
ve bu bilgiden hiçbir fayda yoktur. Biz ilmin faydalı olduğunu biliyoruz. Bugün
biz belki bilgi-sâhibi oluyoruz ama yarın bilginin bizim için zararlı olduğunu
öğrenebiliyoruz. Ama ilim hiçbir zaman değişmiyor. Çünkü ilim Yaratıcı’dan
gelir. Akıl düşünce ve eşya arasında ilişki kurmak için gereklidir.” der.
Pozitivistler kâlpleriyle kâinâta
bakmıyorlar. Akleden kâlp ile.. Kâinâtı en iyi, “akleden kâlp”
değerlendirebilir. Zihin/zekâ değil.
Müslümanların bilgiyi îmandan ve ahlâktan
farklı bir düzlemde görmeleri mümkün değildir.
Evet;
kâinât ancak İslâm’i bir bakış-açısı ile doğru olarak anlaşılabilir. İslâm’i
bakış-açısının vermiş olduğu canlılık ona sürekli destek olacaktır. Bu canlılık
onda her-an mevcuttur çünkü. Seküler anlayış ise yolda kalmaya mahkûmdur. Çünkü
sekülerizm/modernizm, Allah inancının ortaya koyabileceği bir azim ve
heyecandan yoksundur.
Gazâlî: “Gördüm ki akıl
izmihlâl (yıkılma) içindedir. Akıl daha kendisinden bile habersizdir. Her şey
nebevî hakîkatte gizlidir. Bu hakîkate yapıştım ve kurtuldum” der.
İsmâil
Râci Farûki:
“Îman, evrenin akılcı bir
şekilde yorumlanmasının temelini teşkil eder. Bizzat aklın temel ilkesi
olduğundan gayrı-aklî ya da akıl-dışı ve kendi içinde çelişkili olamaz.
Gerçekte o aklîliğin ilk ilkesidir” der.
Ancak Allah adına yapılırsa doğru bir
okuması yapılabilir kâinâtın. Allah adına okuyanlar, Allah adıyla/Allah adına
okudukları için artı bir avantaja sâhiptirler anlama noktasında. O yüzden en
doğru okumayı Allah adına okuyanlar yapar. Mustafa İslamoğlu da: “En doğru
okuma, Allah adına yapılan okumadır” der. Âlem O’nun nuruyla dolu olduğu için,
onun adına/adıyla/nuruyla okuyanlar/bakanlar ancak, kâinâtı daha iyi görür ve
anlamdırır.
Din, kâinâtı doğru bir şekilde araştırmak için
gerekli motivasyonu iyi ve yeterli bir şekilde sağlar, bunun için gerekli
“kudret, sayfalarındaki şerefli âyetlerinde mevcuttur”. Biruni “Benim bilimle
uğraşma sebebim Âl-i İmran Sûresi 191. âyettir” demiştir. İlgili âyet şu
şekildedir:
“Onlar ki ayaktayken, otururken ve yanları
üzerinde yatarken Allah’ı hatırlarlar, göklerin ve yerin yaratılışı konusunda
derinlemesine düşünürler: “Rabbimiz, Sen bunları boşuna yaratmadın, Sen yücesin,
bizi ateş azâbından koru” (Âl-i İmran 191).
“Mü’minin ferâsetinden sakının, çünkü o
Allah’ın nuruyla bakar” der peygamber efendimiz. İslâm-merkezli bir düşünme
süreci kişiye özel bir meziyet kazandırır. O yüzden hakîkati/gerçeği daha çabuk
ve doğru görür, tanır, anlar ve yorumlar. Bu açıdan imkânı çok daha fazladır
doğal olarak. Âhirete îman da ayrıca bir katkı sunar. Çünkü kâinâtın devâmı
âhirettir. Kâinâtla ilişkilidir. Kâinâtı anlamlandırma özelliği vardır. Bu
inanca sâhip olmayanlarda doğal olarak bu durum söz-konusu değildir: “Onlar, Dünyâ hayâtından (yalnızca) dışta
olanı (zâhiri) bilirler. Âhiretten ise gâfil olanlardır” (Rum 7).
“..Onlara
işitme, görme (duygularını) ve gönüller verdik. Ancak ne işitme, ne görme
(duyuları) ve ne gönülleri kendilerine her-hangi bir şey sağlamadı. Çünkü
onlar, Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlardı..” (Ahkâf 26).
Ne gözleri/gözlemleri, ne gönülleri/hissedişleri/zihinleri, ne de
kulakları/algıları/konferansları onları doğru yola/sonuca getirmedi. Çünkü
bunları sağlayacak âyetleri inkâr ediyorlardı/kâle almıyorlardı.
Seyyid Kutub:
“Allah’ın hidâyetinden habersiz olup da gâfil olanlar,
sâdece Dünyâ hayâtını isterler ve Dünyâ ile ilgili olarak da sâdece görüneni
bilirler. Ne acıdır ki günümüz bilim-adamlarının durumu bundan farklı değildir.
İşte bu, müslümanın güven duyup kendisinden ilim alacağı kimselerin vasfı
değildir. Müslüman kendisi ile ilgili ilimleri bunlardan alamaz. Aynı-zamanda
bunlar hayat için genel bir yorum da ortaya koyamazlar” der.
Ali Şeriati, öğretinin anlamını şöyle
yapar:
“Öğretiyi tanımak, öğretiye âit kültür ve bilimlerde uzman
olan kişilere-özgü bilimsel ve dakik bilgiler taşımak anlamında değildir. Bu
öğretinin yönünü ve tümel tasvirini duyumsama anlamındadır tanımak (öğretiyi
parça-parça, tike-tike, öğe-öğe anlamak ya da bir parçasında uzman olmak ve
öteki parçalarını algılamamak, anlamamak ve görmemek değil). Öğretiyi tanımak,
bir öğretide ya da bir dinde ya da bir ideolojide gizli bulunan anlam ve ruhu,
insanın etiyle, kemiğiyle, duyularıyla duyumsamasıdır”.
Kâinâtı yanlış anlayan bilim-adamları ona
sürekli yanlış yorumlar yapıyorlar.
Bilim-adamları her zaman, araştırdıkları
şeylerin çok karışık şeyler olduğunu söylerler. Aslında bu karışıklığı
kendileri ortaya çıkarırlar. Bakın Seyyid Kutub bu konuda ne diyor:
“Kur’ân herkesin deneyim dağarcığında bulunan bu basit
gözlemlerden hareket ederek bir inanç-sistemi kuruyor. Çünkü bu kitap, çevresi
ve bilgi düzeyi ne olursa-olsun bütün insanlara sesleniyor. Kur’ân, zaman-zaman
"gezegenlerin yörüngelerinden de söz etmekle birlikte genellikle bu tür
yalın gözlemlere dikkatleri çeker. Çünkü bu yalın ve basit gözlemler aslında en
önemli evrensel gerçekler, en çarpıcı ilâhi sırlardır. Bunlar yalınlıkları
sâyesinde her insanın fıtratına seslenirler. Aslında bu yalın gözlemler Dünyâ
durdukça en iddialı bilginlerin araştırma konuları olacak kadar önemlidirler.
Şöyle ki:
Gezegenlerin yörüngeleri, evrene egemen olan geometrik
dengeyi simgeler. İnsan hayâtının doğuşu, sırların sırrıdır. Bitkisel hayâtın
doğuşu, tıpkı hayvan hayâtı gibi, mûcizelerin mûcizesidir. Su, hayâtın
kaynağıdır. Ateş, insana özgü uygarlık sürecinin yapı-taşıdır.
Bu nesneleri inceleme, bu inanç ve düşünce sistemi oluşturma
yöntemi, insanların kullandıkları bir yöntem değildir. İnsanlar bu alanlara
daldıklarında ya evrenin yapı-taşlarını oluşturan bu temel elementlere inmezler
yada eğer onları ele alırsa böylesine yalın, böylesine kolay anlaşılır bir
yaklaşımla ele almazlar. Bunun yerine meseleleri sâdece seçkin bir azınlığın
anlayabileceği soyut ve karmaşık felsefe tartışmalarına boğarlar.”
Fakat yüce Allah her şeyi, herkesin
kolayca anlayabileceği yalın bir şekilde ifâde eder. O yalın gerçek de; “ol!
der ve her şey bir-anda oluverir” yalın gerçeğidir..
Evet; Kâinât ilk önce
îmanın konusudur. Bu yoldan değil de diğer yoldan gitmeye kalkan birisi,
“sapma”dan kurtulamaz.
Kur’ân, kâinâttaki her-şeye “âyet” der,
onları âdi nesneler olarak görmez. Bu nedenle gökteki bu âyetleri ancak,
âyetleri tanıyanlar ve anlayanlar okuyabilir.
Basit bir bakış.. derin bir düşünüş..
İşte kâinât bu bakış ve düşünüş ile anlaşılabilir ancak. Mü’min böyle bir
bakışta anlar kâinâtı. Aklıyla değilse ruhuyla/şuuruyla. Anlatamasa da anlar.
Ali Şeriati’nin dediği gibi: “öz-bilinç” ile.. Bilim bu seviyeyi sonsuza kadar
yakalayamaz. Düşünceyle savaşamaz. “Hedef” teleskoplarla görülemez…
“öz-bilinçli bakışlar”la görülebilir ancak. Ancak o bakışa açar kendini evren.
Çünkü nazlı bir gelin gibidir kâinât. Onunla “öz-bilinç nikâhı” kıymayana açmaz
yüzünü, göstermez hiçbir şeyini, mahrem sayıp kapatır kendini..
Peki buna rağmen yine de “nazlı gelin”den
murad almak isteyenin başına ne gelir? Onu da âyetler söylesin:
“Gerçekten
de, Biz gök-yüzüne büyük takım-yıldızları serpiştirdik ve onları, seyredenler
için süsleyip bezedik”
(Hicr 16).
“Ve onları kovulmuş her türlü şeytânî güce karşı koruma
altına aldık” (Hicr 17).
“Öyle ki, (göğün) sırlarını) çalmaya kalkışacak
olan(lar)ın ardına hemen parlak bir alev takılır” (Hicr 18).
“Ki
onlar, Mele'i A'lâ'ya kulak verip dinleyemezler, her-yandan kovulup atılırlar” (Saffat 8).
Kâinât kendisi hakkında sonsuza kadar
kendisine müdâhale edilmesine izin vermez. O yüzden mantıklı bir kozmogoni
yapılamaz. Velhasıl-kelam; Bâzı şeyler mü’min olmadan anlaşılamaz.
Kâinât Ali Şeriati’nin dediği gibi; ne
materyâlizmin maddî zorunluluk ve maddî eşya diyerek Allah'ı inkâra yeltendiği,
ne de dinsel ideâlizmin de tam tersine maddî zorunluluk ve maddî eşyâyı inkâr
ederek Allah'ı kanıtlamaya giriştiği gözle anlaşılmaz. Ama Kur'ân'ın “Allah'ın
sünneti” ve “Allah'ın âyeti” diye adlandırdığı gözle görülür ve kafayla
anlaşılır. Bilimin anlamadığı gerçek bir bilim ile.. “Vahiy Kânunu” ile
anlaşılır. Aşk ile bakınca…
Kâinât ancak mü’mince bir bakış ile
anlaşılabilir. Sanki bir şeyini yitirmiş de onu arıyormuşçasına kıvranan bir
insan gibi bakmak… İşte kâinât bu bakışa “hâyır” diyemez.
Mü’minler vahyin inşâ etmiş olduğu bilinç
ile baktıkları için, o bilincin açılımıyla doğru bilgiye ulaşırlar.
M. Said Çekmegil:
“Kâinât vahye muhâtap olmamış akılla idrâk
edilemiyor” der.
Kâinâtı en iyi şekilde anlamak için,
“yaratan rabbin” adıyla okumak gerekir.
Muhammed İkbâl:
“Kitâb (Kur'ân) senin gönlüne inmediği sürece, ne bir sırrı
çözebilir, ne de bir düğümü açabilirsin” der. “Görmek” veya “tanımak”
bilimsel/felsefî Dünyâ-görüşünde bir başka, dinî/irfânî Dünyâ-görüşünde bir
başkadır. Bilimsel-felsefî görüş veya tanıyış haber vermenin sınırlarını
aşamaz; ancak insanla gerçek ve bilenle bilinen arasındaki zihinsel ilişkiyi
belirtebilir. Ama, dînî-irfânî Dünyâ-görüşünde insanın görmesi başka türlüdür;
her şeyin gerçeğine varır, gerçeği görür. Gerçek gönlünün derinliklerinde
yer eder, vicdanında yerleşir” der.
Kur’ân, kâinât ve
insan; hepsi de birbirinin değişik görünümleridir aslında. Birini anlamak
öbürünü anlamanın kapısını da açar ve anlamak çok kolay hâle gelir. İşte bu
yüzden kâinâtı anlamak isteyen birinin önce Kur’ân’ın ruhunu, sonra kendi
fıtratını anlayıp kavraması gerekir. Sonra kafasını göğe kaldırıp baktığı-anda
her şey ona ayan-açık belli olacaktır. Artık kâinâtı doğru olarak anlamak onun
için zor olmayacaktır. Çünkü onun ön-bilgisini daha önce o kendi içinde
bulmuştur. Bacon'ın da işâret ettiği gibi, aklımızın almadığı/kavrayamadığı
yerde inanç alanına sığınırız.
İsmail R. Fâruki:
“Müslüman için İslâm’dan başka hiçbir
bütüncül görüş olamaz. İslâm’ın Dünyâ-görüşü, müslümanların referans çatısını
teşkil eder” der.
Hz. Ali:
“İnananların zanlarından sakının; çünkü yüce Allah gerçeği
onların dillerine ilhâm eder” der. Dillere ilham etmesi, ilk-önce
gözlere/bakışlara ilham etmesi demektir.
Her şey ille de bilim ile yada bilimsel
araçlar/deneyler kullanılarak öğrenilecek diye bir şey yoktur. Meselâ
“Dünyâ’nın yuvarlak olduğu çeşitli deneyler yapılarak öğrenilmiştir” denir.
Fakat aslında “resmen” söylenmeden önce de Dünyâ’nın yuvarlak olduğu
biliniyordu. Hem de gözlemciler bunu oturdukları yerden basit bir gözlem
yaparak görmüşler ve anlamışlardı: Ay tutulmalarında Dünyâ’nın gölgesinin Ay’ın
üzerine düşmesi ve izleyenlerin o gölgeyi eğik olarak görmesi, Dünyâ’nın
yuvarlak olduğunun “kesin kanıt”ıdır.
Bulunamayacak olan şey aynı-zamanda bilinemez
de.. bilinemeyecek olan şey zâten bulunamaz.
Evet; gerçek gün gibi ortadadır. Kâinâtı
“yeniden keşfetme”ye gerek yok. Zâten kendini fazla da göstermez. Bizim
muhâtabımız sâdece “yakın gök”tür. Evrenin diğer yerleri bizim için bir
“fon”dur. Bize bir yararı da yoktur. Aldatıcılar “oraları” kullanarak gereksiz
yere bizi hayâllere kaptırırlar. “Acaba orada ne var?” abes sorusunu
sordururlar. Orada “ilk-bakış”ın gösterdiğinden başka hiç-bir şey yoktur.
Aslında orada olan sâdece; bizim gönlümüzü, bakışımızı dinlendirecek bir
görüntü ve manzaradır. Bir de Kudret göstergesidir. İçeriği bizim için hep sır
olarak kalmıştır ve bundan sonra da öyle kalmaya devam edecektir. Zâten sır
olarak kalması bizim yararımızadır. Nice sırlar vardır ki açığa çıktığında
insanlar ondan zarar görürler. Bizim için kâinâtın diğer bölümleri mahremdir.
Sâdece “tek ve basit bakışlar” mahremiyet içermez. Yakın-gök dışındaki yerler
için “ilk basit bakış lehimize, sonraki “derin bakışlar” aleyhimize olacaktır.
Bunu Rabbimiz de Kur’ân’da bize bildirir:
Ve biz, arza en yakın göğü kandillerle ve bir korumayla donattık.
İşler bunlar Azîz ve Alîm olanın takdiridir. Bu durumda eğer yüz
çevirirlerse artık de ki: Ben sizi, Ad ve Semud (kavimlerinin) yıldırımına
benzer bir yıldırımla uyardım” (Fussilet 9-13).
Evet; bizim muhâtabımız yakın-göktür.
Yâni gök-yüzünün belli bir kısmından ötesi yasak ağaç gibidir. Dokunanı yakar.
Dokunulduğunda bize günah ve zulüm olarak geri döner. Geçmişin muhabbetini
yapmaya gerek yok. Şu-an yaratma devam ediyor. Biz onunla muhâtabız. Kur’ân’ın
geçmişe âit tam bir târih vermemesinin nedeni de budur.
Ali Şeriati:
“Hakîkat", aklî delillere muhtaç olmayacak kadar sarih,
güçlü ve yakîndir. Hakîkat-adamı, hakîkati tıpkı Güneş’in parlaklığı gibi
hisseder, kendi var oluşunu bulup idrâk ettiği gibi, Hakkın varlığını da
vicdânında hisseder. Hak-perest insan hak-bulucu bir koku alma duyusuna
sâhiptir. Asla yanılmaz güçlü bir duyudur bu. Tıpkı bal-arısının, yüzlerce
fersah mesâfeden, binlerce dağ, tepe, ova, karanlık tufan gibi engeller
arasından, sayısız yolları, bozuk dağ-yollarını, görünmez kara ve deniz
yollarını o yön-bulucu gizemli gücüyle aşarak kendi kovanını bulduğu gibi
hak-şinas insan da aynı şekilde hakkın peşine düşer, geceler, tufanlar,
tuzaklar, komplolar, binlerce vesvese, baş-döndürücü hokkabazlık arasında
hakkın yönünü teşhis eder” der.
İnsanda bilimin ve aklın sınırlarını aşan
bir “şey” var. İşte o “şey” ile mutlak-görüşe ulaşılabilir.
Kimse
hiç-bir şeyin tamâmını aynı-anda göremez. Üç-boyutun tamâmı aynı-anda görülmez.
Dünyâ’da bile bu böyleyken, Dünyâ-dışı evrende tamâmı görülemeyen şey hakkında
nasıl bir kesin açıklama yapılabilir?.
Kâinâtı anlamak/anlamlandırmak için
bilimsel bir göz yetmez; bilim-ötesi bir gözle bakmak/bakabilmek gerekir.
Muhammed İkbâl; bilimin ruhsuz gözünün kâinâtın bütün gerçeklerini görmekten
âciz olduğunu söyler.
Belki bir de sanatçı bir gözle bakmak
gerekir evrene. Sanat aşamaları pek sevmez. Meselâ Güneş’in doğuşunu yerin ve
göğün bir devrimi olarak değil, Güneş’i birden gök-yüzünde gösteren şekilde
görür.
“Şimdi
perdeni açtık, artık bugün bakışın daha keskindir”
(Kâf 22).
Basit fikirlerin etkisinden kurtulmadan doğruya ulaşılamaz.
Evet; vahyin penceresinden bakmadıkça kâinât hakkında doğru bir bilgiye ulaşmak
imkânsızdır. Kâinâtı vahyin penceresinden bakarak okumak şarttır. Çünkü vahyin
karışmadığı ve etki etmediği hiç-bir alan yoktur. İnsan beyninin ritmik atışı
için vahyî bir bakış-açısı yakalaması şarttır. Çünkü kâinât sonsuz noktalardan
bakarak değil, tek bir noktadan bakarak, tevhidî bir noktadan bakarak
anlaşılabilir. Doğruya ulaşmak; Allah’a ulaşmaktır. Zâten Allah, yarattığı
her-şeyi, kendisine ulaşmada vesile kılmıştır.
Kâinât sâdece akıl ile değil, kâlp-akıl
ilişkisi ile (Tevhid) birlikte anlaşılabilir. Çünkü sâdece birisi olursa eksik
kalır. Sâdece akıl, cüzî şeyleri bilebilirken, sâdece kâlp ise hissi şeyleri
bilebilir ki ikisi de eksikliklerinden dolayı yanlışa varabilirler.
Kâinâta tevhid bilinciyle bakmak lazım.
Bu bilinçle bakıldığında görülecektir ki, tüm kâinât birbirleriyle
irtibatlıdır. Sanki deniz ve içindekiler gibi tek bir organizma gibidirler.
Biri kıpırdadığında diğerleri de etkilenir. Mustafa İslamoğlu’nun dediği gibi:
“Parça bütünden koparsa anlamsızlaşır”.
Bu
söylediklerini neden Müslüman bilim-adamları ve âlimleri daha-önce düşünememiş
deniyorsa; Kur’ân gerçekten bilim ve uzay çağını başlatmış fakat günümüzde
müslümanlar bâzı alanlarda ona ayak uydurmakta gecikmişlerdir. Geciktikleri
için de, “gecikmeyenlerin” dediklerini mutlak-doğru olarak kabûl etmek zorunda
kalıyorlar. Onların dedikleri şeyler müslüman düşünürlere ayak-bağı oluyor. Hâlbuki
kâinât bir müslümanın gözünden çok farklı görünür. Mü’min o îmanlı bakışla
kânâta bakmakla yükümlüdür. Kur’ân-ı Kerim
insanları bu bakışa/araştırmaya dâvet eder:
“Deki (Ey Muhammed); göklerde ve yerde
neler var bakıp araştırın. Fakat inanmayan bir topluma âyetler (deliller) ve
uyarılar fayda sağlamaz" (Yunus 101).
“Üstlerindeki göğe bakıp gözlemezler mi?
Onu nasıl bina ettik ve nasıl onu donattık. Onda hiç bir gedik yoktur” (Kâf 6).
“Onlar, ayakta iken, otururken,
yan-yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda
düşünürler. (Ve derler ki:) “Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek
yücesin, bizi ateşin azabından koru” (Âl-i İmrân 191).
“Onlar göklerin ve yerin melekûtuna ve
Allah'ın yarattığı her-hangi bir nesneye ve belki de ecellerinin yaklaşmış
olabileceğine bakıp araştırmazlar mı? Artık bundan sonra hangi söze inanacaklar" (Araf 185).
“De
ki: 'Göklerde ve yerde ne var? Bir bakıverin.' Îman etmeyen bir topluluğa
apaçık âyetler ve uyarmalar bir şey sağlamaz” (Yunus 101).
“Üzerlerindeki
göğe bakmıyorlar mı? Biz, onu nasıl binâ ettik ve onu nasıl süsledik? Onun hiç
bir çatlağı yok” (Kâf
6).
“O,
biri diğeriyle tam bir uyum (mutâbakat/âhenk) içinde yedi gök yaratmış olandır.
Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiç bir çelişki ve uygunsuzluk (tefâvüt)
göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; her-hangi bir çatlaklık (bozukluk ve
çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz
(uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir hâlde bitkin olarak sana dönecektir” (Mülk 3-4).
Göz sana yorgun olarak geri döner, yâni
aradığını bulamaz. Bu âhenk bozulduğunda âhenk içinde bir gökten bahsetmek
mümkün değildir. Allah’ın yaratmasında uyumsuzluk göremezsin, kâinât hiç-bir
zaman uyumsuz/âhenksiz bir durumda bulunmadı. Uyumluluk normâl bir durumdur.
Uyumluluğun bir önceki hâlinde uyumsuzluk ve anormal bir durum vardır ki kâinât
bu hâlde hiç bulunmamıştır. Bir önceki uyumsuz/çirkin hâl çirkinlik/yanlış
üreteceği için ve de hatâlı döngüler oluşacağı için kozmik-döngü devâm edemez.
Matematik
fizikçisi E. Squirer; “Yakın çevremizde gördüğümüz açık kast ve plân
delillerinden, kâinâtın başlangıcında da bir plânlama ve irâde olduğu inancına
geçmemiz, gâyet tabii bir adım” diyerek, kâinâtın hiç-bir yerinde ve hiç-bir
zamânında plânsızlık, gâyesizlik olmadığının altını çizer.
Plân
demek, anlam demektir. Plânsızlığın olmadığını söylemek, anlamsızlığın
olmadığını söylemek demektir. Anlamsızlığın olmadığını söylemek ise, anlamsız
bir varlığın-vâroluşun olmadığını söylemek demektir. Bu da; anlamlı bir
varlığın -bir-önceki durumu ve yapısı tamamlanmadığından eksik ve anlamsız
olacağından- anlamsız bir durumda hiç-bir zaman bulunmadığını gösterir.
Yine Seyyid üstadtan dinleyelim…
"Rahman'ın bu yaratmasında bir düzensizlik bulamazsın.
Çünkü bu yaratmada bir boşluk, bir eksiklik, bir karışıklık yoktur. Gözünü bir
çevir bak. Bir kere daha bak, iyice araştırmak, kesin bir sonuç elde etmek için
“bir çatlak görebilir misin?” Gözün bir çatlağa, yada bir yarığa veya bir
bozukluğa ilişebilir mi? Sonra gözünü iki kez daha döndür bak. Belki de birinci
bakışta gözünden kaçan bir şey olur da bu sefer ortaya çıkarmış olursun. Bir
daha bak, bir daha bak "göz aradığı kusuru bulmaktan umudu keserek yorgun
ve bitkin bir hâlde sana döner".
Çağdaş bilimin bâzı yönlerini ortaya çıkardığı şekliyle bu
evrenin özüne ve kusursuz nizâmına ilişkin bâzı şeyler öğrenenler dehşete
kapılıyor, kendilerinden geçiyorlar. Fakat aslında bu evrenin görkemini,
göz-alıcılığını algılamak için böyle bir bilgiye de gerek yoktur. Çünkü sâdece
çıplak bir bakış ve yalın bir düşünme ile evrenle iletişim kurabilme yeteneğine
sâhip olması yüce Allah'ın insana yönelik büyük nimetlerinden biridir. Çünkü
kâlp açık ve gelen sinyâlleri
karşılamaya hazır olduğu zaman, bu dehşet verici ve göz-alıcı güzelliğe sâhip
olan evrenden gelen mesajları dolaysız algılar. Bu dehşet verici ve
şaşırtıcı evrenle ilgili düşüncesiyle ve gözlemiyle bir şeyler bilmeden önce
bir canlının bir başka canlı ile iletişim kurması gibi iletişim kurar.
Bu yüzden Kur’ân-ı Kerim insanları yalnızca bu evrene
bakmaya, evrensel sahneleri ve olağan-üstülükleri düşünmeye çağırmakla
yetiniyor. Çünkü Kur’ân-ı Kerim her çağdaki tüm insanlara hitap eder.
Hem ormanda yaşayanlara, hem çölde yaşayanlara, hem şehirlilere, hem de denizlerin
üzerinde dolaşanlara hitâp eder. Okuma-yazmasız halk kitlelerine hitâp ettiği
gibi, astronomi bilginine, tabiat bilginine ve teorisyenlere de hitâp eder.
Bunlardan her biri kendisi ile evren arasında iletişim kuracak, kâlbinde evreni
düşünme, algılama ve algıladıklarından haz alma duygularını harekete geçirecek
mesajlar bulur Kur’ân'da.
Peygamberimiz de bir hadisinde “gök-ilmi”ni çok hayırlı görmüş
ve önemini şöyle belirtmiştir:
"Allah'ın en hayırlı
kulları, O’nu anmak için Güneş, ay, yıldızlar ve gökleri îtina ile
izleyenlerdir".
Kâinât, “Allah’ın adıyla
oku”nmadığı/bakılmadığı zaman hakkıyla anlaşılamaz.
Kâinât, tanım yapılmasına gerek duyulmayacak
kadar açıktır.
Kâinât kendini, Kur’ân’ ın penceresinden
bakmayana puslu gösterir, net göstermez.
Sanki uzun yazınca big bang çöktü. Uzunca saçma sapan bölüm var. Bu arada hayırlı .olsun kuran ile yeni teori üretmişsiniz . hiç gülesim yoktu :D
YanıtlaSil