6 Nisan 2024 Cumartesi

Söz ve Amel

 

“Kim izzeti istiyorsa, artık bütün izzet Allah’ındır. Güzel söz O’na yükselir, sâlih amel de onu yükseltir. Kötülükleri tasarlayıp düzenleyenler ise; onlar için şiddetli bir azab vardır. Onların tasarladıkları ‘boşa çıkıp bozulur” (Fâtır 10).

 

“Îman edip sâlih amellerde bulunanlar; ne mutlu onlara. Varılacak yerin güzel olanı (onlarındır)” (Ra’d 29).

 

Îman söz ile başlar ama söz ile bitmez, çünkü söz ile ispatlanmaz. Îman bir iddiâdır ve ancak amel-eylem ile ispatlanabilir. İslâm, söz ve amel bütünlüğüdür.

 

Âyette denildiği gibi, Allah’a kötü sözler yükselmez ve sâdece güzel sözler yükselir. Fakat güzel sözleri de ancak sâlih ameller yükseltebilir. Yoksa güzel söz de kendi başına yükselemez. İnsan da öyledir; onu gerçek anlamda yükselten sözü değil, amelidir. Zâten insanın sözünü yükseltebilmesi ve têsir edebilmesi, söz-amel bütünlüğünden sonra olur.

 

“Kötü söz sâhibine âittir” denir. Doğrudur, kötü sözler sâhibine âittir, çünkü sâhibinden çıkmıştır ve yine sâhibine zarar verir. Küçükken söven bir çocuğa; “sen aslında kendine sövüyorsun ki!” derdik. Bize böyle öğretilmişti. Bu doğrudur. Söven sövgüyü kendine eder ve kendine zarar verir. Eğer sövgüyü, sövülen kişi duymuyorsa yada kendisine sövüldüğünden haberi olmuyorsa, her sövgü ve küfür, onu edene zarar verir ancak. Allah’a yapılan sövgüler ve kötü sözler de O’na yükselmeyeceği için, yine sâdece söveni olumsuz etkiler.

 

Allah’a küfretmek iki şekilde olur: 1-Söz ile küfretmek, 2-Eylem ile küfretmek. Nice, eylemleri ile Allah’a küfredenler vardır ki, Allah’a söz ile küfredenleri kınarlar. Eylem ile yapılan küfür aslında çok daha ağırdır, çünkü lafta kalmamıştır, fakat ilginçtir, eylem ile yapılan sövgü ve küfür, söz ile yapılan sövgü ve küfür gibi görülmüyor.

 

Bir şey söz ile daha iyi anlatılır fakat söz, yazıya geçince daha etkili olur. Çünkü amel daha etkilidir. Söz yaralar ama amel öldürür. 

 

Yükselteceğiniz söz “dünyâ sözü”dür ve onu “dünyâ ameli” ile yükseltebilirsiniz yâni sözü yükseltmeyi Dünyâ’da iken ve yaşıyorken yapabilirsiniz. Çünkü âhirette tüm söz Allah’ın olacaktır. Çünkü O din-gününün sâhibidir. (Mâliki yevmiddin).

 

Kur’ân sâdece “okunup geçilecek bir söz-yığını” değil, yerine getirilmesi gereken tâlimat-nâmeler manzûmesidir. Allah, sözü yâni Kur’ân’ı yere indirmiştir, bizim yapmamız gereken şey, o sözü amel yâni Sünnet ile taçlandırıp tekrar yükseltmektir. Çünkü biz âhirette, Dünyâ’dan gönderdiklerimize göre değerlendirileceğiz. 

 

Peygamberler sözü ve ameli yükselmek için gönderilmişlerdir. Ettikleri sözler hep amele dönüktür. Eyleme dökmeyecekleri sözleri etmezler ve “sâdece söylemiş olmak için” söz söylemezler:

 

“Ey îman edenler!; yapmayacağınız şeyi neden söylersiniz?. Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında bir gazab (konusu olması) bakımından büyüdü büyük bir suç teşkil etti” (Saff 2-3).

 

Allah, vahiy aracılığı ile peygamberler üzerinden; bir şahsiyet modeli, bir ahlâk modeli, bir duruş ve direniş modeli, bir İslâmî Hareket metodu-modeli, bir toplum modeli, bir devlet modeli ve bir medeniyet modeli ortaya koymuştur. Kıssalar, bu örnek modellerin anlatılarıdır. Bu “örnek model” son olarak Hz. Muhammed üzerinden ortaya konmuştur. İşte “usvetun hasenetun” yâni “güzel örneklik” denen ve literatürde “Sünnet” olarak bilinen şey, bu örnek modeldir. Bu “örnek model”, yapılan yanlışların Allah tarafından vahiyle düzeltilmesiyle meydana gelmiş en ideâl modeldir. “Allah kotrôlünde” ortaya konmuş bir modeldir. En ideâl örneklik ve “yaşanmışlık”tır (Ahzâb 21). Güzel örneklik, Kur’ân’ın ete-kemiğe ve söze bürünmüş hâlidir. Kur’ân’ın pratiği gösterilmiştir bu örneklikle. Söz, amel-eylem ile taçlanmıştır. Bu nedenle bu modelin-örnekliğin göz-ardı edilmesi yanlıştır. Bu “güzel örneklik”, “amel ve eylemin kaynağı” olmak bakımından kıyâmete kadar bağlayıcıdır. Kur’ân, “sözün, bilginin ve bilincin kaynağı” iken, Sünnet ise, “amel ve eylemin kaynağı”dır. İslâm, bu ikisinin toplamıdır.

 

Mebzûl miktarda tekrarlanıp duran; “Kur’ân bize yeter” sözü, eğer “salt Kur’ân”dan bahsediliyorsa yanlıştır. Çünkü bu, “bize sâdece söz yeter” anlamına gelir. Kur’ân bilgi ve bilincin kaynağı iken, amel ve eylemin kaynağı ise Sünnet’tir (hadis değil). O-hâlde bize yetecek olan ne salt söz yâni Kur’ân, ne de salt amel yâni Sünnet’tir. İkisinin birlikteliğidir. Modern zamanlarda müslümanların perişân hâllerinin nedeni, sözü yâni Kur’ân’ı okuyup da Sünnet örnekliği ile amelde-eylemde bulunmamaktır. Kur’ân bize yeter ise neden yetmiyor da müslümanlar perişân ve sefil bir hâlde yaşıyor ve aşağılanıp duruyor?.

 

Peygamberlerin söz ile söylediklerinden yâni hadislerinden ziyâde, fiîlen yaptıkları amel-eylem yâni Sünnet’i bağlayıcıdır. Zâten Sünnet, sahih hadislerin ete-kemiğe bürünmüş hâlidir. Sünnet söz değil, amel-eylemdir. Bu nedenle “gayr-ı metluv vahye” değil, “metluv vahye” dayanır. Bu nedenle söz ile yâni “müslümanım” demekle müslüman olunmaz, “müslümanlık yapmak”la müslüman olunur ve müslümanlık ispât edilmiş olur.

 

Tevrat’la amel edeceğine söz verip de “Cumartesi Yasağı”nı çiğneyerek sözünden dönen yahudiler, “maymun ve domuz” oldular. Şimdi müslüman(!) olarak sözümüzde durmadığımız için, biz de “maymun ve domuz” mu oluyoruz acaba?. Çünkü Allah’a verdikleri “söz”ü tutmayanlar maymunlaşırlar ve de domuzlaşırlar.

Allah’a ve âhirete inanmayanlar “sözünü tutmak” gibi bir sorumluluk duymazlar. Sözünü tutmak sözün gereğini yapmakla yâni amel-eylem ile olur.

 

Esâsen söz yâni Kur’ân Allah’a, amel-eylem yâni Sünnet bize âittir. Allah bize zımnen; “alın bu sözü de sâlih amel ile yükseltin” demiştir. Fakat müslümanlar Allah’ın sözü üstüne söz söylemekten fırsat bulup da sözün gereğini yerine getirmiyorlar. Zâten hâl-i pür melâllerinin nedeni budur. 

 

Ahzâb Sûresi 21. âyette bize örnek gösterilen şey, Peygamberimiz’in vahiy-merkezli olarak yaptığı amel-eylem yâni Sünnet’dir. Söz değil, amel örnek gösterilmiştir. Söz en azından ikinci plândadır. Fakat insanlar sözü öne çıkarıp ameli arka-plâna atıyorlar. Böylece sözün gereği yerine getirilmemiş oluyor ve söz de boşa çıkmış oluyor. Bakın son 75 yıldır okunan, yazılan ve söylenen sözler, amele-eyleme etkili bir şekilde dönmediğinden dolayı, Gazze için faydalı olmuyor. Esâsen son 75 yıldır yapılan “sözü yükseltme” çalışmaları amele-eyleme dönülmediği için boşa çıkmıştır ve yapılanların “sözü yükseltmek” değil,  “sesi yükseltmek” olduğu görülmüştür. Gazze Savaşı bize bunu çok net olarak göstermiştir.     

 

Allaha ancak güzel sözler yükselir ama güzel sözler de kendi-kendine yükselmezler. Güzel sözü yükseltecek olan şey sâlih ameldir. Hattâ îman etmek bile tek-başına yeterli olmaz da ardından sâlih amel işlemekten bahsedilir ki hem îman tamamlansın hem de îman Allah’a yükselsin.

 

Allah sözden ziyâde amele bakar. Çünkü O boş laflara kanmaz. Allah bizi âhirette bildiklerimiz ile değil de yaptıklarımızla yada yapmamız gerekirken yapmadıklarımızla yargılayacağı gibi, bu Dünyâ’da da böyledir; sözümüzden ziyâde amelimize-eylemimize bakar.

 

Âlim olan ve her-şeyi bilen Allah’a karşı sözümüz yâni bildiklerimizle övünmek hem küstahlık hem de ahmaklıktır. Tereciye tere mi satacağız!.

 

Hakîkati sert yada yumuşak sözlerle söylemek onun hakîkat olduğunu değiştirmez, hakîkat her zaman hakîkattir. Fakat hakîkatin têsir etmesi için onu güzel bir dille söylemek gerektiği gibi, yükseltmek için de sâlih amel gerekir.

 

Eylemin tohumu sözdür. Kötü ve iyi amel, konuşarak başlar. Kişinin ne  olduğu,  sözünden ziyâde, amel-eylem ile belli olur.

 

İhlâs ile söylenmeyen söz ve takvâ ile yapılmayan iş, etki de etmez, Allah’a da yükselmez.

 

İnsanlar o kadar ağır bir gaflet hâlindeler ki, artık onları güzellikle ve hafif-tatlı sözlerle uyandırmanız mümkün değildir. Dürtmeden uyandıramazsınız. İnsanlar artık sert sözlerle bile gafletten uyanamıyorlar. Artık, hak sözler edip sâlih ameller yapmak ve güzel sözü Allah’a yükseltmek ve böylece O’nun rızâsını kazanıp, desteğini ve yardımını celb-ederek bir şeyleri değiştirmek mümkün olacaktır. 

 

Modern zamanlarda çok fazla kullanılan “yapacak bir şey yok” sözü hem yanlıştır hem de samîmi-ciddî bir söz değildir. Yapacak bir-çok şey var fakat yapacak kişi/adam yok.

 

Müslümanlar, “dil”i (söz), “el”e (eylem) üstün tutuyorlar. “Dil” ve “el” birliği olmadıkça samîmiyet ve ciddiyet ispatlanamaz. İspatlanmayan şeyden Allah râzı olmaz. Allah, râzı olmadığı şey için yardımını göndermez. Bu yüzden bildiğimiz ve dile getirdiğimiz sözler amele-eyleme dönük olmalı ve sâlih amel ile sonlanmalıdır.

 

Sözün de bir nâmusu vardır ve sözün nâmusu; “Ey îman edenler!; yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?” (Saff 2). âyetinde ifâdesini bulur.

 

İhtiyâcımız olan şey, “kırılgan olmayan” sözler ve sâlih amellerdir. Zîrâ Allah ancak bundan râzı olur ve ancak râzı olunca yardımını ulaştırır.

 

“Altı çizilecek sözler etmek”ten daha çok, “altı çizilecek eylemlerde bulunmak” önemlidir.

 

Kâlpler sâdece söz ile değil, söz ve amel bütünlüğü ile mutmain olur.

 

Gün gelir insan bildiklerini bilmez bir duruma gelebilir, fakat yaptıklarını hiç-bir zaman “yapmamış” durumuna gelemez. Bu nedenle âhirette bildiklerimizden değil yaptıklarımızdan-yapmadıklarımızdan sorulacağız.

 

En doğru söz Allah’ın sözüdür (Kur’ân), en doğru amel ise Peygamber’in amelidir (Sünnet).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Nîsan 2024

 

 

 

 

Devamını Oku »

4 Nisan 2024 Perşembe

Çalışmak İbâdettir Sözü Üzerine

 

“Kim âhireti ister ve bir mü’min olarak ciddî bir çaba göstererek ona çalışırsa, işte böylelerinin çabası şükre şayandır”srâ 19).

 

“Çalışmak ibâdettir” sözünün geçerli olması için, çalışmanın Allah rızâsına ve insan faydasına dönük olması gerekir. Yoksa “sâdece Dünyâ-yaşamı için” gece-gündüz hırsla çalışarak parayı ve malı-mülkü çoğaltmak, zengin olmak ve köşeyi dönmek ibâdet falan değildir. Hele birilerinin hakkını vermeyerek yada geciktirerek, insanlara, hayvanlara ve bitkilere yâni doğaya zarar vererek, yasa-dışı, suç, haram, günah, ayıp ve meşrû olmayan yollardan pazara kazanmak için çalışmak tam bir şerefsizliktir. 

 

Çalışmanın ibâdet olması için Allah rızâsına dönük olması şarttır. Çünkü ibâdet Allah’a yapılır. Bir insanın çok önemli bir şeyi gerçekleştirmek için, meselâ çocuğunun tedâvi ettirebilmek yada mutlu bir âile kurmak için çalışması da “ibâdet gibi” olabilir ama “ibâdet” olmaz. Çünkü dediğimiz gibi, ibâdet olabilmesi için Allah rızâsına dönük olması ve “besmeleyle başlaması” gerekir yâni bir işi ve çalışmayı Allah adıyla ve Allah için yapmak gerekir. Bir şeyin ibâdet olabilmesi için Allah’ın ona “ibâdet” demesi gerekir.

 

Çalışmak “Allah için” olunca “ibâdet” olur. Yoksa çalışmanın bizâtihi kendisi, İslâm’da değil, Protestanlık’ta ibâdettir. Protestanlıkta çalışmanın bizzat kendisi ibâdettir. Hem de Allah karşısında yapılan ibâdetler gibi hattâ daha da üstün bir ibâdettir. Böylece sonuçta Protestanlık’ta ibâdet bırakılarak, çalışmak ibâdetin yerine konmuştur. Kapitâlizmin temeli bu sözde saklıdır. Allah için çalışmaktan vazgeçip Dünyâ için çalışmayı ibâdet olarak gören batı, böylece çalışıp-kazanmayı ve biriktirmeyi, dolayısıyla da kapitâlizmi “din” yapmıştır. Tabi Allah için yada Allah-merkezli çalışmaktan vazgeçip Dünyâ için çalıştığında çalışmaya “ibâdet” demiştir. O zamandan bêri ibâdet etmeyenler, çalışmayı ibâdet olarak görmekte ve “çalışmak da ibâdettir” demektedirler. Peki ibâdet Allah’a yapılmıyorsa kime yapılmaktadır?. Elbette paraya. Çünkü Allah rızâsı için olmayan çalışma ibâdetleri ancak para için yapılabilir. O-hâlde Allahsızların çalışarak yaptıklarını söyledikleri ibâdet, paraya tapmak ve kulluk etmek anlamına gelir.  

 

Çalışmak esâsen bir araçtır. Ne amaçla çalışılıyorsa ona  ulaşmak için kullanılan bir araç. Fakat modern zamanlarda insanlar onu amaç edindi. Bir de âhiretten şüphesi olanlar amaç edindi. Çünkü “çalışayım kazanayım ve yiyeyim-içeyim de, öldükten sonrası belli değil diyenlerin” çalışmaktan ve çalışmayı kutsamaktan yapacak başka bir şeyi yoktur. Zâten modern zamanlarda işin bu kadar önem kazanması ve işsizliğin travmaya sebep olması bu yüzdendir. Herkes ne iş yaptığını soruyor. Çünkü insan karşısındakini işine göre değerlendiriyor ve ona göre davranıyor ve tutum takınıyor. İş ve gelir farklılığına göre de modern bir kast sistemi oluşturulmuş durumda. Artık babalar da kızlarına tâlip olanların namazına-niyazına, doğruluğuna-dürüstlüğüne vs. değil de işine ve kazancına bakıyor. Tabi bu da önemlidir ama önem sırasında ilk sırada değildir.  

 

Allahsız zihniyet, insanın târifini târih boyunca şu şekilde yapmıştır: “İki ayak üzerine kalkan hayvan; “âlet yapan-kullanan hayvan”; “düşünen hayvan”; “konuşan hayvan”; vs. Modern zamanlarda ise dile getirmeseler de zımnen şunu söylüyorlar: “İnsan, çalışan hayvandır”. Modernizm, “eşek gibi” çalışıp, “domuz gibi” yeme uygarlığıdır. Seküler modern sisteme göre insan; “eşek gibi çalışıp, köpek gibi itaat edip, domuz gibi yemek için” yaratılmıştır. Modern insan, “daha çok tüketebilmek için daha çok çalışan yaratık”tır.

 

Konuşma sırasında “asgari ücret çok yetersiz bir para” dediğimde, birileri de çıkıp; “yetmiyorsa, o zaman daha çok çalışacak” diyor. İyi de adam zâten çalışıyor. Ne yapacak yâni?; çalışacağım diye kendini mi paralayıp öldürecek?. Ah şu “tuzu kuru” olanlar!..

 

Tüm zamanlarda kölelerden sâdece iki şey istenmiştir: Çalışmak ve üremek. Târih boyunca olan şey şudur: Zengin yatarak para kazanır; fakir ise çalışarak onu besler. Bu yüzden Dünyâ’nın %99’u, Dünyâ’nın %1’ini memnun etmek için çalışıyor.

 

Kapitâlizm çok çalışıp üretenlerin değil, şeytânî zekâya sâhip hırsızların sistemidir. Çok parası olanlar bizzat emek verip de çalışanlar değildir ve başkasının sırtından geçinenlerdir. Birileri birilerini çalıştıracak elbette, bu normâldir, fakat bu, insanları üç kuruşa ve karın tokluğuna çalıştırarak zengin olup köşeyi dönmek şeklinde olamaz. İslâm’da, “rızıkta eşitlik” vardır ve patron olsun işçi olsun, rızıkta eşit olacak şekilde kazançları olmalıdır yâni işçiler de patronun yiyip-içebildiği gibi yiyip-içebilmelidirler. Herhâlde buna îtirâz ederek ve “ben daha iyisini ve fazlasını yemeliyim, diğerleri ne olursa-olsun” diyerek şerefsizlik yapacak biri yoktur.    

 

Kazancını Allah’a değil de, aklına ve bilgisine bağlayanlar da vardır. Böyleleri bilgilerini ve akıllarını üstün görürler ve bu nedenle de diğer insanlara göre oluşan aşırı farkın normâl olduğunu söylerler. Bedenen çalışmayan ama aşırı zengin olanlar bilgilerini ve akıllarını çok fazla öne çıkarırlar. Meselâ Kârûn kazancını aklına ve bilgisine bağlamıştı. Çünkü bedenen çalışmıyordu ve zımnen; “sen emek vermiyorsun ve çalışmıyorsun, peki nasıl bu kadar zengin oldun şerefsiz!” diyenlere karşı, “aklımı çalıştırdım” demişti. Aşırı zenginlik insana mutlakâ şu iki şeyden birini söyletir: 1-Bu bana Allah’ın bir hediyesidir; 2-Bu, aklımı çalıştırmamın karşılığıdır”. Bu düşünceden yola çıkarak insanlar, üniversite mêzunu olarak doktor, hâkim, mühendis vs. olanların, “okumuş adam” diyerek asgarî ücretlilerden 10 kat daha fazla maaş almasını normâl görmektedirler. Hâlbuki “okumuş” olanların çalışma şartlarının rahatlığı ve konforu onlara farklılık olarak yeterli olmalıdır. Fakat çalışmanın ibâdet olarak görüldüğü yerlerde bu olmaz.  

 

Klâsik çalışma biçimi, “herkesin kendi kazancı için” olan çalışma biçimiydi; modern çalışma şeklinde ise “başkasının kazanması için çalışmak” vardır. İnsanları buna nasıl da râzı ettiler ve ediyorlar, anlaşılır gibi değil.

 

Çalışmak ibâdet olarak görülünce, bu ibâdetten kadınları-kızları mahrûm etmek olmayacağı için kadınlar iş-hayâtına yâni ibâdete yönlendirilirler ve çok aşırı şekilde buna teşvik edilirler. Öyle ki çalışmayan kızlar-kadınlar kendilerini ezik görüyorlar. Hâlbuki normâl ve doğal olan şey kadınların-kızların çalışması değil, çalışmamasıdır.

 

Âilenin bozulması; kreşlerle başlar, kadının çalışmasıyla gelişir, huzur-evleriyle sonuçlanır. Sonuçta ortada âile-mâile kalmaz. Milenyum sonrası absürd nesil, “çalışan kadınlar”ın eseridir. Bir kadının-kızın, örgün eğitim sistemine dâhil olması ve sonunda çalışmaya başlaması, fıtratına ve doğasına yapılan en büyük zulümdür. Hakkıyla yapılan ev-hanımlığı, “kadının çalışması”ndan üstündür. Kadının (mecbûren yada isteyerek) ev-hanımlığını bırakıp dışarıda çalışmaya başlaması, daha düşük bir makam ve mevkîyi kabûl etmesi demektir. Allah’ın kadınlara verdiği makam ve mevkî yerine, modern sistemin kadınlara önerdiği makam ve mevkîyi tercih etmek elbette “daha düşük bir makâmı ve mevkîyi kabûl etmek” demektir. Bu nedenle bilinçli müslüman genç erkelerin çalışmayan kızları-kadınları tercih etmesi gerekir. Eğer bu yaygınlaşırsa, mevcut ekonomik sorunlar da kısa zamanda düzelecektir. 

 

Hz. Hatice üzerinden kadının çalışması istismâr ediliyor. Hâlbuki o, pasif şekilde ev-merkezli bir ortaklık kuruyordu. Kadının ev-dışında çalışmak için ne zamânı, ne dermânı, ne de fermânı vardır. Fakat kızlar ve kadınlar çalıştırılmak çok tercih ediliyor. Çünkü kadınlar fedâkârlıklarından dolayı işlerini “ölümüne” yaparlar. “Kadın Çalışmalı” yaygarasının arka-plânında bu var. Kadınları-kızları çok düşündüklerinden değil, iyi ve ucuza çalıştıklarından ve itaatkâr oldukları için tercih ediyorlar. Kızlar için; “çalışın da hayâtınızı kurtarın” sözü yanlıştır. Doğrusu şudur: “Ey kızlar!; çalışıp da hayâtınızı karartmayın”. Evet; bu nedenle kadınların ve kızların çalışması ibâdet olmadığı gibi, tam-aksine günahtır.

 

İslâmî çalışma amele-eyleme dönük olan çalışmadır. Amelden-eylemden yoksun ve kopuk “salt ilmî çalışmalar”la bir şeyin düzeltilemeyeceğinin örneği, “modern-entelektüel İslâmî çalışmalar”dır. Eyleme dönük olmayan Kur’ân çalışmaları, “dostlar alış-verişte görsün” türündendir ve bir yaraya merhem olmaz ve olmamaktadır. Hattâ amele-eyleme dönük olmayan çalışmaların çoğu boşuna yapılan çalışmalardır.

 

Hakka ve hakîkate yönelik olmayan tüm çalışmalar ibâdet olmadığı için yâni Allah rızâsı-merkezli olmadığı için boşa gider ve Dünyâ’da kalır:

 

“O gün, öyle yüzler vardır ki, zillet içinde aşağılanmıştır. Çalışmış, boşuna yorulmuştur. Kızgın bir ateşe yollanırlar” (Gâşiye 2-4).

 

“Çalışmak da ibâdettir” diyerek insanları gecenin kör vakitlerinde vardiyalı olarak çalıştırmak zulümden başka bir şey değildir. Allah gündüzü çalışmak, geceyi ise dinlenmek ve uyumak için yaratmıştır:

 

“O, geceyi sizin için bir elbise, uykuyu bir dinlenme ve gündüzü de yayılıp-çalışma (zamânı) kılandır” (Furkân 47).

 

İbâdet olan çalışma, ancak Allah rızâsı ve cenneti hak etmeyi merkeze alan çalışmalardır:

 

“Şüphesiz, bu, asıl büyük kurtuluş ve mutluluğun ta kendisidir. Böylece çalışanlar da bunun bir benzeri için çalışmalıdır” (Sâffât 60-61).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Nîsan 2024

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

Cehâlet ve Menfaat

 

“Câhiliyenin hükmünü mü istiyorlar. Yakînen bilen bir kavim için Allah’tan daha iyi hüküm veren kim vardır?” (Mâide 50).

 

“Kendisini tek olarak (ve yapayalnız) yarattığım (şu adam)ı Bana bırak; Ki Ben ona, ‘alabildiğine çok mal’ (servet) verdim. Göz önünde-hazır çocuklar (verdim). Ve sayısız imkân ve fırsatları önüne serdim. Sonra, daha arttırmam için tamah eder (doyumsuz istekte bulunur). Hayır; çünkü o, Bizim âyetlerimize karşı kesin bir inatçıdır” (Müddesir 11-16).

 

Cehâlet: Bilgisizlik, bilgi ve tecrübe eksikliği. Câhil kelimesi, habersiz, bilmezlik, nadanlık, ilimden ve her nevî müsbet mâlûmatdan habersiz olma. Arapça “chl” kökünden gelen cahala(t) “bilmeme, habersiz olma” sözcüğünden alıntıdır. Arapça cahala “bilmez idi” idi.

 

Cehâlet bilgi ve mâlûmatla ilişkilendirilse ve “herhangi bir konuda bilgisizlik ve eğitimsizlik” anlamı verilse de aslında cehâlet “kendini bilmeme hâli”dir ki bu da, “Allah’tan, âhiretten ve İslâm’dan habersiz olmak”tan kaynaklanır.

 

Menfaat: Bir kişinin veyâ bir grubun yararına veya çıkarına olan şeyi ifâde eder. Bu kelime, birinin ihtiyaçlarını karşılayan veyâ ona avantaj sağlayan bir şeyi tanımlamak için kullanılır. Fayda. Kâr. Gelir. Arapça “nf” kökünden gelen manfaa(t) “fayda, çıkar” sözcüğünden alıntıdır. Arapça “nafa’a”, “yararlı idi” anlamındadır.

 

Menfaat aslında olumsuz bir kelime değildir, çünkü kişinin menfaatini sağlamak için bir şeyler yapması normâl ve doğrudur. Fakat “menfaat için çalışmak ve bir şeyler yapmak” genelde “menfaat peşinde koşmak” ve zamanla, menfaatçi olmakla sonuçlandığı için olumsuz bir kazanmıştır. Çünkü gerekten de insan “yeterli olan” kadarıyla yetinmez de sürekli olarak menfaatini ve çıkarını arttırmanın derdine düşer. Modern insan; “ihtiyaçlar sınırsızdır ama kaynaklar sınırlıdır” sözüyle kışkırtılmış olduğu için, o sınırlı kaynaklardan en çok menfaati sağlamakla ömrünü tüketme yoluna gitmiştir. Oysa kaynaklar da sınırlıdır, ihtiyaçlar da sınırlıdır. Sınırsız olan şey ihtiraslardır, “çıkarcılık ve menfaatçilik hırsı”dır.   

 

İslâm Dîni’nin yâni hakkın ve hakîkatin târih boyunca amansız iki düşmanı, cehâlet ve menfaatçilik olmuştur. Aslında küfrün, şirkin, adâletsizliğin, ahlâksızlığın ve zulmün ortaya çıkmasının nedeni cehâlet ve menfaattir.

 

Kânunlar ikiye ayrılır: 1-Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın mutlak kânunları; 2-Bir-takım kaprisli ve câhil insanların, menfaat ve çıkarları için uydurdukları değişken yasalar. Şirk ise; Allah’ın kânunları dururken, beşerin, cehâletine, keyfine ve menfaatine-çıkarına göre kânun yapmasıdır.

 

İnsanlık târihi, zenginlerin, ne pahasına olursa-olsun “menfaat ve çıkarlarını koruması”nın târihidir. Dünyâ’yı insanca ve İslâm’ca yaşanamayacak bir yer hâline getiren iki şey budur. Üstelik insanlar da “gemisini yürüten kaptan” diyerek cehâlet içinde ve menfaat peşinde heder olup gitmektedir. 

 

İşte bundan dolayı Kur’ân, Sünnet, bilim, akıl, mantık vs. istediğiniz delîli getirin, insanların çoğu yine de şeytanın, nefsin ve tâğutların etkisi ve yönlendirmesi nedeniyle mevcut zihniyetlerine, alışık oldukları şeylere, hayâllerine, arzularına, menfaat ve çıkarlarına göre hareket edeceklerdir. O yüzden de kavgasız-gürültüsüz, çatışmasız-savaşsız yâni “güzellikle” olmamaktadır.

 

Modern insan öyle bir duruma gelmiştir ki, hakkâniyetli davranmayı “kerizlik” olarak görmektedir. Zîrâ modern insan, menfaatine ve çıkarına göre hareket etmemeyi enâyilik olarak görüyor.Menfaat sağlamayan şeyleri yapmak düşüncesi bile ürkmesine neden oluyor. Bu yüzden modern insan Allah rızâsı için bir şey yapamıyor. Yaptığı şey maddî bir menfaat sağlamayacaksa “en azından îtibâr sağlamalıdır” diye düşünüyor. Gösteriş denilen şey de bu nedenle ortaya çıkıyor.  

 

Ne kadar çıkar elde ettiğiniz, çıkarlarınız için ne kadar fedâkârlık yaptığınızla doğru orantılıdır. İnsan târih boyunca menfaati için kendini paralamıştır. Modern insan ise menfaat uğruna kendini kaybediyor. Çünkü modern insan, her ne kadar tahsil yapsa ve diploma-sâhibi” olsa da “câhil”dir ve kendini bilmemektedir, çünkü haddini bilmemektedir, zîrâ Allah’tan korkmadığı ve İslâm’ı bilmediği için ölçüsünü kaybetmiştir.  

 

Dünyâ genelinin mevcut genel politikası, “ABD’nin çıkarlarını korumak” üzerine seyrediyor. ABD’nin menfaat ve çıkarları sağlanmadıkça ve tatmin edilmedikçe diğer ülke ve insanların çıkarına sıra gelmiyor. Öyle ki artık câhil insanlar da bu politikayı benimsemiş durumdadır. 

 

Modern devlet, “tek-tek bireyler”i değil, “genel çıkarları ve menfaati” gözetir ve kâle alır. Bu nedenle de “asgarî ücret yada emekli maaşlarının düşüklüğünden bahsetmez de, “GSMH bilmem ne kadar oldu” söylemi yapar. İyi de bu GSMH’nın artması garibanın işine yaramıyor ki!. GSMH’nın artmış olması, zenginlerin daha çok zenginleştiklerini, garibanların ise yerinde saydıklarını gösteren bir ölçüdür. Garibanların durumunun bir nebze de olsa iyileşmesi için, zenginlerin zenginliklerini yâni menfaatlerini baya bir arttırması gerektiğinin göstergesidir. Bu nedenle câhilce, GSMH’nın artmasına sevinmenin gariban açısından hiç-bir mantığı yoktur.

 

Tüm zamanlarda ve mekânlarda insanlığı Dünyâ’da rezilliğe, âhirette de acı azâba sürükleyecek olan iki etken cehâlet ve menfaattir. Sonucu kötü olan bir şey ya cehâletten yada menfaatten dolayı ortaya çıkmaktadır. Cevat Rıfat bu-bağlamda şöyle der: “İçimizde hâlâ bâzı kimseler hakîkatin bütün acılığı ve çıplaklığına rağmen, bu çıkmazın bizi asırlardan bêri hasretini çektiğimiz güneşli ve mesut bir selâmet yoluna götüreceğini iddiâ ederler. Câhilliklerinden ziyâde menfaatleri yüzünden”.

 

Menfaati cehâlet tetikler. Menfaatçiler, halkın câhil olduğu yada câhilce şeyler yaptıklarını görünce bunu kullanmak isteyerek kendilerine çıkar sağlamak ve menfaat devşirmek isterler. Tabi onların menfaat adına yaptıkları da câhilliğin başka bir türü ve şeklidir. Çünkü başkasının zararına menfaat sağlamak ve bunun için çalışmak tam bir cehâlettir.

 

Günümüzdeki müslümanların tek bir sorunu vardır: “Cehâlet, korku, konfor ve menfaat-çıkar hırsı yüzünden, vahyin ne dediğini açıkça ortaya koy(a)mamak ve ona göre amelde ve eylemde bulunamamak”.

 

Kur’ân’ı okuduğunuzda keyfiniz kaçmıyorsa ve kafa-beden konforunuz bozulmuyorsa, siz Kur’ân’ı “Kur’ân-merkezli” olarak okumuyorsunuz” demektir. Kur’ân-merkezli okunmayan Kur’ân; lâik, demokratik, kapitâlist, liberâl, komünist, sosyâlist, feminist, muhâfazakâr ve modern yâni çıkar-merkezli okunuyor demektir. Tabi bu, “Kur’ân’a uymak” değil, “Kur’ân’ı cehâlete ve menfaate uydurmak” anlamına gelir. Kur’ân’ı; moderniteye, nefse ve çıkara uydurmak için yorumlamaya bir başladınız mı, şeytan, nefs ve tâğutlar en büyük destekçiniz olur.

 

Bu nedenle, câhillik etmeyi bırakın da, para ve maddî çıkar için olmayan eylemleriniz de olsun. Menfaat ve çıkar sağlamayan işler de yapın ki, cehâletten ve menfaatçilikten kurtulasınız. Zîrâ cehâletin ve menfaatçiliğin panzehiri, “Allah rızâsı için bilinçli şeyler yapmak”tır. “Îman edip sâlih amel işlemek” denilen şey budur.  

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Nîsan 2024

Devamını Oku »

Dâvâ Bilinci

 

“De ki: Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, dirimim ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır. O’nun hiç-bir ortağı yoktur. Ben böyle emrolundum ve ben müslüman olanların ilkiyim” (En-âm 162-163).

 

“Vallâhi; Allah’ın dînini tebliğden vazgeçmem için, Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol elime koyacak olsalar, ben yine de bu dâvâdan vazgeçmem!. Ya yüce Allah, onu bütün cihâna yayar, vazîfem tamam olur, yâhut da bu yolda ve bu dâvâ uğruna ölür giderim!” (İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, II, 64).

 

Müşrikler, amcası Ebû Tâlib vâsıtasıyla Peygamberimiz’e haber göndererek dâvâsından vazgeçmesini istemişlerdi. Bunun üzerine Peygamberimiz am­casına, bu husustaki azîm ve gayretini ortaya koyan şu muhteşem cevâbı verdi: “Vallâhi ey amca!; Allah’ın dînini tebliğden vazgeçmem için, Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol elime koyacak olsalar, ben yine de bu dâvâdan vazgeçmem!. Ya yüce Allah, onu bütün cihâna yayar, vazîfem tamam olur, yâhut da bu yolda ve bu dâvâ uğruna ölür giderim!”. Sonra da gözleri yaşardı ve ağladı.

 

Peygamberimiz neden böyle diyor ve ne pahasına olursa-olsun böyle büyük bir kararlılık gösteriyor. Çünkü İslâm demek “dâvâ” demektir, İslâm’ı kabûl etmek, “İslâm’ın dâvâsını kabûl etmek, tüm hayâtı ve bu dâvâya adamak, icâbında bu dâvâ yolunda ölmek” demektir. Yoksa İslâm, “boş sözler antolojisi” yâni edebiyat falan değildir. “İnandım” demekle biten bir din de değildir ve tam-aksine “inandım” demekle başlayan bir din’dir. İslâm ve Kur’ân, sâdece okunacak, araştırılacak ve üzerinde çalışmalar yapılacak bir kitap ve din değil, yüce bir dâvâsı olan “tek hak din”dir.

 

İslâm’ın dâvâsı, ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem’den, son peygamber olan Hz. Muhammed’e kadar aynı olmuştur ve hiç değişmemiştir. Zîrâ Allah katındaki tek hak din İslâm olduğu gibi gönderilen tüm peygamberler de İslâm peygamberleridirler. İşte!; indirilen vahiylerde ve yaşanılan örnek hayatlarda ortaya konulan İslâm dâvâsı; “Allah’ın göklerde mutlak tek hâkim olması gibi, yeryüzünde de, tüm zamanlarda ve tüm mekânlarda; sosyâl, kültürel, âilevî, ekonomik, hukûkî, kânûnî, siyâsî ve askerî her alanda Allah’ın sözünü hâkim kılmak ve bunun için çalışmaktır” ki “tevhid” denilen şey işte budur ve bundan başka da bir şey değildir.    

 

İslâm’ı bilmek, onun “dâvâsını idrâk etmek” demektir. Bu dâvâyı idrâk edip bilincine erenler, artık ya İslâm dâvâsına göre yaşayacaklar ve İslâm’ı Dünyâ’ya hâkim kılmak yolunda ellerinden geleni yapacaklar, yada müslüman olmadıklarını anlayıp şeytanın, nefsin ve tâğutların gösterdiği yolda hiç durmadan sürüklenmeye devâm edeceklerdir.

 

İnsanı cehâletten, adâletsizlikten, ahâksızlıktan, şirkten, küfürden, münâfıklıktan, sapkınlıktan ve sapıklıktan ve de zulümden alıkoyacak tek şey, kişinin rûhen ve bedenen hak dâvâya sorgusuz-suâlsiz, koşulsuz-şartsız tam bir teslîmiyetle teslim olması ve dâvâ bilinciyle İslâm dâvâsına adanması ve bu dâvâdan zinhar hiç tâviz vermemesidir. Çünkü dâvâsından tek bir tâviz bile verenler, kısa bir süre sonra, tâviz verdikleri düşünceyi, hizbi, ideolojiyi ve eylemi savunmaya başlarlar ve artık o bâtıl yola göre düşünmeye, konuşmaya, yazmaya ve yapmaya başlarlar.

 

İnsan ya Dünyevî-beşerî bir düşünce, fikir ve ideoloji üzeredir yada İslâm dâvâsı üzeredir. Üçüncü bir yol yoktur. Ya şeytanın, nefsin ve tâğutların yolu, yada Allah’ın yolu. Tabi insanların çoğu şeytan, nefs ve tâğutlar tarafından kontrôl edildiği ve yönlendirildiği için târih boyunca İslâm-dâvâsı üzere olanlar hep az sayıda olmuştur. Çünkü işin raconu budur. Sünnetullah da imtihan de bunu gerektirir. 

 

Târih boyunca müslümanların çoğu İslâm’a bir dâvâ olarak bakmamışlardır. Bu nedenle de İslâm’a adanıp da İslâm için bir fedâkârlıkta bulunmadıkları gibi, bunu düşünemiyorlar bile. Üstelik İslâm’a dâvâ olarak bakmadıkları için şeytânî, nefsî, tâğûtî, beşerî zırvalıları yol ve dâvâ olarak kabûl edip gittikleri bâtıl yolların sözcülüğünü yapıyorlar. Çünkü dâvâ-adamı ol(a)mayanlar, tâğutların adamı olurlar.

 

Kur’ân baştan-sona İslâm dâvâsından bahseder ve Peygamberimiz de tüm peygamberler gibi bu dâvânın adamı olmuştur. Sünnet, Peygamberimiz’in vahiy-merkezli dâvâsıdır. İslâm dâvâsının yolunda olmanın en güzel örnekliği Peygamberimiz’dir: Ahzâb 21.

 

Maalesef biz İslâm’ı “dâvâ” edinmedik. Onu sâdece ilme, ahlâka, dîne, araştırmaya, meâle, tefsire, boş lafa indirgedik. O yüzden mücâdele gücümüzü ve inancımızı kaybettik. Artık Kur’ân denince, okumak, araştırmak, meâl ve tefsir yada mukâbele yapmak akla geliyor. Peki “Kur’ân’a göre yaşamak” ne olacak?. Bu, dâvâ bilinci olmayanların ve İslâm’ı dâvâ olarak görmeyenlerin akıllarına bile gelmiyor.

 

Peki neden?. Çünkü elbette dâva bilincine sâhip olmanın bir bedeli vardır ve öyle bedâvaya dâvâ olmaz. Dâvâ bedâva olmaz. İslâm dâvâsı icâbında malları ve canları da ortaya koymayı gerektirecek yüce bir dâvâdır. Zîrâ ebedî nîmet diyârı olan cennet ucuz değildir.

 

Dâvâ, uğruna yaşanılacak ve ölünecek olan şeydir. Dâvâlarınız yada gittiğiniz yol, uğruna ölebilecek veyâ öldürebilecek değerde değilse.. bırakın gitsin. Onun size de başkasına da bir faydası olmaz.

 

İslâm-dâvâsını değerli ve önemli kılan şey âhiret, hesap, cennet ve cehennemdir. Âhiretteki “dâvâ”, dâvâ bilincine sâhip olup-olmamakla ve Dünyâ’da İslâm-dâvâsına göre yaşayıp-yaşamamakla doğrudan ilişkili olacaktır:

 

“Hiç şüphesiz sen de öleceksin, onlar da öleceklerdir. Sonra şüphesiz sizler, kıyâmet günü Rabbinizin huzûrunda dâvâlaşacaksınız” (Zümer 30-31).

 

Mü’minlerin duâlarıyla dâvâları birdir. Bu nedenle mü’minlerin dillerinden düşürmedikleri duâları şöyledir:

 

“Oradaki duâları: ‘Allah’ım, Sen ne yücesin’dir ve oradaki dirlik temennileri: ‘Selam’dır; duâlarının sonu da: ‘Gerçekten, hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır’ (ve âhiru dâ’vâhum, enil hamdulillâhi rabbil âlemin” (Yûnus 10).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Nîsan 2024

 

Devamını Oku »

Dîni Akla İndirgemek

 

“…Bugün size dîninizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nîmetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı seçip-beğendim..” (Mâide 3).

 

Bu âyet zımnen şunu söyler; “Allah ne diyorsa ve ne demişse o, Peygamberimiz nasıl yaptıysa öyle”dir. Çünkü din tamamlanmıştır. Artık akıl da, zihin de, kâlp de, beyin de, düşünce de, söylemler ve eylemler de, tamamlanmış olan Allah katındaki tek hak din olan İslâm’a göre olacaktır. Çünkü o, akıl dâhil hiç-bir şeye indirgenemez. İslâm hiç-bir şeye indirgenmez ama her-şey ona göre olmalı ve İslâm’a yükseltilmelidir. Zîrâ “İslâm en üstte olan”dır. En üstte olan bir şey daha alttaki başka bir şeye indirgenemez.

 

Din akla aykırı değildir ama akıl-üstüdür. Bu yüzden din akla değil, akıl dîne uyacaktır. Zâten akıl ancak dîne uyarsa ve vahiy-merkezli olursa hem kendini aşar hem de doğru ve düzgün olarak çalışarak “herkes için iyilik” üretmede kullanılabilir. Aksi-*takdirde akıl; şeytan, nefs ve tâğutların kontrôl ve yönlendirmesine girerek fitne üretip ifsâd etmekten başka bir şey için kullanılmayacaktır.

 

Dîni akla indirgemek, “üstte olanı aşağıda olana göre yapmak” olacağından dolayı “dînin sınırlandırılması” demektir. İslâm’ı akla-rasyonâliteye indirgemek, İslâm’ı felsefeye ve bilime indirgemek demektir. Çünkü vahiyden kopuk olan akıl ancak madde, eşyâ, nesne üzerinde çalışacağı için, akıl sâdece, bunlar üzerinde çalışan felsefe ve bilim yapabilir. Aşkın ve mânevî olanı idrâk etmekten mahrum kalarak kendini sınırlandırmış ve indirgemiş olur.  

 

Modern insan, aklı kutsallaştırdığı ve ilahlaştırıp taptığı için, aklı en üst mercî olarak görmekte, bu nedenle de aklı eleştirmeyi hiç düşünmemektedir. Öyle ki, akıl-üstü olan âyetleri ve gaybı bile akıl ile anlamaya ve yorumlamaya çalışmaktadır. Oysa yaptığı şey, her-şeyi kısır akla uydurmaya çalışmaktan başkası değildir.

 

Aklı kullanmak elbette olmazsa-olmazdır. İslâm aklın mutlakâ kullanılmasını emreder ve şöyle der: “… O, akıl erdir(e)meyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar” (Yûnus 100). Fakat akıl ancak vahiy-merkezli olduğunda doğru çalışır ve iknâ eder. Çünkü akıl bağımsız olarak, kuyumcu terâzisi gibi şaşmaz bir ölçüye sâhip değildir. Aklın bu kadar kutsanması, dîni yok sayan modernizm bir sonucudur. Modernizm ile birlikte aklın kutsallaştırılması sapkınlığın ve sapıklığın bir sonucudur. Yoksa aklın değerini çok bildikleri için falan değildir. Dînin yerine koyacak başka bir şey bulamadıkları için aklı ilahlaştırmakta ve sonra da ona tapmaktadırlar. Üstelik, modernlerin böyle yapmaları insanları mutluluğa ve huzûra kavuşturmamış ve ancak şeytanı, nefsi ve tâğutları hoşnut etmiştir ve etmektedir. Allah’ı, dîni ve kitabı merkeze almanın sorumluluğunu taşımaktan ürpererek korkan modern insan da zâten bu nedenle akla tapmaya devâm etmektedir.

 

Akla uyan her-şey aslında nefse de uyuyor demektir. Çünkü akıl eğer vahiy-merkezli değilse, dînin yönlendirmesinde ve kontrôlünde değilse mutlakâ şeytanın, nefsin ve tâğutların kontrôlünde ve yönlendirmesinde olur. Çünkü akıl tek-başına ve hiç-bir şeye dayanmadan işletilebilecek bir şey değildir. Böyle olduğu için dîni akla indirgemek, şeytana, nefse ve tâğutlara indirgemek demek olur.

 

Esâsen din’de yâni İslâm’da “akıl” değil, “akleden kâlp” önemlidir. İslâm’ın akıl dediği, “akleden kâlpt”ir. İslâm’a göre akletme beyin ile değil, kâlp ile yapılır:

 

“Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı, böylece onların kendisiyle akledebilecek kâlpleri ve işitebilecek kulakları olsun?” (Hacc 46).

 

Modern Allahsız akıl, akla uymayanı yok sayıyor, reddediyor yada aşağılıyor, sonra da o şeyi aşırı yoruma boğarak aklın kabûl edebileceği bambaşka bir şekle sokuyor. Çünkü onu olduğu gibi hâliyle anlamlandıramıyor. Bu yüzden de her-şeyi modern insanın anlayabileceği ve kabûl edebileceği akıl-merkezli düşünceye uygun hâle getirmeye çalışıyorlar, fakat olmuyor, çünkü bir şeyin orijinâl hâli Allahsız olarak tatmin ve iknâ edici bir şekilde açıklanamıyor, zorlayınca da absürt bir sonuç ortaya çıkıyor.

 

Meselâ Kur’ân’ın akıl-üstü âyetlerini akla öre yorumlamak istediklerinde ortaya absürt ve komik şeyler çıkıyor. Üstelik bunlar hiç iknâ ve tatmin edici değil. Aynı şey zamânında Kitab-ı Mukaddes’e yapılmıştı ve böyle yaparak oun ifsâd ve tahrif ettiler, şimdi de aynısını Kur’ân’a yapmak istiyorlar. Fakat bunu “korunmuş” olan Kur’ân’a yapamazlar.

 

Aklı şaşmaz-yanılmaz kutsal bir cevher gibi görenlerin, Allahsız yâni Allah’ı işe karıştırmadan yaptıkları akıl-merkezli çalışmalarının sonuçları da absürt çıkmaktadır ki bu yüzden sürekli değiştirmek zorunda kalmaktadırlar. Allahsız akla göre yapılan çalışmaların sonucunda elde edilen modern-bilimin verilerinin %90’ı eksik ve yanlıştır ve sürekli olarak da yanlışlanıp değiştirilemeye muhtaç kalmaktadır. Buna rağmen dîni akla ve bilime indirgemek ve “âyetleri bilime vurmak” da ne demektir?. Bilim her-şeyi çözmüş mü ki!. Peki tabiatın kânunları -ki aslında Allah’ın kânunlarıdır- modern-bilimin bildiği kadar mıdır?. Elbette değildir. O zaman niçin modern-bilime uygun olmayan şeyleri yok sayıyor ve iptâl ve inkâr ediyorsunuz?.

 

Bilim öyle kesin ve evrensel falan değildir. Çünkü dayandığı akıl hem şamaz ve yanılmaz değildir hem de bu yüzden evrensel değerler üretemez. Zâten hemen hiç-bir şeyi de doğru-düzgün açıklayamamaktadır. Zâten 2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra bilim bitmiştir ve ölmüştür. Heidegger “bilim ölmüştür” demişti. Şu-anda sâdece teknoloji devâm ediyor. Millet de teknolojiyi bilim zannettiği için “bilim gelişiyor” zannediyor. Durum böyleyken, dîni, felsefenin, bilimin ve teknolojinin dayandığı akla indirgemek saçmalıktır.

 

Kesin olmayan akıl ve bilim, kesin olan dîni ve vahyi inkâr ve iptâl etme yada değiştirme ve başkalaştırma hakkını kendinde görüyor. Ulan siz kimsiniz!. Bâzıları da Allahsız akıl ve bilim ile inkar ve iptâl edilen dîni, yine bilim ve akla dayanarak kanıtlama yoluna gitmektedir. Bilimsel yöntemle dînin söylemlerini kanıtladığını sananlar, o bilimsel veri değişiverecek olsa ne yapacaklar acaba?.

 

Özellikle dînî kıssaların akıl ve bilime ters olması nedeniyle inkâr ve iptâl edilmek istenmektedir. Çünkü dediğimiz gibi, tabiattaki tüm yasaları ve işleyişi çok iyi bildiklerini zannettiklerinden dolayı, bildikleri kadarına uymayan her-şeyi gerçek-dışı ve mitoloji olarak görüyorlar. Oysa kendilerinin özellikle Dünyâ-dışı ile ilgili söyledikleri tam bir hurâfe ve komedidir.

 

Allah ne dediyse ve ne diyorsa doğru odur. Hakîkat aklın ve bilimin-teknolojinin değil, Allah’ın dediğidir. Bu nedenle de dîni akla indirgemek apaçık bir yanlıştır. 

 

Aklın ve bilimini kullanılmasına karşı değiliz elbette, zâten aklın da bilimin de kullanılmasını Allah emrediyor ve bunu yapmayanların pisliğe gömüleceğini söylüyor. Bizim karşı olduğumuz şey, aklın ve bilimi temele ve merkeze almanın ve de esas alınmasıdır. Aklın ve bilimin kullanılması başka, onu kutsallaştırıp îman edilmesi ve her-şeyi mutlak anlamda ona göre yapmak bambaşka şeylerdir. Dîni akla indirgemek modern bir küfür, şirk ve hurâfedir.

 

Din, ne aklı ve aslında nefsi tatmin için, ne de modern batı’ya ve modern-bilime uydurmak için indirgenemez.

 

Allah’ı âhireti, gaybı, melekleri, vahyi, peygamberliği, Kur’ân’ı, İslâm’ı yâni akıl-üstü olanı, akıl ve bilim ile sorgulamaya ve eleştirmeye kalkmak çok büyük bir terbiyesizlik, ağır bir küstahlık ve âdî bir inançsızlık durumundan başka bir şey değildir. Akıl-üstü bir şeyi kısır ve çapsız-yetersiz bir akla indirgemek, ancak îmânî bir sorun ve eksiklik ile açıklanabilir. 

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Nîsan 2024

 

Devamını Oku »